sayı 51 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Mon, 11 Nov 2019 05:30:11 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/#respond Mon, 11 Nov 2019 05:30:11 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/ Dünya gündemini son yıllarda epey meşgul eden beş harfli bir sözcük var: İklim. Birleşmiş Milletler’in çeşitli raporlar yayınlayarak “farkındalık” yaratmaya çalıştığı, husumetlerini bir yana bırakan dünya liderlerinin “sorunun çözümü için” bir araya gelmesini sağlayan, dünya çapında çeşitli “aktivistlerle” hızlı bir şekilde örgütlenen iklim grevinin “Türkiye ayağını” örgütlemek için çeşitli çağrılar yapıldı, yapılıyor. En baştan söyleyelim, […]

The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Dünya gündemini son yıllarda epey meşgul eden beş harfli bir sözcük var: İklim. Birleşmiş Milletler’in çeşitli raporlar yayınlayarak “farkındalık” yaratmaya çalıştığı, husumetlerini bir yana bırakan dünya liderlerinin “sorunun çözümü için” bir araya gelmesini sağlayan, dünya çapında çeşitli “aktivistlerle” hızlı bir şekilde örgütlenen iklim grevinin “Türkiye ayağını” örgütlemek için çeşitli çağrılar yapıldı, yapılıyor. En baştan söyleyelim, aslında yapılan çağrının nereye denk düştüğü ve iklim eylemlerinin yapısına ilişkin, benimsenen (ya da dayatılan) eylem biçimleri ve ideolojisi bağlamında dönüştürülebilecek bir karakteri olmadığı, uluslararası devlet/şirket siyasetinin bir parçası olduğu apaçık ortadaydı.

Uzun yıllardır kırdaki yerel direnişler ve kentlerdeki toplumsal etkisi yüksek eylem/etkinlik süreçleriyle dünyanın içinde bulunduğu krizleri durdurmaya çalışan ekoloji hareketi bir yanda dururken “iklim değişikliği siyasetine” adapte olanlar bilerek ya da bilmeyerek “projenin” bir parçası haline geliyor. Bu projenin temsilcilerinin kimler olduğuna gelmeden önce, iklim değişikliği hareketinin sözde mücadele yöntemlerinin neden ve nasıl ekoloji hareketine zarar verdiğine ilişkin birkaç söz söylememiz gerekmekte.

Bütün bu seferberlik ne için (ya da kimler için) yapılıyor?

İklim adaleti üzerine yapılan yorumlarda ortaya iki farklı bakış açısı çıktı şu zaman kadar. İklim değişikliğinin “yakıcılığına” dair felaket senaryoları çizenler yenilenebilir enerji kaynakları savunucuları ya da bu şirketlerde çalışmış insanlarken; iklim değişikliğini reddeden ve bunun gerçek bir dezenformasyondan kaynaklı bir yanıltma olduğunu söyleyen ABD, Brezilya gibi ülkeler bulunuyor.. Bu ikinci kısımda yer alanlar ise diğerleri gibi gerçekten inandıkları doğruları ifade etmek için değil, ilişkide oldukları fosil yakıt şirketleriyle işbirliklerinin bir sonucu olarak taraf seçiyor.

Böyle olması da doğal, zira yürütülen tartışmalarda bir yerde felakete sürüklenen dünyanın siyasi “temsilcileri” (Birleşmiş Milletler temsilcileri, devlet başkanları, şirket sahipleri vb.); diğer yanda çizilen olumsuz tablonun gerçek olması halinde bunun etkilerini doğrudan hissedecek olan sıradan insanlar yer alıyor. Dünyanın her geçen gün daha kötüye gitmesinin sorumluluğunu alacak olanın devletler ve şirketler değil de “sıradan” insanların olması gerektiği başka bir propaganda olarak alttan alta işleniyor.

İddiamız iklim meselesinde hiçbir sorun olmadığı, her şeyin yolunda gittiği değil elbette ancak yoğunluklu olarak STK’lar ya da “sivil girişimler” aracılığıyla yapılan bu tür hareketleri iklim meselesini umursamaktan ziyade belki de yeni bir piyasa olarak şekillendirdikleri (zaman zaman karşımıza karbon salınımı anlaşmalarıyla çıkan) iklim siyasetinin önemli bir parçası olarak gözlemleyebiliyoruz. İklim aktivizminin örgütleyici özneleri bağlamında STK’lar ve devlet/şirketler paralelinde işleyen bir mekanizma olduğu kolaylıkla farkedilebiliyor. Sözkonusu yapıların hiçbiri kapitalist şirketler ve devlet sorumluluğunda gerçekleşen ekolojik yıkımın nasıl başladığından bahsetmezken, aynı devletlerin yapacağı çeşitli düzenlemelerle yıkıma çare olunabileceği çok kolay dillendirebiliyor.

İklim Değişikliği aktivizmi, hangi sınıflar arasında yaygınlaşmayı hedefliyor?

İklim değişikliği eylemlerinin örgütlenmesini yapanlar, bulanıklaştırdıkları ekonomi-ekoloji, devletin yarattığı tahribatlar/katliamlar-yaşam savunucuları, merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik gibi çelişkiler üzerinden ezen ezilen ilişkisinde tarafsız kalmayı tercih ediyor. Yoğunluklu olarak orta sınıfın siyaset yapma biçimi olarak aktivizmi kullanan bu yapılar, “zararsız protestolar”, “bilimsel doğruculuk” gibi silahlarıyla sistem içerisindeki pozisyonunu kaybetmek istemeyen ama “dünyanın geleceği için bir şeyler yapmak isteyen kararsızlar” için de iyi bir araç haline geliyor. Dünyanın pek çok yerinde geçmişteki örneklerde olduğu gibi, ezilenlerin yaşamlarındaki çelişkilere odaklanmayan ve gerçekçi çözümler üretmeyen iklim değişikliği aktivizmi, ekoloji hareketi ve sınıf mücadelesi gibi ortaklıkların sonucunda gerçekleşen devrimci alternatiflerin karşısında sistemin sürdürücüsü olmaktan başka bir işe yaramıyor.

“Aktivist”; devrimci, isyancı gibi kimlikleri örtmek için nasıl kullanılıyor?

En küçüğünden en büyüğüne, sarışından siyahına (hatta demokratından cumhuriyetçisine, solcu sendikasından sağcı sendikasına) neredeyse bütün iklim eylemcileri kendilerini “iklim aktivisti” olarak görüyor. Ancak iklim etkinliklerinin bulanıklaştırdığı “siyasi alan” gibi “aktivizm” kavramı da kurtuluşu, pek çok meseleyi örten ve mücadeleyi kısıtlayan bu kimlikte görüyor olabilir mi?

Yıllar önce gazetemizde yazdığımız aktivizm eleştirisinde şöyle bir tespitte bulunmuştuk: “Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi” şeklindeydi. Bu durum ilk bakışta kulağa yanlış gelmese de, örgütlenen çalışmaların ideolojisinin “ideolojisizlik” olduğu düşünüldüğünde, ele aldığı herhangi bir konuyu apolitiklik maskesi altında sistemin sorumluluğundan çıkan bir alana taşımak istediği ortaya çıkıyor. Mücadelenin farklı meseleleriyle doğrudan bağlantılı olan iklim, insan/hayvan hakları, göçmen vb. konularda aktivizmin, başka bir ezen-ezilen ilişkisinin meşrulaştırılmasına kadar götürülebilecek bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan toplumsal muhalefetin mücadele belleğine kazınmış devrimci, isyancı gibi kavramları örtmek için de alternatif olarak aktivist kavramının seçildiğini ve yükseltildiğini görmekteyiz. Sistemin devrimle ya da isyanla değişmeyeceği ön kabulüne dayanan aktivist kimliğinin polis, patron, siyasetçi gibi sistem koruyucusu statülere sahip kişilerin de kolaylıkla sahiplenebileceği bir kimlik haline gelmesi, söz konusu ön kabulün doğal bir sonucu oluyor.

Hareketin sözcüleri nasıl bir zeminde hareket ediyor?

Dünya çapında sürdürülen bu hareketin sözcülüğünü İsveç’li “aktivist” Greta Thunberg yapıyor. Cuma günleri yaptığı “okul greviyle” gündem olmaya başlayan Greta, şimdiden pek çok popüler yayın ve medya organları tarafından geleceğin liderleri arasında gösterilmeye başlandı. Geçtiğimiz aylarda eski ABD Başkanı Obama’yla bir görüşme yapmak için buluştuklarında Obama, Thunberg’e, “Sen ve ben bir takımız” şeklinde konuşmuştu. Washington’da gerçekleşen görüşmenin ardından Obama görüşlerini anlatırken “Yalnızca 16 yaşında olan Greta Thunberg daha şimdiden gezegenimizin en büyük savunucularından biri. Kendi neslinin iklim krizinin yüküyle baş başa kalacağını bilerek korkmadan gerçek adımlar attı. Obama Foundation’daki vizyonumuzun vücut bulmuş halini gösteriyor.” dedi.

Greta, kariyer yoluna emin adımlarla ilerlemeye devam ederken, “Obama Foundation” özelinde, küresel enerji politikaları ve iklim hareketi arasındaki bağlantıyı da görmek açısından tekrar tekrar güçlü örnekler üretmeyi sürdürüyor.

“Küresel İklim Grevi’nin” yaşadığımız coğrafyadaki örgütleyicisi “Sıfır Gelecek Hareketi” nedir?

Eylül ayında gerçekleşen iklim grevi, yaşadığımız coğrafyada “Sıfır Gelecek Hareketi” adı verilen bir platform aracılığıyla örgütlendi. Sıfır Gelecek’in internet sitesine girdiğinizde yapılacak olan kısa bir inceleme, meseleye dair baştan beri eleştirdiğimiz bütün başlıklara dair prototip oluşturabilecek kalıpları tekrar ediyor.

Sitenin “talepler” kısmının ilk maddesi, yerel ya da ülke çapındaki iktidarlara sesleniyor: “Bağlı oldukları meclis ve konseylerde iklim krizini gerçekte olduğu gibi, yani bir varoluş acil durumu olarak ele almalı ve ‘iklim için acil durum’ ilan etmeli.” Birleşmiş Milletler ve bağlı bulunduğu alt kurumlar aracılığıyla sürdürülen çalışmaların hepsi bu duruma yoğunlaşıyor “iklim için acil durum”. Ancak bürokratik araçlarla halkı baskı altında tutmak için ortaya çıkmış “acil durum, olağanüstü hal vb.” gibi uygulamaların iklim değişikliğini durdurmak için nasıl bir argüman olarak kullanılacağı muallakta bırakılıyor.

“Yenilenebilir enerjinin gelişimi için tüm engelleri kaldırın ve herkesin temiz, yenilenebilir enerjiye erişebilmesi için finansman programları oluşturun.” Taleplere devam ediliyor, yoksulların hayatını çalan, yaşamlarını sürdürebilmek için sağlıklı alternatiflerin hepsinin önünü tıkayan “finansman programlarından”, “ekonomik planlamalardan” yenilenebilir enerji için kaynak ayrılması isteniyor…

Bu çağrılara neden destek vermemek gerekmektedir?

“Şayet bir işverensen, yanında çalışanların 20 Eylül’de gerçekleşecek eylemlere destek vermesinin yolunu açabilirsin.”

Net bir şekilde tekrar ifade etmek gerek: odağını devletlerin imzalaması gereken anlaşmalardan çekmeyen ve iklim adaletini sağlamak için atılması gereken “gerçek adımları”, yani topyekün sistemin değişikliğini öngörmeyen hiçbir hareketin iklim değişikliği meselesine bir çare olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın felakete sürüklenmesini önlemenin yolu, ne Cuma günleri dikkat çekmek için yapılan bir günlük bir “grevden” ne de fonlu yapılar aracılığıyla yürütülen kampanyalardan geçiyor. Ekolojik dengenin tekrar sağlanması için mücadele edeceksek, bu yıkımın sorumlularının değil de, sonuçlarında yaşanan felaketlerin gerçek muhatapları olan ezilenlerle beraber yeni bir toplum inşa etmekten geçtiğini anlamamız gerekiyor. Ekoloji mücadelesinde talanın, katliamın son bulması için mücadele eden herkesi, devlet/şirket/STK işbirliğinde gerçekleşen bu “truva atı” çağrılara, eylemlere itibar göstermemek noktasında dikkatli olmaya davet ediyoruz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/feed/ 0
POPÜLOKRASİ https://meydan1.org/2019/11/02/populokrasi/ https://meydan1.org/2019/11/02/populokrasi/#respond Sat, 02 Nov 2019 18:44:38 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/02/populokrasi/ Gündelik dilde kullandığımız çoğu kavramın ne anlama geldiğini nereden türediğini bilmiyoruz. Çoğunlukla bu kavramlar zaman-mekan ve duruma göre anlam değiştiriyor. Hem bireysel hem de toplumsal hayatı anlamlandırmak için kullandığımız dil de haliyle her zaman bize tam anlamıyla hizmet etmiyor.  Son yıllarda dünya gündemini, siyaseti, akademiyi, sanatı hayatın hemen hemen bütün alanlarını işgal eden kavramlardan birinden […]

The post POPÜLOKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gündelik dilde kullandığımız çoğu kavramın ne anlama geldiğini nereden türediğini bilmiyoruz. Çoğunlukla bu kavramlar zaman-mekan ve duruma göre anlam değiştiriyor. Hem bireysel hem de toplumsal hayatı anlamlandırmak için kullandığımız dil de haliyle her zaman bize tam anlamıyla hizmet etmiyor. 

Son yıllarda dünya gündemini, siyaseti, akademiyi, sanatı hayatın hemen hemen bütün alanlarını işgal eden kavramlardan birinden bahsedeceğiz. Bu kelimeleri anlamlandırmak için önce etimolojik kökeninden yola çıkacağız.

Popüler sözcüğünü duyduğumuz anda aklımıza gelen yegane anlam “yaygın”. Popüler sözcüğü türkçeye fransızca populaire kelimesinden geçmiştir.  Kökenini Latince populus (halk) sözcüğünden alır. Kelimenin tam anlamı ise şudur :  “halka ait, halka uygun, halkça sevilen”. Sosyal bilimlerde hâlâ halka ait, halktan gelen anlamında kullanılır.  

Kültür çalışmalarında kullanılan “culture populaire” (ingilizce: Folk Culture , türkçe: halk kültürü) halkın genelinde yaygın olan ve genelde toplumun çoğunu oluşturan sosyal sınıfın kültürünü betimlemek için kullanılır. Benzer bir örneği “democratie populaire”’de de görüyoruz. Halkın yönetime katılabildiği ve bütün vatandaşların oy verebildiği demokrasi anlamına geliyor. 

Gelelim gündelik anlamda popüleri ne için kullandığımıza… Popüler kültür dediğimizde halk arasında yaygın olarak tüketilen kültürden bahsediyoruz. Bunu kullandığımız anda artık popüler kelimesinin anlamını bozmuş ve ondan uzaklaşmış oluyoruz. Örnek olarak sosyal bilimlerde, bu coğrafyanın popüler müziği (halktan gelen müzik) aşıklar, ozanlar, dengbejler tarafından icra edilen halk müziğidir. Ama gündelik kullanımda coğrafyanın popüler müziği ise başka. Gördüğünüz üzere kelime birebir aynı olmasına rağmen sonucu birbirinden tamamen bağımsız iki türe işaret ediyor. Yani kavram muğlak!

Başka Bir Muğlaklık

Demokrasi terimi ve bu terimin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin de bir muğlaklık vardır. Terimin içi boştur. Öyle ya da böyle tüm siyasal tartışmaların meşrulaştırıcısıdır. Demokrasi için yaparız her şeyi. Her icraat “daha demokratik” olma vaadiyle yapılmalıdır. 

Bu muğlaklık, demokrasinin dokunulmazlığını garanti altına alır. Demokrasinin merkezinde bulunan ve özünde bir oy eşitliğine dayanan seçimler, aslında toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğini yaratan bir devlet hilesidir.

Şiddet üzerine inşa edilmiş olan devlet, politik baskı aracılığıyla bu eşitsizliğin devamını sağlamakla ilgilenen bir kurumdur. Sürekli bir bürokrasinin varlığına dayanır. Bu bürokrasi aracılığıyla yönetenler-yönetilenler ikiliği ortaya çıkar.

Devletin toplumsal refahın oluşturulması için gerekli olduğu iddiası, devletin bir tahakküm mekanizması olduğu gerçeğini gizlemekte kullanılan bir maskedir. Bu mekanizma içerisinde yapılacak yönetici seçimleri, bu gerçeklikten uzak düşünülemez. Birkaç yılda bir halktan, kimin yöneteceğini belirlemek üzere oy kullanmaları istenir. Oy kullanan insanların bir şekilde sistemin çalışmasının kontrolünü elinde bulundurduğu illüzyonu sayesinde sistem meşruiyet kazanır.

Demokrasi kaynağını bir kurgudan alır. Halkın oylarıyla seçilerek iş başına getirilen yasal ve idari yapılar, halk iradesinin temsiliyetine odaklanır. Böylece siyasal işleyişte halkın doğrudan katılımının engellenmesi özgürlüğümüzün reddedilmesi anlamına gelir. Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, demokrasinin işlediği farklı coğrafyalarda gerçek bir halk denetiminin olmadığı ve olamayacağını görebiliriz.

Demokrasi kavramının, her ne kadar halkın yönetimi ile ilişkilendirilse de ilk elde bir şey anlatmaması ve kavramın birçok şey ifade etmek için kullanılması, devletli siyasetin muğlaklık oyunlarından biridir. Birçok şey ifade edilmeye çalışan başka sözcükler gibi hiçbir şeyi ifade etmeme potansiyelini içerisinde taşır.

Popülokrasi

“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.” 29 Kasım 1955’te Demokrat Parti Meclis Grubu’na, Adnan Menderes bu şekilde seslenir. Adnan Menderes, Türkiye Siyasal Tarihi’nde popülist liderlerden biri olarak sıklıkla örnek verilir. Partisinin isminin “demokrat” olmasının dışında, bu seslenişteki ironi demokrasi aracılığıyla demokrasinin ortadan basit bir şekilde kaldırılabilmesidir. 

Bu örnekte de görüldüğü üzere, demokrasi ve popülizmin muğlaklığı bilinçli bir muğlaklıktır. İktidarın despotik doğasını gizlemek üzerinden yaratılmıştır. 

İçinde bulunduğumuz siyasal süreçte, yeni bir siyasal biçim olarak popülokrasi yaygınlaşmaktadır. “Küreselleşen” siyasal sistem olarak demokrasi, vaat ettiği “siyasi iktidarın belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip olması” ilkesini açık bir şekilde gerçekleştiremedi. Bu sadece, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin, yönetimsel düzeye yansıması ve daha zengin olanın yönetimde daha fazla söz hakkına sahip olmasıyla alakalı değil. Durum aynı zamanda demokrasinin sözde siyasal eşitlik ilkesinin dayandığı mantıktan da kaynaklanmıştır.  

Demokraside yönetme hakkının çoğunluğa verilmesi hedeflenir. Siyasal üstünlük, temsili demokrasinin parçası olan ve belirli periyotlarla gerçekleşen seçimlerle belirlenir. Yani demokrasiyi seçimlerle demokratik kılan mantık, sayısal üstünlüktür. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, sırf çoğunluğa ait olduğu için doğru ya da haklı olanlar üzerine kurulu bir siyasal sistemdir. 

Sözde halk iradesini, yönetimde belirleyici güç olarak muhafaza edebilmek için işletilen “temsil” kurumunun, “halk için yönetmek” maksadıyla ne hale dönüşebileceğini tahmin etmek çok zor değil. Demokrasinin içerisinde potansiyel olarak barındırdığı totalitarizm, tüm halkın çıkarlarının birleştirildiği ve halk adına en doğru kararın verildiği bir neden-sonuç ilişkisiyle kendisini belirginleştirir.

Batı toplumları için demokrasi, evrensel oy hakkına dayalı olarak düzenli ve rekabetçi seçimlerin yapıldığı bir sistemdir. Soğuk Savaş sonrası, kapitalizmin zaferinden sonra; devlet iktidarının “ahlaki” olarak savunulabilecek tek kaynağı demokrasiydi. Ancak özgürlük, katılım, anayasal devlet, seçimler, halk egemenliği gibi demokrasi için olmazsa olmazların hiçbiri kendisine demokratik diyen rejimler tarafından gerçekleştirilememiştir.

Bireysel özgürlükler, kapitalist sistem içerisindeki tüketim serbestlikleri ile çerçevelenmiş; siyasal özgürlükler sunulan partilerden birini seçmeye indirgenmiştir. Halkın yönetime sözde katılımı belirli aralıklarla kendilerini yönetecek kişileri seçtiği seçimlere sıkıştırılmış, halkın siyasal iradesi böylelikle bütün siyasal ve ekonomik sorunlardan uzak başka gündemlerle manipüle edilen yapay bir işleyişin içinde düşünülmüştür. 

Demokratik sistem ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda da vaat ettiklerini gerçekleştirememiş ya da gerçekleştirdikleri üzerinden farklı coğrafyalarda yaşayanları tatmin edememiş bir durumdadır. Bunun siyasal yansımasını en belirgin olarak gözlemleyeceğimiz kırılma, popülizmin siyasal olarak kendini belirginleştirdiği süreçte olmuştur.

Batılı coğrafyalarda sağ popülizmin yükselişte olduğu zaman dilimi, sürecin değişimini gözlemlemek adına önemlidir. Öte yandan sağ popülist politikacıların yükselttikleri söylemler, liberal demokrasicilik oyununun Batı’da herkesi tatmin edemediğinin en açık göstergesi. Bu söylemlerin dayanak noktası göçmen karşıtlığıdır. Karşıt olunacak şey olarak yerli işçi sınıfına, ekmeklerini ellerinden alan düşman olarak göçmenleri hedef gösteriyorlar. Bu siyasal söylemin arkasında her ne kadar güçlü bir teorisi olmasa da, insanları kararsızlığa sürükleyen bir yöntemi var. Sorunların kaynağını tekleştiren (göçmenler…) popülist politikalar, böylelikle çözümü de basitleştirmiş oluyor. Toplumsal sorunların ağırlığı arttıkça sunulan basit çözümler, bu söylemi çoğunluk için cazip kılmaya olanak veriyor.

Demokrasinin bugün içine girdiği krizi anlamak önemlidir. Çünkü demokrasinin bu versiyonu, dünyanın farklı yerlerinde yükselen isyanlara karşı yükseltilmiş yeni tarz bir demokrasi arayışıdır. 

Hukuku ayaklar alma noktasında sıkıntısı olmayan, popülist partinin tek ve sahici temsilcisi olduğunu iddia eden, elit karşıtı pozisyonuyla yaygınlaşmayı/popülerleşmeyi hedefleyen, önceki kurumsal yapıları zayıflatıp kişiselleşmiş yönetimin yapı taşlarını döşeyen yeni bir demokrasi arayışı. 

İsmi popülizm ya da demokrasi…Ya da popülokrasi… Muğlaklığıyla gizlediği iktidarın doğasına has despotluktur. İki uç arasındaki bu kısır döngüde şimdilerde ibre popülizmden yana duruyor. Bu kısır döngüyü kırmak, devletli yapının farklı biçimlerini fark edebilmekle mümkündür.

Errico Malatesta’nın demokrasinin ne olduğunu anlattığı ufak alıntıda olduğu gibi;

“Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir: Yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir. Ama yine de, onu daha kötüsüyle değiştirmek isteyenlerden farklı olarak, ona karşı özgürlük ve eşitlik adına mücadele edebiliriz.

Demokrat olmamamızın sebeplerinden biri de, demokrasinin eninde sonunda savaşa ya da diktatörlüğe yol açmasıdır. Fakat diktatörlük destekçisi de değiliz çünkü başka birçok sebebin yanı sıra, diktatörlük her zaman demokrasi isteğini uyandırır, demokrasiye geri dönüşü kışkırtır ve böylece halkların sahte özgürlükle açık ve vahşi tiranlığın arasında sürekli gidip geldiği kısır döngüyü sürdürür.

Bu yüzden hem demokrasiye hem diktatörlüğe karşı savaşımızı ilan ediyoruz.” 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post POPÜLOKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/02/populokrasi/feed/ 0