SAYI 9 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 12 May 2013 21:17:34 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 ANARŞİST BİR TEAMÜL: ÖZGÜR YAŞAMIN YENİDEN YARATILMASI https://meydan1.org/2013/05/13/anarsist-bir-teamul-ozgur-yasamin-yeniden-yaratilmasi-2/ https://meydan1.org/2013/05/13/anarsist-bir-teamul-ozgur-yasamin-yeniden-yaratilmasi-2/#respond Sun, 12 May 2013 21:17:34 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/13/anarsist-bir-teamul-ozgur-yasamin-yeniden-yaratilmasi-2/ “Anarşizm, geleceğin toplumunun ayrıntılı bir planı değildir. Toplumun temelini, toplumsal adalete uygun olarak yeniden biçimlendirmek üzere girişilmiş bir çabadır.” Isaac Puente “Her şeyin, özgür komünlerde örgütlenmiş köylüler ve işçiler arasında paylaşılması, yeni bir yaşamın yaratılması hem de bu yaratımın savunulması noktasında belirleyicidir.” Nestor Mahno Toplumsal adaletsizliklerin oluşması; devlet baskısının ve kapitalist sömürünün, yaşamın karşısında kendini […]

The post ANARŞİST BİR TEAMÜL: ÖZGÜR YAŞAMIN YENİDEN YARATILMASI appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
“Anarşizm, geleceğin toplumunun ayrıntılı bir planı değildir. Toplumun temelini, toplumsal adalete uygun olarak yeniden biçimlendirmek üzere girişilmiş bir çabadır.”

Isaac Puente

“Her şeyin, özgür komünlerde örgütlenmiş köylüler ve işçiler arasında paylaşılması, yeni bir yaşamın yaratılması hem de bu yaratımın savunulması noktasında belirleyicidir.”

Nestor Mahno

Toplumsal adaletsizliklerin oluşması; devlet baskısının ve kapitalist sömürünün, yaşamın karşısında kendini var etmek için ezilenleri farklı şekillerde hedef alması, sadece günümüze ait bir durum değil. Bütün bunların karşısında, bu adaletsizliklere karşı, özgür bir yaşamı örmek isteyenlerin geçmişten bugüne var olması gibi. Özgür bir yaşamın yaratılmasının, bu adaletsizliklere karşı mücadeleye girişmiş hareketlerce bugün de dillendirilmesi, toplumsal devrimin en önemli adımlarından biridir.

Devletin otoritesinin ve kapitalizmin her türlü sömürü biçiminin hüküm sürdüğü bir yaşam biçimine karşı “Yaşamın Yeniden Yaratılması” vurgusuyla anarşistler, sadece adaletsizlik üzerine kurulu bir yaşam eleştirisi yapmamışlar, aynı zamanda bu amaçla bir dizi deneyim ortaya koymuşlardır. Bu vurgu, basit bir kapitalizm eleştirisi değildir anarşistler için. Toplumu baskılamak niyetiyle oluşturulmuş mekanizmalarla dolu bir yaşama karşı, derinlikli bir düşüncedir yaşamın yeniden yaratımı. Toplumsal devrimi, siyasal ve ekonomik iktidarların basit bir el değişikliğiyle açıklamadığından, tüm yaşamı hedef alır anarşizm.

O yüzden ilk kez anarşistler tarafından, kapitalizm karşıtı ve devletsiz bir yaşamı anlatmak için kullanılmıştır bu kavram. Zaten kavramı kullananların, “anarşizmin iki büyük deneyimini” yaşayanlardan olması şaşırtıcı değildir.

Yaşamı Yeniden Yaratma çabasına girişmiş anarşistlerden biri Isaac Puente’dir. O, 1936’da İberya’da başlayan toplumsal devrimin hazırlayıcılarındandır. Yeni bir yaşamı yaratmak için İberya’da eşek üstünde gezenlerdendir Puente. Yeni bir yaşamı yaratmak için köy köy, şehir şehir ilmik gibi örmüştür tüm Aragon’u. 1933 Aralık’ında Cipriano Mera ve Durruti’yle beraber, özgür yaşam için ilk kıvılcımı başlatanlardandır.

Aragon Ayaklanması, Puente’nin ölümü ve ayaklanmanın bastırılmasıyla sonuçlansa da, 1936 Temmuz’una büyük bir deneyim bırakmıştır. Toplumsal devrim için bıraktığı sadece bu deneyimi olmamıştır. Mayıs 1936 CNT’nin Zaragoza Kongresi’nde genel görüş olarak kabul edilecek, daha sonra CNT’nin tüm seksiyonlarında ve yerel öz-yönetim mekanizmaları içinde temel olarak alınacak Liberter Komünizm: Yaşamın Yeniden Yapılandırılması kitabı “yaşamın yeniden yaratılması”nın dinamiklerini oluşturacaktı.

Yaşamın yeniden yaratılması, insanların yaşamlarını sürdürebilmek için yürüttüğü tüm faaliyetlerin hiyerarşik olmayan, birilerinin zenginleşmesine yol açmayan, devlet ve benzeri baskı mekanizmalarından bağımsız bir şekilde mülkiyete yol açmayacak, örgütlü bir ilişki biçimiyle yeniden oluşturulmaya başlamasıydı. Puente, toplumun acil ihtiyaçlarından yola çıkarak hazırladığı Liberter Komünizm’de bireyden başlayıp kolektife doğru genişleyen özgürlük hakkıyla güvence altına alınmış bir toplumda, toplumsal ihtiyaçların ve toplumsal yaşamın nasıl örgütleneceğine dair öngörülerde bulunurken, bu öngörüleri Bakunin etkisiyle “yaşamlarını yeniden yaratmış” yerlerdeki ilişki biçimlerine dayandırır.

Puente’nin Yaşamın Yeniden Yaratılması’na yönelik bu çalışması, İberya’daki toplumsal devrimde büyük yer etmişti. Öz-yönetim komiteleri, fabrika ve atölyelerin işleyiş biçimleri, toprak, üretim araçları üzerindeki devlet etkisi değildir sadece karşı çıktığı, “özgür bir yaşam için” kapitalizm karşıtı komünist bir duruştur onunkisi. 1936’da yaratılmaya başlanan özgür yaşamın çekirdeğidir bu. Sonrasında farklı coğrafyalarda yaşamın yeniden yaratılmasında örnek alınacak büyük deneyimdir.

Özgür bir yaşamı yaratmak için girişilen bir başka anarşist mücadele Ukrayna’dandır. Nestor Mahno, devlete ve soylulara karşı verdiği örgütlü mücadeleyle efsane bir militan değildir sadece. Ukrayna’daki halkın yaşamın tümünün yeniden örgütlenmesinde büyük çabası olan bir eylem insanıdır. 1900’lerin başında, bu yeni yaşam için toprakları soylular tarafından gasp edilmiş köylülerle beraber, toprakları geri almış ve yeni yaşamın temellerini kendi gibi çiftçi olanlarla atmıştır.

Yeni bir yaşamda oluşturulmuş her tarım komünüyle kendi yaşamlarına, kendi iradelerine ve kendi düşüncelerine sahip çıktı Ukrayna köylüleri. Öz-yönetim, paylaşma, adalet ve dayanışma temelli komünleriyle tüm Ukrayna’da özgür bir yaşamın mümkün olabileceğini gösterdiler. Ukrayna’daki mücadelenin önemli bütünleyicilerinden olan Nabat Federasyonu’nun tarım komünleri üzerindeki etkisi görmezden gelinemeyecek bir noktadaydı. Nabat, yeni ve özgür bir yaşamın “birlikte” konuşulması ve örgütlenmesinin bir zemini, Kropotkin’in Karşılıklı Yardımlaşma‘sını temel alan komünist bir öz-yönetim mekanizmasıydı. Tarım komünlerinde yaşayan halk, gönüllü ve sürekli değişken iş bölümleriyle kendi yaşamlarını idame ettiriyorlardı. Yeni bir yaşamın yaratıldığı ve örgütlendiği bu coğrafyada, yıllar boyu hüküm sürdü bu ilişki biçimi.

Yaşamın yeniden yaratılması, bugün tekrar konuşulurken (konuşulması gerekirken), bu tarihsel deneyimler ve onların yarattıkları etkinin dikkatten kaçmaması gerekir. Toplumsal, siyasi ve ekonomik yapılar bugünkü mücadeleler ekseninde yeniden şekillendirilmek isteniyor. Bunun nasıl olacağı her zaman önemlidir. Toplumsal alanlar dönüştürülürken, siyasi ve ekonomik alanların aynı kaldığı ya da siyasi alanlar değişirken eski ekonomik biçimlerin yeni formunun tekrar ettiği bir yaşam, bütünsel bir dönüşümün etkisi altında değildir. Yaşamın yeniden yaratılması söz konusu değildir. Söz konusu olan eski biçimin farklı bir tekrarıdır. Yeni bir toplumsal yaşamın sağlıklı tohumları bu anarşist deneyimler dikkate alınarak, devletsiz ve kapitalizm karşıtı bir temelde atılmalıdır.

The post ANARŞİST BİR TEAMÜL: ÖZGÜR YAŞAMIN YENİDEN YARATILMASI appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/13/anarsist-bir-teamul-ozgur-yasamin-yeniden-yaratilmasi-2/feed/ 0
21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Truva Atı”ndan “Truva Pandası”na – Alp Temiz https://meydan1.org/2013/05/10/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-truva-atindan-truva-pandasina-alp-temiz/ https://meydan1.org/2013/05/10/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-truva-atindan-truva-pandasina-alp-temiz/#respond Fri, 10 May 2013 19:12:21 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/10/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-truva-atindan-truva-pandasina-alp-temiz/ Altı sene önce Sydney’de, binlerce kurum ve milyonlarca insan, akşam saatlerinde ışıklarını 1 saat süreyle kapayarak iklim değişikliği gibi birçok çevresel sorundan “dünyayı kurtarmıştı”. Çevre sorunlarına ne kadar dikkat çekildi bilinmez ama Sydney Liman Köprüsü’nün ve birçok sembolik yapının ışıklarını söndürmesi oldukça ilgi çekmişti. Bu “başarı”nın ardında, benzeri popüler etkinliklerin vazgeçilmez STK’sı WWF vardı. WWF […]

The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Truva Atı”ndan “Truva Pandası”na – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Altı sene önce Sydney’de, binlerce kurum ve milyonlarca insan, akşam saatlerinde ışıklarını 1 saat süreyle kapayarak iklim değişikliği gibi birçok çevresel sorundan “dünyayı kurtarmıştı”. Çevre sorunlarına ne kadar dikkat çekildi bilinmez ama Sydney Liman Köprüsü’nün ve birçok sembolik yapının ışıklarını söndürmesi oldukça ilgi çekmişti. Bu “başarı”nın ardında, benzeri popüler etkinliklerin vazgeçilmez STK’sı WWF vardı. WWF bu sene de aynı organizasyonu, daha fazla kurumsal ve bireysel katılımla gerçekleştirdi. Dünya çapında sembol binaların ışıklarını söndürterek, “dünyanın kaderinin kimlerin elinde olduğunu” gösterdi.

WWF(World Wild Fund for Nature) yani Doğal Hayatı Koruma Vakfı, Sydney’de başlattıkları bu yeni ve “yaratıcı” tarzı her sene, dünyanın olabildiğince çok yerinde gerçekleştirebilmek için “Dünya Saati” isimli bir kampanya başlattı. Geçtiğimiz sene bu kampanyaya, 157 ülkeden 7000’in üstünde şehir ve 1 milyardan fazla insan katıldı. Türkiye’de ise 75 binden fazla insan ve 400’ün üstünde kurum destek verdi. FSM ve Boğaziçi Köprüsü, Dolmabahçe Sarayı, Galata Kulesi, Aya Sofya gibi sembolik yapıların ışıkları söndürülerek Türkiye’de de “çevre bilinci”nin gelişmesine katkıda bulunuldu.

Dünya Saati Kampanyası, WWF bünyesinde başlayan bir kampanya olsa da, şu an kendi gönüllüleriyle işleyen bir görüntüsü var. Dünya Saati kampanyası ile hedeflenen; insan etkilerinin neden olduğu, petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılması, arazi kullanımı değişiklikleri, ormansızlaştırma ve sanayi süreçleri ile salınan sera gazı birikimlerinin artması ve bu hızlı artışın doğal sera etkisini kuvvetlendirmesi sonucunda ortalama sıcaklıklarda artışların yaşamasına bağlı olarak orta ve uzun vadede yaşam alanlarının bozulması. Ya da en azından WWF’in kampanya sitesinde yazan ya da reklamlarda telkin edilenler bunlar.

Çevre Gönüllüsü Şirketler
“Dünyanın kaderi senin elinde” sloganıyla, küresel çapta bir çevre duyarlılığı oluşturmaya çalışan WWF’in bu kampanyasına destek veren kurumlarsa, kampanya sitesinde destek verenler listesinde yerini alarak “çevreye duyarlı” olduklarını tescillemiş oluyorlar.

2013’ün Dünya Saati sponsorluğunu, Coca Cola, Doğa Koleji, Vodafone ve Garanti Bankası yapıyor. Özellikle Hindistan coğrafyasında su havzalarına, Güney Amerika’da akarsu ve derelere ilişkin şirket politikalarıyla Coca Cola’nın varlığı, bu listenin “çevre duyarlılığı”nı ölçmek adına önem taşıyor. Ana sponsorlardan Garanti Bankası’nın, Karadeniz’de yapımı sürmekte olan HES’lerin büyük bir kısmının sahibi olan Doğuş Holding’e ait olması kampanyanın çevresel duyarlılık yaratmaktan ziyade, şirketlerin çevre politikalarını aklayabilecekleri bir zemin olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor.

Destekçiler arasında, BASF ve Roche gibi ilaç ve kimya sektörü tekelleri de yer alıyor. Kampanyanın gururla listesini açıkladığı katılımcılar arasındaysa Borusan Holding, Şekerbank, Denizbank, Koç Bilgi Grubu, İnci Holding, T-bank, TTNet, Zorlu Holding, Citibank, Akbank gibi “çevre gönüllüleri” de yer alıyor. Bu şirketlerin sosyal sorumluluk kapsamında gerçekleştirdiği çevre duyarlılıklı etkinlikler, şirketlerin görünürlüğü açısından çok önem taşıyor. Bir yandan ekolojik yıkım politikalarını gerçekleştiren bu şirketler, WWF gibi organizasyonların dünya çapında etkinlikleriyle tüm bunları gizlemeyi başarabiliyor.

WWF Gerçekte Ne Yapıyor?
WWF, içinde birçok ulusal çevre organizasyonunu barındıran bir şemsiye örgüt. Öncesinde doğal yaşam özelinde daha spesifik bir çalışma alanı olan WWF, 1986 yılından itibaren tüm çevre sorunlarıyla ilgilenmeye başlamıştı.

WWF’in şirketlerle iç içe geçmiş kampanya tarzı, vakfın kurulma nedenlerinden bağımsız değil. Bunu vakfın kuruluşundan bu yana, yönetici kadrolarda isimlere bakarak anlamak mümkün. 1972-78 yılları arasında üst düzey yöneticilerden Godfrey Rockefeller hemen göze çarpan isimler arasında. Kapitalist ideolojinin en “kararlı” savunucularından biri olan Rockefeller ailesinin, küresel ekonomiyi yönlendirebilme gücünün etkilerini, özellikle Üçüncü Dünya diye adlandırılan coğrafyalardan gözlemlemek mümkün. Tüm bu sömürü politikalarının yanında, Rockefeller ailesinin petrol ve enerji tutkusu, Rockefeller’ların neden vakfın içerisinde yer aldığını görmek açısından önemli. Küresel ekolojik yıkımın en önemli mimarları arasında ailenin holdingleri yer alıyor.

Bu yönetici kadrolar arasında göze batan başka bir isimse Linda Coady’di. Vakfın Pasifik Bölgesel Yöneteciliği’ne 2002’nin Aralık ayında getirilen Linda Coady, Weyerhaeuser şirketinin yürütme kurulu yöneticilerinden. Weyerhaeuser, ABD’nin en büyük kereste şirketlerinden biri. Özellikle inşaat sanayiinde ve kağıt sanayiinde ABD’de neredeyse en büyük şirket konumunda bulunan Weyerhaeuser, ABD’de 6.4 milyon dönüm, Kanada’da 30 milyon dönüm ormanlık alanın sahibidir. Vakfın temel ilkelerinden biri olan “ormansızlaştırma” gibi ilkeleri en çok çiğneyen kurumlardan biri Weyerhaeuser’dir.

WWF’in maddi destekçileri arasında yer alan Alcoa, Citigroup, Bank of America, Kodak, J.P. Morgan, Bank of Tokyo, Philip Morris, Waste Management ve DuPont gibi büyük şirketler, bu yardımları karşılığında “Doğa Dostu Şirket” ödülleri alıyorlar. Vakfın bu “saygın” ödüllerinin ismi J. Paul Getty Doğal Hayatı Koruma Ödülleri. Ödüllere ismini veren şahıssa, dünyanın önde gelen petrol baronlarından J. Paul Getty.

Yakın bir zamanda, HSBC ve WWF arasında yapılan yıllık 1 milyon poundluk “yağmur ormanlarına bağış” anlaşması ekolojiye duyarlı muhalif çevrelerce gündeme getirilmişti. Bu kampanyaya göre HSBC’ye yatırılan her 2 Pound karşılığında, Brezilya’daki yağmur ormanlarını koruma projesine o kadar katkı yapılmış oluyordu. HSBC ile ortak iş yapan birçok şirket, mevzubahis yağmur ormanlarını kendi çıkarları için yok ederken HSBC’nin bu kampanyası ne anlama geliyor?

2007 yılının Haziran ayında WWF’in anlaşma yaptığı bir başka şirketse Coca Cola. 20 milyon dolar değerindeki bu anlaşmayla, Coca Cola “doğal su kaynaklarını korumada” WWF’e yardım edeceğini beyan ediyor. Coca Cola’nın özellikle Hindistan’daki su varlıklarına yönelik, şirketin şişeleme havzalarıyla yarattığı doğa katliamları ve buna bağlı olarak gerçekleşen ölümler hafızalardayken, bu tarz bir anlaşmayla Coca Cola’nın ne yapmaya çalıştığı açık. WWF’in yöneticilerinin “şirket geçmiş hatalarından ders çıkartıp, daha önce hiç fon verilmemiş bir alana fon vermeleri önemlidir” açıklamaları, bu anlaşmanın arkasındaki niyeti belli ediyor.

Greenwashing Ya da Eko-emperyalizm
Jay Wetervelt, 1986’da terimi hotel endüstrisine ilişkin bir uygulama için kullandı. Wetervelt, bu terimle hotellerde o dönem yeni başlamış bir uygulamadan söz ediyordu. Uygulamaya göre, artık havlular çöpe atılmadan, “yıkanarak” tekrar kullanıma hazır hale getiriliyordu. Hotel işletmecileri, bu yöntemin “doğayı korumak ve enerji tasarrufu yapmak için” kullanıldığını belirten “yeşil çamaşırhane kartları”nı odalara bırakıyordu. Oysa, Wetervelt birçok işletmede herhangi enerji tasarrufu örneğine rastlanmadığını vurguladı. Dahası, bu yöntemin hotel müşterilerinin hoşuna gittiği ve hotellerin karlarını arttırdığıydı. Yani “yeşil kampanya” kar için kullanılan bir yöntem haline gelmişti. Wetervelt, bu gibi “doğaya duyarlı” gibi hareket edip karının artmasını hedefleyen her şirket eylemini greenwashing (yeşil yıkama/aklama) diye isimlendirdi.

Doğaya duyarlı bankalar, havayı kirletmeyen otomobiller, ormanların tahribatına karşı alınan her ürünle bir fidan dikimi, geri dönüşümü daha kolay maddelerden ürün poşetleri… Benzeri birçok kampanya ile birçok şirketin, doğaya ne kadar da duyarlı olduğunu görüyoruz! Büyük şirketler bu görünürlüğü sağlamak adına, en az 300 milyon dolarlık reklam harcaması yapıyorlar. Neden? İnsanların “doğaya duyarlı” ürünler tercih etmesi artan bir hızla yaygınlaşırken, şirketler de politikalarını buna göre değiştiriyor.

Çevre hareketi, ABD’de yıllık 4 milyar dolarlık, küresel çaptaysa 8 milyar dolarlık bir endüstri. Bu endüstride sadece büyük şirketler yer almıyor. WWF, Greenpeace gibi kuruluşlar da yer alıyor. Bu kuruluşların gönüllülük yoluyla insanlardan sağladığı gelir, büyük şirketlerin destekleriyle kıyaslanınca çok küçük kalıyor. Örneğin WWF’in 2007’de Küresel Ağ’ından sağladığı gelir 0.8 milyar dolar. Tabi ki bu durum, zaten siyasi elitler ve güçlü şirketlerin kurduğu WWF için şaşırtıcı değil. WWF gibi kurumların önceliği “doğal” olarak kendini destekleyen şirketlerin ve elitlerin küresel politikaları olacak.

WWF’in toplamda 90 ülkede ofisi var. Bu kadar yaygın bir ağ ile hareket eden kurumun (ve benzeri diğer “doğayı koruyalım” kurumlarının da) küresel politikaları, ekolojiye duyarlı toplumsal muhalefet arasında eko-emperyalizm diye adlandırılıyor. Bu eko-emperyalist politikaların en bilindik örneği ise, WWF’in Moğolistan’daki faaliyetleri ile ilgili. “Yasadışı avlanma, su kaynaklarının kirletilmesi, madenler ve buna bağlı zehirli kimyasal atıklar” gibi konularda Moğolistan coğrafyasında önceliklerini belirleyen WWF, özellikle madencilikle ilgili kaygılarını kendi web sitesinde belirtiyor. Tabi ki bu kaygıları ortaya atarken, Moğolistan’ın “kalkınmasında” önemli rol oynayacak madenciliğin, “bu işi bilenlerin” denetiminde gelişmesini istiyor. Ve bu doğrultuda, Asya Kalkınma Bankası ve Transparency Vakfı’nın fonlarıyla bir model hazırlıyor.

Asya Kalkınma Bankası, Dünya Bankası’yla yakın ilişkisi olan, ancak ortaklığını ABD, Japonya, Çin ve Hindistan’ın yürüttüğü “Asya’yı ekonomik açıdan geliştirmeyi amaçlayan” bir kuruluş. Özellikle ABD ve Japonya, kuruluşun ekonomi politikaları üzerinde belirleyici etkiye sahip. Temel politika, “kaynakların” küresel şirketlerin yönlendirdiği bir programla gelişmesi. Transparency Vakfı ise, 2000’lerin başında Britanya’da, Birleşmiş Milletler Gelişme Programı ve Dünya Bankası’nın desteğini alarak, “hayırsever bir vakıf” tarafından oluşturuldu. Vakfın amacı dünyanın her yerinde demokrasinin gelişimine katkıda bulunmak. Moğolistan’da bu iki büyük küresel kurum, WWF aracılığıyla hem ekonomiyi hem de demokrasiyi geliştirmeyi hedefliyor!

Televizyonlarda, reklam panolarında ya da internet üzerinde yaygınlaşan “yeşil” furyasının bu kadar artmış olması, genel olarak artan bir “doğa duyarlılığı”na işaret etmiyor. Ya da WWF gibi kuruluşların gerçekleştirdiği Dünya Saati gibi ses getiren kampanyaları, bir bilinç oluşturma girişimleri değil. Dahası bu ve benzeri etkinlikler, küresel şirketleri bir yandan “iyi gösterme” çabasıyla oluşturulmuş aklama, öte yandan kapitalist politikaların gizleneceği bir zemin olma özelliği taşıyor. WWF gibi kurumların sadece faaliyetleri üzerinden bir değerlendirmeye girmeden, kimlerin ne amaçla bu kurumları oluşturduğunun sorgulanması, kendi muhalefetini oluşturmaya soyunan kapitalizmi anlamak açısından önem taşıyor.

Not: Yazıda geçen iddialara ilişkin referanslar için;
http://www.spiegel.de/international/world/wwf-helps-industry-more-than-environment-a-835712.html
http://www.thenation.com/article/wrong-kind-green#

Panda Porn: The Marriage of WWF and Weyerhaeuser


http://thesietch.org/mysietch/keith/2008/01/15/wwf-buy-yourself-a-new-corporate-image-part-1/
http://www.zcommunications.org/wwfs-eco-imperialism-by-michael-barker

Alp Temiz
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Truva Atı”ndan “Truva Pandası”na – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/10/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-truva-atindan-truva-pandasina-alp-temiz/feed/ 0
Ya tutarsa… – Özlem Arkun https://meydan1.org/2013/05/09/ya-tutarsa-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2013/05/09/ya-tutarsa-ozlem-arkun/#respond Thu, 09 May 2013 18:06:30 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/09/ya-tutarsa-ozlem-arkun/ Tamı tamına 45 milyon lira… Peki, 45 milyon lira ile ne yapılır? 5 liralık banknotlar olarak bozdurup uç uca eklerseniz İstanbul’dan Macaristan’a yol yaparsınız. Yan yana dizerseniz Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın zeminini 10 kez kaplayabilirsiniz. “Bana çıkarsa çatır çatır yerim” diyorsanız her gün 2000 lira harcayarak, 62 yıl geçirebilirsiniz. Gayrimenkule yatıracaksanız, 45 milyon lira ile […]

The post Ya tutarsa… – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Tamı tamına 45 milyon lira…
Peki, 45 milyon lira ile ne yapılır?
5 liralık banknotlar olarak bozdurup uç uca eklerseniz İstanbul’dan Macaristan’a yol yaparsınız.
Yan yana dizerseniz Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın zeminini 10 kez kaplayabilirsiniz.
“Bana çıkarsa çatır çatır yerim” diyorsanız her gün 2000 lira harcayarak, 62 yıl geçirebilirsiniz.
Gayrimenkule yatıracaksanız, 45 milyon lira ile 100 bin liralık 450 ev yahut 64 rezidans alabilirsiniz, ya da 68 bin cumhuriyet altını alıp, altınlar içinde yüzebilirsiniz.

***

Önün arkan, sağın solun kapitalizmin fırsatlar rüyası…

Ya sana çıkarsa? Ya tutarsa?

Bu satılık hayallerden sen de bir tane alıyorsun. “Ver abicim ordan bir çeyrek bilet, bana çeyreği de yeter” diyorsun “Stadı 2,5 kere kaplasam da olur”. Artık bu hayaller senin. İşi bırakabilirsin. Yüzüne bir gülümseme yayılıyor. Patronunu düşünüyorsun, çalıştığın yılları… Uzak bir geçmişte kalmış hepsi, dalıyorsun hayallere… “Parayı bankaya yatırsam zaten faizi yeter. Önce bir ev alıcam. İstanbul’un dışında, Şile’de, evet evet. Sahilde bir ev, sakin. Tası tarağı toplayıp gidicem buralardan. Kimseye belli etmemek lazım. Ortadan kaybolurum. Sonra bir tura çıkarım. Önce Karadeniz’i gezerim, Hopa’ya kadar. Oradan Batum’a geçerim. Gürcistan’a, oradan da Rusya’ya… Tadını çıkara çıkara… Sonra ver elini Avrupa… Venedik, Paris, Roma… Gezerim dünyayı. Sonra dönerim tabi, insanın memleketi gibi olur mu? Bir bahçe yaparım evin yanına; domates, biber hep bahçeden. Biraz toprak da almak lazım tabi. Bir arazi alsam; badem diktirsem evladiyelik… Birkaç dönüm de zeytinlik Gemlik tarafından, güzel olur oralarda sofralık…”

***

Senin bu mütevazı hayallerin birbiri ardına dizilir, çekiliş gününe kadar… Sonra bir el düğmeye basar, belirler talihlileri. Toplar düşer birer birer. Birinci şanslı numara 9, ikincisi 5, sonraki 7…

Tek tek bakarsın, hayaller birbiri ardına uzak, hatta hiç yaşanmamış bir geçmişe doğru kayıp giderken sen patronunu düşünürsün, çalıştığın ve çalışacağın günleri, ayları, yılları. Gerçeğin en keskin hali görünmeye başlar yeniden. Ama yine de kontrol edersin biletini tekrar tekrar… Ve o sırada bir de bakarsın ki biletine amorti çıkmış. “Sevinsem mi üzülsem mi” arasındaki gelgitlerde gider gider gelirsin. Ve ertesi gün senin ve senin gibi binlercesine bir cevap yankılanır sokaklarda: “Amortiler değişir, amortiler amortiler amortiler…”

Kapitalizmin bu fırsatlar rüyasında amortiler değişir, peki ya hayatlar?

Özlem Arkun
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında paylaşılmıştır.

The post Ya tutarsa… – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/09/ya-tutarsa-ozlem-arkun/feed/ 0
Rudolf Rocker’ın “Anarko-Sendikalizm”inden Sendikaların Bugününe https://meydan1.org/2013/05/09/rudolf-rockerin-anarko-sendikalizminden-sendikalarin-bugunune-2/ https://meydan1.org/2013/05/09/rudolf-rockerin-anarko-sendikalizminden-sendikalarin-bugunune-2/#respond Thu, 09 May 2013 13:15:21 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/09/rudolf-rockerin-anarko-sendikalizminden-sendikalarin-bugunune-2/ Sendikalist mücadelenin unutturulmak istenen, anarşist kökenine yaptığı vurguyla ısrarla yok sayılan bir hareket ve düşüncenin kitabıdır Anarko-sendikalizm. İşçi direnişlerini sahiplenmeyen, grev-boykot-eylem noktasında kendini geri çeken; işe ilişkin ufak değişimleri büyük kazanım sayan, işçiye aslan kesilen ama patronun karşısında kuzu olan, direniş ruhunu sendikanın ruhsuz koltuklarında unutmuş; bürokratik hesapların peşine düşmüş, parlamenter kariyer hesaplayan; devrimci niteliğini […]

The post Rudolf Rocker’ın “Anarko-Sendikalizm”inden Sendikaların Bugününe appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Sendikalist mücadelenin unutturulmak istenen, anarşist kökenine yaptığı vurguyla ısrarla yok sayılan bir hareket ve düşüncenin kitabıdır Anarko-sendikalizm.

İşçi direnişlerini sahiplenmeyen, grev-boykot-eylem noktasında kendini geri çeken; işe ilişkin ufak değişimleri büyük kazanım sayan, işçiye aslan kesilen ama patronun karşısında kuzu olan, direniş ruhunu sendikanın ruhsuz koltuklarında unutmuş; bürokratik hesapların peşine düşmüş, parlamenter kariyer hesaplayan; devrimci niteliğini unutmuş birçok sendikaya ilişkin protestolar son birkaç yılda arttı.

İşçiler kimi zaman eylem çadırlarını, kendilerini sahiplenmeyen sendika binalarının önüne kurdular. Kimi zaman bir fabrika işgali gibi, sendika işgalleri gerçekleşti. Artık direnişteki işçilerin karşısında, patron lehine tanıklık eden sendikalar bile var.

İşçilerin örgütlü gücünü gösteren kongrelerde, işçi karşısında ve apolitik bir tavırla sendika bürokrasisini savunan, köşe başlarını tutmaya çalışan “uysal” sendikalar konuşulur oldu.

Sendikalist hareketin tarihsel kökenini oluşturanlar ve onların bıraktığı devrimci geleneği hatırlamak, işçi hareketinde gelinen noktayı geçmişle karşılaştırmak ve devrimci çözümler üretmek açısından önem taşıyor.

Britanya’da 20. yüzyılın başında, sendikalist hareketin örgütleyicisi konumunda olanlar, dünyanın farklı birçok yerindeki işçi direnişlerine büyük bir mücadele geleneği bıraktılar. Bu örgütleyicilerin önde gelen isimleri anarşistti. Sendikalist hareketi etkileyen Genel Grev (General Strike), Emeğin Sesi (Voice of Labor), Sendikalist (Syndicalist) gibi gazeteler anarşist yoldaşların mücadeleleriyle şekillendi. Avrupa’da sendikalizmin şekillenmesine katkıda bulunan Fransa’daki anarko-sendikalistler (CGT), Almanya’da FAUM, İspanya’da CNT, İsveç’te SAC, işçi hareketlerini derinden etkiledi. Bu etki yansımasını ABD’de IWW (Dünya Endüstri İşçileri Örgütü), Arjantin’de FORA (Arjantin Cumhuriyeti İşçi Federasyonu), Meksika’da CGT (Genel İş Konfederasyonu) içinde gösterdi.

Sendikanın, muhalif partilere yardım etme amacı taşımayan; toplumsal devrimin öznesi olduğu pratikleri anarşist sendikalistler aracılığıyla deneyimlendi. Sadece İspanya’da değil, tüm İberya’da devrime gidilmesini sağlayan CNT, bir sendikanın nasıl olması gerektiğini gösterdi. Sadece üretim-tüketim ve dağıtım ilişkilerinin değil, toplumun yeniden yapılandırılmasında oynadığı rolle CNT, halkın toplumsal devrimi yöneticilere bırakmadan nasıl deneyimlenebileceğini gösterdi.

İşte böyle bir mücadelenin Avrupa’da şekillenmeye başladığı bir sırada, Rudolf Rocker İkinci Enternasyonal’e delege olarak katılmıştı. Anarko-sendikalist mücadelesi, tam da bu tarihten yani 1891’den itibaren başlamıştı. Ertesi sene, “yasadışı propaganda” çalışmaları nedeniyle aranmaya başlanınca, sendikalist mücadeleyi etkileyeceği Londra’ya geçti. Burada anarşistlerin çıkardığı İşçi Arkadaş (Der Arbeiter Fraint) dergisiyle ilişki kurdu. Sonraki senelerde derginin editörü oldu. I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de esir tutulan Rocker, 1919’da Almanya’ya döndü. Savaş yılları boyunca gizli faaliyet yürüten savaş karşıtı sendikalistlere katıldı. Daha sonra FAU’ya (Özgür İşçi Birliği) dönüşecek bu hareketin önemli bir isimlerinden oldu. Nazilerin baskısı sonucu, İsviçre, Fransa ve oradan da ABD’ye göç eden Rocker, anarşist hareket ve anarko-sendikalist örgütlenmeye burada da katkıda bulundu.

Emma Goldman’ın ısrarıyla yazdığı Anarko-sendikalizm kitabı, sendikalist mücadele tarihinde anarşizmin etkisini anlamak adına büyük önem taşıyor. 1938’de Almanya’da Secker ve Warburg tarafından basılan kitap, aynı tarihlerde İngiltere’de Ray E. Chase çevirisi ve İspanya’da Diego Abad De Santillan çevirisi ile yayımlandı. İspanya’daki toplumsal devrim, kapitalizme ve faşizme karşı anarşist mücadeleden bahseden bir başyapıt olarak nitelendirilen kitap, daha sonra, 1947’de Hindistan’da Modern Publishers, 1972’de ABD’de Gordon Press, 1987’de Britanya’da Phoenix Press, 1989’da Britanya’da Pluto Press ve 2004’te Britanya ve ABD’de AK Pres tarafından basılmıştır. Kaos Yayınları’ndan 2000’de çıkan kitap, H. Deniz Güneri’nin çevirisiyle yayımlanmıştır.

Martynn Everett’in anarko-sendikalist hareketin tarihi ve bugünle bağından kısaca bahsettiği önsözüyle kitap yedi bölümden oluşuyor.

Everett, önsözde Rocker’ın sendikalist hareketin örgütlenmesi noktasında yaptığı katkılardan bahsederken anarko-sendikalizmi, sınırlı amaçları olan dar bir ideal olmak yerine, kapitalizmin yıkılması ve toplumun, toplumsal olarak kendi kendini yönetmesi olarak tanımlıyor.

Sınıf savaşının, post-modern dünyada marjinal kaldığı, sisteme entegre olduğu, önemini yitirdiğini düşünenlere, sınıfın endüstriyel sistemdeki merkezi ilişki konumunu bu önsözde hatırlatan Everett’i takiben, Rocker anarko-sendikalizmi altı bölümde ayrıntılarıyla ele alıyor.

Amaç ve hedeflerin anlatıldığı ilk bölümde, anarşizmin ekonomik temeller, politik ve toplumsal baskı kurumları ortadan kaldırıldıktan sonra, toplumsal bir dönüşümü gerçekleştirirken nelerin hedeflendiğinden bahseder Rocker. Toplumun genel çıkarlarını, bireylerin özel çıkarları uğruna feda ettiği bir sistem olarak kapitalizm eleştirilirken, tekellerin ekonomik diktatörlüğü olarak tanımladığı kapitalizmle, totaliter devletin politik diktatörlüğü arasında bir benzerlik kurar. Bu tutarlı devlet karşıtlığı, anarko-sendikalizmin temel ilkelerinden biri olarak kitabın tamamında bahsi geçer. Lao Tse’den Tolstoy’a farklı birçok anarşistin teori ve harekete katkısından bahsettiği ilk bölüm, kısa bir anarşizm tarihiyle sonlanır.

Anarşizmin doğuşunu ve evrimini anlattığı ilk bölümün ardından, işçi hareketlerinin doğuşu ve sendikalizmin öncüllerinden bahseder. 18. yüzyıl İngiltere’sinde çitleme yasası, makineye dayalı yeni üretim biçimi, fabrika köleleri, çocuk emeği sömürüsü, grevler ve Ludizm de dahil olmak üzere geniş kapsamlı proletaryanın toplumsal ve ekonomik kökenleri anlatımı yapar. Robert Owen, Enternasyonal, Jura Federasyonu ve St. Imier, işçi hareketlerinin oluşumu ve gelişimini anlamak adına bölüm önem taşır. Anarko-sendikalizmin amaçlarını tartıştığı bölüm, sendika hareketlerinin günümüzde konumlanışına eleştirel bir perspektiften görebilmek adına ayrıca önemlidir. Burjuva devletlerin politikasına katılmanın, işçi hareketlerini hedeflerine yaklaştıramayacağının belirtildiği, parlamenter politikaya katılımın eleştirildiği bu bölümdeki eleştirilerin güncelliği kitabın öngörülülüğünü anlamak açısından belirtilmesi gereken bir noktadır. Sadece toplumun ihtiyaçların karşılanması noktasında değil, toplumun işleyişinin örgütlü bir şekilde gerçekleşeceği yerel örgütler olma durumu, sendikayı toplumsal bir devrimin pratikleyicisi yapar Rocker’a göre. CNT’nin İberya’daki faaliyetleri, anarko-sendikalizmin amaç ve hedefleri, bu toplumsal algıyla nasıl gerçekleştirdiğinin resmidir. Bölüm sonunda ayrıntılarıyla CNT’den bahseden Rocker, yöntemlerden bahsettiği bölümde de anarko-sendikalizmin evrimini ele aldığı son bölümde de CNT deneyimini iyi sergiler.

Rocker’ın Anarko-sendikalizm kitabı, sadece dünyada sendikalist mücadelenin tarihini, anarko-sendikalizmi ve pratiklerini anlamak ya da öğrenmek adına okunacak bir kitap değildir. Yazının başında bahsi geçen sendikal mücadele sorunlarının tekrar ele alınması adına da önemli bir kaynak niteliği taşıyor. Üç yüzyıllık bir mücadelenin oluşmasında anarşist bir duruşun, devlet ve kapitalizm karşıtlığının gerekliliğinin görülmesi ve Haymarketleri yaratan anarşist işçilerin unutulmaması adına da önemli bir kitaptır. Sendikalist mücadelenin unutturulmak istenen, anarşist kökenine yaptığı vurguyla ısrarla yok sayılan bir hareket ve düşüncenin kitabıdır Anarko-sendikalizm.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post Rudolf Rocker’ın “Anarko-Sendikalizm”inden Sendikaların Bugününe appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/09/rudolf-rockerin-anarko-sendikalizminden-sendikalarin-bugunune-2/feed/ 0
Anketler Niçin Yapılır? – Mercan Doğan https://meydan1.org/2013/05/08/anketler-nicin-yapilir-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2013/05/08/anketler-nicin-yapilir-mercan-dogan/#respond Wed, 08 May 2013 11:18:16 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/08/anketler-nicin-yapilir-mercan-dogan/ A) Fikirlerimizi Etkilemek İçin B) Seçme Şansımız Olduğuna İnanmamız İçin C) Politikalarını Empoze Etmek İçin D) Siyaset Yaptığımızı Sanmamız İçin E) Artık sadece yerel ve genel seçimler öncesi birer veri kaynağı olmaktan çıktı anketler. Özellikle son 2 sene içinde yapılan kamuoyu araştırmaları aracılığıyla “vatandaş”ın, sadece hükümetin ya da muhalefetin yaptıklarını beğenip beğenmediği tartışılmıyor. Güncel siyasi […]

The post Anketler Niçin Yapılır? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
A) Fikirlerimizi Etkilemek İçin
B) Seçme Şansımız Olduğuna İnanmamız İçin
C) Politikalarını Empoze Etmek İçin
D) Siyaset Yaptığımızı Sanmamız İçin
E) Artık sadece yerel ve genel seçimler öncesi birer veri kaynağı olmaktan çıktı anketler. Özellikle son 2 sene içinde yapılan kamuoyu araştırmaları aracılığıyla “vatandaş”ın, sadece hükümetin ya da muhalefetin yaptıklarını beğenip beğenmediği tartışılmıyor. Güncel siyasi meselelere ilişkin anketlerle toplumun görüş, tutum ve kanaatleri birer istatistiki veri haline dönüştürülüyor. Bu kamuoyu araştırmaları aracılığıyla dönemin toplumsal siyasi eğilimi belirlenmiş oluyor. Bu siyasi eğilim, siyasetçiler açısından gittikçe artan bir şekilde önemseniyor. Anketler, işletilen politikaların başarısını ölçmek adına az maliyetli, geri dönüşü her türlü olumlu, “nesnel” bir bilgi toplama işlemi.

Anket verilerine ilişkin Tayyip Erdoğan’ın “Anketleri yaptırmayan bir siyasi partinin nereden nereye geldiğini görmesi mümkün değildir.” sözü, “müzakere süreci”ne ilişkin farklı kamuoyu araştırma şirketlerinin yaptığı anketler ve bu anketlerin yorumlarını içeren gazete haberleri ve televizyon programları, kamuoyu araştırmalarının ulaştığı boyutu görmemiz açısından önem taşımaktadır. Kamuoyu araştırmalarının ulaştığı boyut, tabi ki sadece gündelik siyaseti etkileme gücünü elinde bulunduran televizyon programları ve gazete haberlerini bu kadar meşgul etmesiyle ilişkili değil.

Kamuoyu Araştırmaları
Yirminci yüzyılın başlarında ABD’de, kamuoyu araştırmaları ilk kez gazeteler tarafından başkanlık seçimlerinde ne olacağını belirlemede kullanıldığında, tarihsel süreç içinde bu durumun nereye evrileceği ve siyaseti nasıl şekillendirileceği tahmin edilmiyordu. Yerel gazetelerden, ABD çapında yaygınlaşan ulusal yayın organlarına geçildiğinde; toplumsal ve siyasal olaylara yönelik artan ilgi kamuoyu araştırmalarını daha kapsamlı bir hale getirdi.

1936 senesinde George Gallup’un Roosevelt’in başkan olacağına yönelik tespitiyle beraber kamuoyu araştırmalarının niteliği değişti. İtibar edilmeyen kamuoyu araştırma şirketleri, saygın bir hale gelirken, şirketlerin kullandığı yöntemler her geçen sene gelişti.

Siyasette bu kadar saygın hale gelen kamuoyu araştırma şirketleri, aslında reklam şirketlerinin alt birimlerinden ibaretti. Reklama yapılan harcamalar arttıkça, şirketler bu alana yapılan yatırımlardan nasıl verim aldıklarını ölçmek için “pazar araştırma” bölümlerini kurmuşlardı. 1927’de iş adamı David Starch’ın kurduğu şirket, ilk pazar araştırma şirketiydi. Bu pazar araştırma şirketleri, zamanla kamuoyu araştırma şirketlerine dönüşüp belirli siyasi konularda ve belirli zaman aralıklarıyla araştırma yapmaya başladırlar.

Türkiye’de kamuoyu araştırmalarının, 1980’lere kadar yabancı şirketler tarafından yaptırılıyor oluşu da; bu tarihten sonra ilk araştırma şirketlerinin kurulması da bu yüzden rastlantı değildir. Bu araştırmaların yapılması için “serbest” ve “rekabetçi” bir ekonomik sistemin ortaya çıkması beklenmişti. Araştırma yapılacak bir pazar kurulunca, şirketler de beraberinde geldi.

Şirketler Ne Araştırır?
Kamuoyu araştırma şirketlerinin, reklam şirketlerinin bir alt birimi olarak kurulmuş olması ne açıdan önemli? Anketlerle hedeflenen sonuçlar ve kullanılan yöntem mantığını anlamak açısından kamuoyu araştırma şirketlerinin kökeni önem taşıyor. Reklam şirketleri, tüketim kültürünün hızla artması (tüketimin bir kültür olarak belirginleşmesi) ile doğrudan ilintili. Kapitalizmin yaygın hale gelmesinde, yarattığı kültürün kabul edilmesinde reklamların rolü çok büyüktür. Pazar araştırma şirketlerinin elde ettiği veriler, şirketler tarafından önceden belirlenen stratejilerin doğru işleyip işlemediğini, halkın bu stratejilere yönelik nasıl tepki verdiğini anlamakta kullanılır.

Yani, pazar araştırmaları “müşteri memnuniyeti”nden ziyade insanların tüketim eğiliminin belirlenip belirlenmediğini ölçmek üzere yapılır. Bu noktada, araştırmaya maruz kalan kişi edilgen durumdadır. Düşündüklerinin, belirlenen kapitalist eğilime ne kadar yaklaşıp yaklaşmadığı ölçülür. Yaklaşmadıysa, piyasaya yeni ürünler sunulur. Kişinin seçimleri, düşünceleri, benliği değişene kadar bu araştırmalar sıklaştırılır ya da ürünler değişir.

Kamuoyu araştırmaları da aynı mantığın bir uzantısıdır. Araştırmalarla elde edilen veriler, yönetme iktidarını elinde bulunduranlarca dikkatle alınır. Veriler siyasi iktidarın politikalarının halkın eğiliminin belirlenmesi noktasında ne kadar başarılı olduğunu görmekte kullanılır. Planlanan siyasi hedefler doğrultusunda halkın siyasi seçimlerinin ve düşüncelerinin değişimi beklenir. Bu değişim, siyasi iktidar bireyler tarafından meşru olarak göründüğü sürece mümkündür. Anket gibi kamuoyu araştırmaları, sunulan “siyasi ürünlerin” halk tarafından kabullenilmesi için yapılır. Kamuoyu araştırmaları sonucu, halkın siyasal beklentilerine uygun politik ürünler sunacak iktidarın, bu beklentileri belirleme etkisi, anketlerin çok da konuşulmayan tarafıdır. İstatistik biliminin siyasete armağanındaki kilit nokta, anket yapılan kişinin değişkenliğidir. Anket sonucu yoğunluklu olarak vatandaşın değişmesi ve bu siyasi iktidarı meşru görmesi hedeflenir.

Demokrasi Ölçüsü; Anketler
Özellikle “temsili demokratik” ülkelerde, temsilci seçilen partinin uyguladığı tüm politikalar belli aralıklarla vatandaşlara sorulur. Uygulanacak politikaya ilişkin genel bir hoşnutsuzluk durumunda, hükümet konumundaki parti bu politikayı uygulamaktan vazgeçebilir. Uyguladığı herhangi bir politikaya ilişkin “vatandaşlarının” düşüncesini öğrenmek isteyebilir. Buradan çıkan verilere göre politika farklılığına gittiğinde meşruluğunu pekiştirmiş olur. Dolayısıyla, vatandaşlarının istediği gibi bir temsilci olabilme statüsüne kavuşur. Bu durum, o devleti yeterince “demokratik” kılar. Tabi ki bu durum devletler arası siyasi bir karizma kazanımıdır. Böylelikle siyaseten demokratik değerlere sahip devlet, bu evrensel değerleri tekrar üretir. Ve bu değerler daha nesnel değerler haline dönüşür.

Devletler sisteminde, bu tarz bir siyasi yapılanmaya sahip birçok batılı devlet, model konumundadır. Batılı olmayan devletlerin demokratiklik noktasında ne durumda olduğu, bu kamuoyu araştırmalarına ne kadar önem verip vermediğiyle ölçülür.

Yönlendirilebilirlik
Anketlerin alametifarikası, sonuçlarının ne olduğu değildir. Bu sonuçların etkileri ve kamuoyunu değiştirebilme gücüdür. Herhangi bir siyasi meseleye ilişkin anket sonuçlarının medyada yayınlanıyor oluşu, halkın nesnel bilgiye ulaşması vb. etik ilkelerle hiçbir şekilde alakalı değildir. Hedeflenen “gerçek” bilgiymiş gibi yansıtılan sonuçların, bireylerin siyasal eğilimleri üzerindeki etkisidir.

Burada sorun olarak görünen nokta, yapılan anketlerin sonuçlarının yanlı ya da yansız olması değildir. Siyasi hakikatlermiş gibi, görsel-basılı medya tarafından yansıtılan “bilimsel” araştırmaların halk üzerindeki etkisidir. Anket sonucundan hoşlansın ya da hoşlanmasın, iktidarı olumlayabilecek herhangi sonuç, bireyin gözünde siyasi iktidarı meşrulaştırmış olacaktır. Çünkü siyasal iktidar meşruluğunu, bu tarz bir sistematiğin bir parçası olmak zorunda bırakılan bireyin varlığından alır. Yani anketlere verilen her yanıtla birey, var olan yapının parçası olur.

Kamuoyu araştırmalarına katılan herhangi bir kimse, konuştuğu ya da eleştirdiği sonuçlar olsa da, araştırmaya dahil olduğundan dolayı yapılan araştırmayı olumlamıştır. Örneğin oy vermediği siyasal partinin hükümet olmasını eleştirse de, seçim sisteminin ya da siyasal katılımın sadece oy kullanmaktan ibaret olmasının, “oy kullanan vatandaş” için sorun olmaması gibi.

Aslında anketlerin yönlendirme etkisinin bulunduğu olgusu, istatistikçiler açısından da sıkça değinilen bir olgudur. “Güçlüden yana olma” özelliğinin insanı, genelin söylediğini olumlamaya ittiği de vurgulananlar arasındadır. Ancak bütün bu insanın doğasına ilişkin önyargılarla dolu psikolojik açıklamalar bir kenara, yapılan anketlerin, kamuoyu araştırmalarının devletlere geri dönüşünün ne olduğunun iyi gözlenmesi gerekir.

İletişim araçlarının ve teknolojinin ulaştığı boyut, bu gibi kamuoyu araştırmalarının sıklaşmasına ve bir siyasi ölçü olarak kullanılmasına zemin hazırlamaktadır. Bu iletişim araçlarının ve teknolojinin hat safhada olduğu devletler de halkın yönetime daha fazla katıldığı vurgusuyla “demokrasicilik” yalanı atılıyorken, aynı pazar araştırmalarında olduğu gibi siyasi ürünlerin hedef kitleleri ve bu hedef kitle üzerindeki etkileri daha imalat aşamasında bellidir. Ürünlerin etkileriyle uyumlu eğilimleri olan “vatandaşlar” yaratma isteğini taşıyan iktidarlar, bu amaçlarına ulaştıkları ölçüde bilimin, teknolojinin, demokrasinin ve siyasi gerçekliğin belirleyeni olacaklardır.

Özellikle iki dünya savaşı arasında gelişen propaganda tekniklerinin ulaştığı son nokta, kendini nesnel istatistiki veriler üzerinden temellendirmeye çalışan devletlerdir. Yaşadığımız coğrafyada hegemonyasını sürdüren devlet de aynı “demokrasiclik” oyununu oynarken, kendini nesnel verilerle meşrulaştırmaya ve yaptığı anketler doğrultusunda belirleyeceği siyasi eğilimlerle yeni prototip vatandaşını oluşturmaya çalışıyor.

Son dönemde, özellikle yaşadığımız coğrafyada siyasi gündeme etkisi düşünüldüğünde kamuoyu araştırmalarına yönelik ilginin altında yatanlar dikkate alınmalı. Nesnel doğrularmış gibi sunulan bu propagandanın verilerinin ötesi sorgulanmalı. ABD başkanlık seçimlerinde istatistiklere yansıyan 119 milyon seçmene karşı oy kullanmayan 94 milyon kişi istatistik dışında bırakıldı. Devletin “siyaset”i içinde yer almayanlar, kamuoyu araştırmalarında ortaya çıkan istatistiki verilerden çok daha öte, politik bir gerçekliğin yansıması oluyor.

Mercan Doğan
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anketler Niçin Yapılır? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/08/anketler-nicin-yapilir-mercan-dogan/feed/ 0
Fırsatlar İdeolojisi Kapitalizm – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2013/05/07/firsatlar-ideolojisi-kapitalizm-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2013/05/07/firsatlar-ideolojisi-kapitalizm-huseyin-civan/#respond Tue, 07 May 2013 20:51:51 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/07/firsatlar-ideolojisi-kapitalizm-huseyin-civan/ Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen kötü koşullara sabretmeyi öğütleyen kapitalizm, iyi bir dünya hayalini kapitalist sistemin gereklerini yerine getiren bireylere bir fırsat olarak sunar. TeknoSA, DiaSA, CarrefourSA, Philip MorisSA, Akbank… Sabancı ailesinin tüm bu holdinglere, pazarda limon satarak zengin olduğu söylenen Sakıp Sabancı’nın sıradışı eforuyla sahip olduğu söylenebilir mi? Pazarda limon satışından, küresel ekonomide söz sahibi […]

The post Fırsatlar İdeolojisi Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen kötü koşullara sabretmeyi öğütleyen kapitalizm, iyi bir dünya hayalini kapitalist sistemin gereklerini yerine getiren bireylere bir fırsat olarak sunar.

TeknoSA, DiaSA, CarrefourSA, Philip MorisSA, Akbank… Sabancı ailesinin tüm bu holdinglere, pazarda limon satarak zengin olduğu söylenen Sakıp Sabancı’nın sıradışı eforuyla sahip olduğu söylenebilir mi? Pazarda limon satışından, küresel ekonomide söz sahibi holdinglere uzanan yolda anlatılan, gerçek bir “başarı öyküsü” müdür?

Kapitalist sistemin telkin ettiği budur. Fırsatlardan yararlanmayı bilirsen, sen de “iyi” bir hayata sahip olabilirsin. Kapitalizm içerisinde zengin olmayı başaranların, bu yoldaki öyküleri benzerdir: Aslında kötü koşullardan sıyrılman için birçok fırsat, yeni bir yaşama başlamak için birçok yol vardır. Eğer sen de fırsatları iyi değerlendirirsen, daha iyi bir yaşam hayal değildir.

Peki, öyleyse neden bazıları başarı öykülerinin meyvelerini toplarken, bazıları kötü koşullar içinde yaşamak zorundadır?

Kötü koşullar-İyi koşullar
Bugün dünyada bir milyara yakın kişi açlık sınırının altında yaşamak zorunda, dört milyon insan bulaşıcı hastalıklar sebebiyle hayatını kaybediyor, sekiz yüz milyona yakın insan içecek suya erişemiyor, beş yüz milyon insan ise işsiz. “Fırsatları değerlendiremeyen” milyarlarca insan işsizlik, yoksulluk, sefalet, ekonomik sömürü, toplumsal baskılar, savaşlar, zorunlu göçler, ekolojik yıkımlar kıskacında yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu kötü koşulların hepsi ekonomik ve siyasi iktidarlar tarafından yaratılıyor. Zaten bu ekonomik ve siyasi iktidarlar da varlıklarını, bu kötü koşullara dayandırıyor. Bu arada yaratılan bu kötü koşullar, insanlara normalmiş gibi sunuluyor. Yoksulluk zenginlik, sefalet refah, açlık tokluk gibi zıtlıklar, hayatın kendinde var olan karşıtlıklarmış gibi insanların gözünde doğal kılınıyor ve sayısız insan adaletsizliğin kendisi olan bu “doğal zıtlıkların” içinde yaşamaya mahkum bırakılıyor.

Peki, yarattığı sömürü koşullarını yaşamın gerçekliği olarak insanlara kabul ettirmeye çalışan kapitalizmin, kendi sistemini doğal kılmaya çalışmasının altında ne yatıyor? Kapitalizm yarattığı bu olumsuzlukları doğal göstererek, kendi varoluş kaynağını kaybetmemeye çalışıyor. Dolayısıyla kapitalist sistem içinde yaşayanlar, bu koşulları içselleştirerek böylesi bir yaşama ikna oluyor.

Tabi ki bu ikna olma durumu sadece her olumsuz koşulun doğal görülmesiyle alakalı değil. İşte tam da bu noktada kapitalizmin ideolojik yanı devreye giriyor. Kapitalizmin ideolojisi dendiğinde bahsedilen, yüzyıllardır bu ekonomik sistemin siyasal alanda yansıması olan liberalizm değil. Liberal değerlerin açlık, zorunlu göç, işsizlik gibi olumsuz koşullara katlanılmasını içselleştirtebilecek bir pratik yansıması yoktur. Bu değerlerin hepsi, bu olumsuz koşullara maruz kalmayan bir grup insan tarafından yüceltilirken, aynı değerleri ezilenlerin sahiplenmesi beklenilemez.

Kapitalizm kendi ideolojisini, ekonomik pratikler üzerinden kabul ettirir. Ezilenler için, kapitalist sistem içerisinde erişebilinecek iyi koşullar yanılsaması yaratır. Yani ezilenlerin mustarip olduğu durumlardan kurtulmasının mümkün olduğu yalanını atar. “Ne kadar kötü bir hayat yaşarsan yaşa, bundan kurtulma ihtimalin her zaman vardır, neticede her şey senin elindedir” yalanını atan kapitalizm, bu yalanla kötü koşullarda yaşayanları içinde bulundukları hayata ikna eder. Kendi ideolojik etkisinin alameti farikası da burada yatar. Kötü koşullar gerçeğinden iyi koşullar yanılsamasına “fırsatlar” aracılığıyla geçilir.

Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen kötü koşullara sabretmeyi öğütleyen bu ideoloji, iyi bir dünya hayalini kapitalist sistemin gereklerini yerine getiren bireylere bir fırsat olarak sunar. Kapitalist değerler olan rekabetçilik, bencillik, hırs ne kadar içselleştirilirse bu fırsatlarla beraber, kapitalist bir dünyada daha iyi konumda olmanın mümkün olduğu yalanı atılır. Bu sistemde yoksulsundur, ancak kapitalizmin sunduğu fırsatlardan yararlanıp zengin olabilirsin. Hatta bu fırsatları iyi değerlendirirsen daha da zenginleşebilirsin. Sokakta yaşıyor olabilirsin, ancak kapitalizmin cazip fırsatlarından yararlanıp ev sahibi hatta emlak zengini bile olabilirsin. Eğer yararlanmayı bilirsen, fırsatlar da fırsatların yarattığı imkanlar da sonsuzdur!

Kapitalizmin İdeolojik Yalanı: Fırsat Eşitliği
Fırsatların kullanılması noktasında herkesin eşit olduğunu söyler kapitalizm. Yani ayrım yapmaz. Dil, din, ırk, cins… Herkes, fırsatları kullanmayı bilen herkes kapitalizmin bol ışıklı, renkli, gösterişli dünyasında yer bulabilir. İçinde bulunulan kötü koşullardan “herkes” çıkabilir. Ne kayırmaca vardır kapitalist sistemin fırsatlar dünyasında, ne torpil, ne hak yeme! Fırsatları değerlendiremeyenler vardır, onlar da kötü koşullara müstahaktır!

Fırsat eşitliği yalanıyla kapitalizm, aynı zamanda, ezilen insanların içinde bulundukları konumu hak ettiği inancını empoze etmeye çalışır. Onun fırsat eşitliğinin altında yatan; dil, din, ırk, cins ayrımı yapmadan herkesi sömürmesidir. Bu ekonomik, siyasi ve toplumsal sömürüyle çaresiz kıldığı bireyleri, “fırsatlar dünyası”, “fırsat eşitliği”, “zengin olabilme özgürlüğü” adı altında kandırıp, sömürüsünü daha yoğun bir şekilde sürdürebilme olanağı yaratmak ister.

Sabancı’nın, Koç’un, Ülker’in nasıl zengin olduğu kapitalizmin ne fırsat yalanıyla ilgilidir ne de fırsat eşitliğiyle ilgilidir. Ekonomik iktidarları bu coğrafyanın dışına taşan tüm zenginlerin hikayesi ortaktır. Onlar anlatıldığı gibi ”fırsatları değerlendirerek” değil, kapitalizmin bu coğrafyaya özel politikası “devlet eli”yle zenginleştirilmişlerdir. Hiçbiri limon satarken, ayakkabı boyarken ya da garsonluk yaparken “fırsatları değerlendirerek” zengin olmamıştır. Onların zenginliği işçileri on saatten fazla çalıştırmaktan, sömürünün en vahşi koşullarında ezmekten gelir. Bütün hukuksuzluklarına devlet göz yummuş, hatta fabrikalar, araziler devlet eliyle peşkeş çekilmiştir. Ne vergi alınmıştır ne kesinti yapılmıştır. Anlatılanın aksine, hiçbiri kapitalizmin fırsatlarından yararlanıp zengin olmamıştır.

Kapitalizmin bu ideolojik yalanının mantığı, bir grup kapitalist elitin yararına olanların artmasıyla toplumun yararına olanların artacağına dayanır: Pasta ne kadar büyürse, herkesin payı farklı olsa da bütün paylar büyüyecektir. Bu payı büyütme işi, “kötü koşullardan iyi koşullara fırsatları kullanarak kurtulacakların” çabasına bağlıdır. Çünkü kapitalistlerin payını büyütenler, bu fırsatlardan sürekli bir şekilde yararlanarak kötü koşullardan kurtulmaya çalışan, ancak hiçbir zaman kurtulamayan ezilenler olacaktır.

Kapitalizmin yarattığı bu ekonomik, siyasi ve toplumsal sömürü koşullarından kurtuluş, biraz daha iyi koşullarda yaşama razı olmaktan, sabretmekten, şükretmekten değil, kapitalizmin yarattığı bu koşullara ve onun ikna yöntemlerine karşı mücadele etmekten geçer.

Hüseyin Civan
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post Fırsatlar İdeolojisi Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/07/firsatlar-ideolojisi-kapitalizm-huseyin-civan/feed/ 0
Fırsatlar Dünyasına Yolculuk – Merve Arkun https://meydan1.org/2013/05/07/firsatlar-dunyasina-yolculuk-merve-arkun/ https://meydan1.org/2013/05/07/firsatlar-dunyasina-yolculuk-merve-arkun/#respond Tue, 07 May 2013 16:33:59 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/07/firsatlar-dunyasina-yolculuk-merve-arkun/ Bir otobüs; içinde yeni bir hayata başlayacak olmanın verdiği “umut”la, bilinmezliğe doğru yol alan dokuz erkek. İş bulmak ve yoksulluktan kaçmak için İsveç’e kaçak işçi olarak göç eden dokuz erkek. “Medeniyet”in ortasında sıkışmış bir Otobüs’ün içinde, kapının özgürlüğe açılmasını bekleyen dokuz erkek. Yeni bir hayat umuduyla, Stockholm yollarına düşen dokuz erkeğin hikayesini anlatan bir film, […]

The post Fırsatlar Dünyasına Yolculuk – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Bir otobüs; içinde yeni bir hayata başlayacak olmanın verdiği “umut”la, bilinmezliğe doğru yol alan dokuz erkek. İş bulmak ve yoksulluktan kaçmak için İsveç’e kaçak işçi olarak göç eden dokuz erkek. “Medeniyet”in ortasında sıkışmış bir Otobüs’ün içinde, kapının özgürlüğe açılmasını bekleyen dokuz erkek.

Yeni bir hayat umuduyla, Stockholm yollarına düşen dokuz erkeğin hikayesini anlatan bir film, Otobüs. 1974 yılında Tunç Okan tarafından çevrilen Otobüs filmi, bu coğrafyada uzun yıllar boyunca yasaklı kalmış, gösterime girememişti. Aslında filmin çekildiği dönemde anlattığı, “umuda yolculuk”un ümitsizliğine bakılacak olunursa, filmin yıllarca saklanması ve gösteriminin yasaklanması şaşırtıcı değildi.

1961 yılında Almanya ile imzalanan “Türk İşgücü Antlaşması” ile ilk resmi iş göçünü yaşadı bu coğrafyanın insanları. Aynı yıl Almanya’ya göç eden 6.700 kişi, yeni bir hayata başlamak için düştü yollara. Ailelerini, geçmişlerini, kültürlerini bırakıp, “daha iyi bir yaşam” için Almanya’ya göç eden binler, ne burada kalabildi ne de “oralı” olabildi. Türkiye’ye geldiklerinde “Alamancı”, Almanya’ya gittiklerinde “gurbetçi” olanlar belki de yeni bir hayatın umuduyla “kendilerini kaybetti”.

Yeni Bir Yaşama Göç
Toplumsal, ekonomik, kültürel ya da siyasal herhangi bir sebeple insanların yaşadıkları yerleri terk ederek yeni yerlere doğru hareketliliği olarak ifade edilebilinen göç kavramı, kimi zaman zorunlu(savaş gibi) sebeplerden ötürü yaşanmış olsa da özellikle 20. yüzyılın sonlarına doğru daha da gelişen sanayileşme ile birlikte bir değişim yaşamıştır. “Gelişmiş” ülkelere göç ile sunulan “daha iyi yaşam fırsatı” dünya üzerinde milyonlarca insanı yaşadıkları yerden göç ettirmiştir. Kötü koşullar içinde yaşamaya mahkum bırakılmışların “fırsatları değerlendirerek göç etmesi”, yeni bir yaşama açılan kapı olmuştur.

Dünya üzerindeki toplam göçmen sayısı 214 milyona ulaşmışken, bu sayı dünyanın en kalabalık beşinci ülkesinin nüfusuna eşdeğerken, sunulan “yeni bir hayat fırsatı”nı tekrar değerlendirmek gerekir.

Kapitalizm girdiği her coğrafyada var olanın daha iyisine sahip olmanın mümkün olduğu iddiasıyla, kendini sürekli ve yeniden var eder; onun nimetlerinden yararlanamayanları da “fırsatları değerlendirmeye” çağırır. Çağırılan yer fırsatlar ülkeleri olur, sefaletten sözde kurtuluşun yolu olur. Ancak yaşadıkları yerlerden itilenler, ötelenenler, topraklarını terk ederek “taşı toprağı altın” yerlere göçenler için, yolun sonunda kurtulma ihtimali nerdeyse yoktur. Ekonomik ve sosyal adaletsizliğin kurbanı olup yerlerinden “itilenler”, göç edilecek yerin “çekiciliği”ne aldanırlar.

“Fırsatlar Dünyası”nda Yolculuk
Yoksul dünyalarda geleceklerine “umut”la bakamayanlar, umudun peşinden yollara düşerler. Bu yolculuk her zaman Doğu’dan Batı’ya -gelişmemişten gelişmişe- şeklinde olmayabilir. Göçler yoğunluklu olarak Avrupa dışındaki coğrafyalardan Avrupa’ya ya da Amerika’ya yaşanıyor olsa da “daha iyisine sahip olma” arzusu, göçün hareket doğrultusunu da zamanla etkilemiştir. Bünyesindeki ülkelerin vatandaşlarına “göç serbestliği hakkı” tanıyan Avrupa Birliği içerisinde de birçok kişi Avrupa’nın gelişmemiş kısmı olan doğusundan batısına doğru göç eder. Örneğin Avrupa’nın batısında yaşayan Polonyalılar İngiltere, İrlanda ya da Hollanda’ya göçerken; çok sayıda Romanyalı da İtalya’ya ya da İspanya’ya göçerek yaşamlarını “iyi”leştirmeyi hedefler. Ancak göç serbestliğinin “hak” olmadığı yerlerden göç edenler için, durum bu kadar kolay değildir. Sınırlarını kendi dışındakilere kapatanlar için, yasaklar, tel örgüler, yasalar ve hatta silahlı kuvvetler vardır. Fakat yaşam koşullarını iyileştirmek isteyenler ölmek pahasına da olsa, umutlarının peşinden yollara düşerler.

Çıktıkları yolculuklara kaçak başlayanların, geleceklerine dair taşıdıkları umutlarını en başından kaybetme ihtimalleri vardır. Bindikleri teknelerle uçsuz bucaksız sulara açılanların, o teknelerden inemediği zamanlar olur. ‘80’li yılların sonundan itibaren Ege Denizi’ni aşarak Yunanistan’a gitmek isterken boğulan 2000’i aşkın, geçmeye çalıştığı yollarda mayınlara basarak hayatını kaybeden 100’e yakın, “sınırlarını koruyan polisler” tarafından vurulan onlarca “umut yolcusu”, bu yolculuğu başından kaybedenler olmuştur. O teknelerden inebilmeyi başaranlar içinse yaşanacak ihtimaller sıralıdır: Kaçak olmak, kaçak bir yaşama razı olmak, kendileri için hazırlanmış “misafirhane”lerde mahkum olmak.

Yaşadığı hayattan memnun olmayanlar, bu hayatı değiştirmek isteyenler için imkanlar vardır elbet. Fırsatlar ülkelerine gitmek kolay değildir tabi ama isteyen için bunun da yolları vardır. Dünyanın en çok göç alan coğrafyası Amerika’ya gitmek tabi ki zordur, ama imkansız değil! Mesela Green Card, hayalinin peşine düşenler, “Amerikan Rüyası”nın peşinden koşanlar için bulunmaz bir nimettir. Yeni bir yaşama başlarken, sınırsız oturma ve çalışma izni sağlayacak olan bu kart, “kaçırılmayacak bir fırsat”tır.

Fırsatları değerlendirmeyi bilirsen, açlık, yoksulluk, sefalet kader değildir.

Özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde yaşayanlar; ekonomik, sosyal ve kültürel olarak kötü koşullara mahkum edilenler ve böyle bir yaşamın ”kader” olduğuna inandırılanlar, kapitalizm içinde hayatları boyunca çekecekleri “çile”ye mahkumdurlar. Çünkü hayatlarını “iyi”leştirmek için fırsatları kovalamayanlar için, böylesi bir yaşam ideal olandır.

Sonsuz ihtiyaçların arzulandığı sonsuz tüketim dünyasında, imkanlar da tabi “sonsuz”dur. Asıl önemli olan bu “fırsatları değerlendirmeyi bilmek” ve “imkanları sonuna kadar kullanmak”tır. Eğer “aklını kullanır” ve “paçayı kurtarmak” için çırpınırsan, hayatını da kurtarmak için hiçbir engel yoktur. Ancak tıpkı bindikleri teknelerden inemeyenler gibi, bu fırsatlara asla erişemeyecekler de vardır ki onlar için “yeni bir yaşamla kurtuluş” asla olmayacaktır. Fırsatların peşinden giden umut yolcuları, yeni bir yaşama yelken açarken, ardında bıraktıklarını unutmak zorundadır.

Yaşadıkları kötü koşullardan kurtulmak için çırpınanlara “fırsatlar sonsuzdur” evet ama sonsuz fırsatların peşinden koşup en iyiye ulaşmak da bir o kadar imkansızdır. Hayatları boyunca daha iyi koşullar için didinenler, “ideal” olana asla ulaşamayacaktır. Çünkü fırsatları değerlendirirlerse yaşamlarını iyileştirebileceklerine inandırılanlar, ancak bu yolla “kötü koşullar”a ikna edilirler.

Otobüs filminin sonunda, meydanın ortasında duran otobüse hapsolmuş umut yolcuları gibi, “fırsatını bulup” yeni bir hayata göç etmeyi başaranlar da aslında, uğruna çırpındıkları fırsatlar dünyasında hapsolmuştur.

Merve Arkun
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post Fırsatlar Dünyasına Yolculuk – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/07/firsatlar-dunyasina-yolculuk-merve-arkun/feed/ 0
Yoktur Eşin Lüküs Hayat! -Didem Erbak https://meydan1.org/2013/05/06/yoktur-esin-lukus-hayat-didem-erbak/ https://meydan1.org/2013/05/06/yoktur-esin-lukus-hayat-didem-erbak/#respond Mon, 06 May 2013 20:26:18 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/06/yoktur-esin-lukus-hayat-didem-erbak/ “Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh, biraz şansı olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra işçi gelir… “ İzmir İktisat Kongresi öncesi, Mustafa Kemal “Lüküs hayat, lüküs hayat / Bak keyfine yan gel de yat / Ne ömür şey, oh ne rahat / Yoktur eşin lüküs hayat” Nesillerin hafızalarına […]

The post Yoktur Eşin Lüküs Hayat! -Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh, biraz şansı olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra işçi gelir… “

İzmir İktisat Kongresi öncesi, Mustafa Kemal

“Lüküs hayat, lüküs hayat / Bak keyfine yan gel de yat / Ne ömür şey, oh ne rahat / Yoktur eşin lüküs hayat”
Nesillerin hafızalarına kazınmış bu sözleri, “Lüküs Hayat”ı, hepimiz hatırlarız. 1933 yılında Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen, Nazım Hikmet’in ise sözlerini yazdığı Lüküs Hayat opereti, klasikleşmiş bir tiyatro oyunudur.

Yaşamlarını hırsızlık yaparak idame ettiren Rıza ile Tevfik’in girdikleri bir evde kendilerini bir kıyafet balosunun içinde bulmaları ve baloya davetli zenginlerden zannedilmeleriyle başlayan oyun, bu iki karakterin içine düştüğü ortam ve bu ortamın yarattığı çelişkilerden kaynaklanan komik durumlar üzerine kurulmuştur. Ancak Lüküs Hayat’ın bir tiyatro oyunu olmasından öte; oyuna adını veren ve oyunun belkemiği olan Lüküs Hayat şarkısı bir dönemin sosyo-ekonomik analizi niteliğini taşımaktadır.

1929’da patlak vermiş ancak ‘30’lu yıllarda kendini tam anlamıyla hissettirmiş ve bugüne kadar yaşanmış en büyük ekonomik buhran dünya çapında yankılanmaktayken, aynı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti krizi teğet geçmek için çeşitli ekonomik paketler hazırlamıştı. Osmanlı Devleti’nden alınan kötü mirası dönüştürmeye ve “az zamanda çok işler” yapmaya çalışan devletin temel ekonomik hedefi toplumu en kısa sürede kalkındırmaktı. Ve bu doğrultuda, dünya çapında liberal politikaların başarısızlıklarla sonuçlanması sebebiyle devlet, liberalizmin yanında devletçilik politikasını da uygulamaya sokarak yeni bir ekonomik model işletmeye başlattı. Lüküs Hayat şarkısı da tam da bu dönemlerde yazıldı, bestelendi ve sahnelenmeye başlandı.

1930’lu yıllardan itibaren özel sektörle birlikte aktif rol almaya başlayan devlet, ticareti geliştirmek için çok uğraşmış, bu doğrultuda altyapı yatırımlarına ağırlık vermişti.

“Şişli’de bir apartıman,
yoksa eğer halin yaman
Nikel-kübik mobilyalar,
duvarda yağlı boyalar
İki tane otomobil,
biri açık biri değil
Aşçı, uşak, hizmetçiler
Dolu mutfak, dolu kiler”

sözleriyle başlayan Lüküs Hayat şarkısının yazıldığı böylesi bir dönemde, şarkının sözleri de rastlantı değildi tabi ki. Mesela devletin özellikle demiryolları, limanlar ve karayollarında belirginleştirdiği altyapı yatırımları zamanında yazılan Lüküs Hayat şarkısında geçen “kapıda dizili otomobiller” tesadüf olamazdı. Dönemin ekonomi politikalarıyla hedeflenen zenginliğin göstergesi ”otomobiller”, şarkılara konu olmuş, uğruna çalışıp didinilen “Lüküs Hayat”ın simgelerinden biri olmuştu. Tıpkı aşçılar, uşaklar, hizmetçiler ve duvarlardaki yağlı boya tablolar gibi…

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hem siyasi hem de ekonomik açıdan zor bir döneme giren devlet, 1950’den itibaren Demokrat Parti’yle yeniden liberal bir yol izlemeye karar verdiğinde, Adnan Menderes’in “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözüyle beraber vatandaşa “herkesin bir gün zengin olmasının mümkün olduğu” iddia edilmişti. “Lüküs hayat / bak keyfine yan gel de yat / Ne ömür şey oh ne rahat / Yoktur eşin lüküs hayat” sözleri de aynı zamanlarda dillere pelesenk olmuştu. Ancak ne var ki (sözde “tarafı” olunmamış olsa da) yaşanan İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bu coğrafyada yaşanan ekonomik sıkıntılar görmezden gelinemezdi. Toplumun geneli, içinde bulundukları darboğazdan kurtulmak için didiniyorken, yine de “Lüküs Hayat” pek bir güzeldi. Ne de olsa zenginin malı, züğürdün çenesini yorardı.

1950’de sinemaya uyarlanan ve tiyatrolardaki popülerliğini zamanla kısmen yitiren operet, 1980’lere gelindiğindeyse yeniden bir çıkış yakaladı ve 1986 yılından başlayarak aralıksız 28 yıl boyunca sahnelendi. Dünya pazarına açılan Türkiye ekonomisiyle, serbestleşen döviz alım-satımıyla zenginliklerine zenginlik katan burjuvalar “keyiflerine bakıp yan gelip yatarken”, bazılarına da bu hayatın hayali düştü.

Lüküs Hayat şarkısı, sürekli olarak sahnelendiği 28 yıl süresince değişen siyasi-politik koşullara rağmen güncelliğini hiç yitirmedi. 80’li yıllarda ekonomide yapılan büyük hamlelerle “kalkındırılan” toplumda zenginleşme arzusu taşıyanlar, yıllarını lüküs hayatın ne menem bir şey olduğunu hayal ederek geçirdiler. Süleyman Demirel’in liberal politikalarıyla “karnı tok, sırtı pek” yalanlarına maruz kalanlar, Turgut Özal’ın özelleştirmelerinin ve 24 Ocak Kararları’yla küresel sermayeye açılan coğrafyanın kurbanı olanlar, Tansu Çiller’in 5 Nisan Kararları’yla zaten sıkılmış kemerlerini daha da sıkmak zorunda kalanlar için Lüküs Hayat şarkısı, ancak hayali kurulabilinecek bir yaşantının avuntusu olmuştur. Lüküs Hayat ile nesillerdir zenginliğin hayalini kurdurtan devletse, farklı dönemlerde yarattığı farklı “fırsat”larla bunu bir politika haline getirmiştir.

Turgut Özal’ın mimarlığını yaptığı 24 Ocak 1980 kararlarıyla dış ticaret ve faiz oranları serbestleştirilmiş, ekonomi politikaları IMF’ye açık hale getirilmiştir. Bundan 14 yıl sonra, 5 Nisan 1994 yılında dönemin başbakanı Tansu Çiller tarafından açıklanan kararlarla sözde “enflasyonu hızla düşürmek, Türk lirasına istikrar sağlamak, ihracat artışını hızlandırmak, ekonomik ve sosyal kalkınmayı sürdürülebilir bir temele oturtmak” amaçlanmış olsa da bu kararlar büyük bir ekonomik krize sebep olmuş, sayısız insan döviz değerinin artmasıyla borcundan hapse girmiş, iflas etmiş ve işsiz kalmıştır.

Didem Erbak
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post Yoktur Eşin Lüküs Hayat! -Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/06/yoktur-esin-lukus-hayat-didem-erbak/feed/ 0
SLUMDOG MILLIONAIRE Umutsuzluğa Kapılmayın, Siz de Milyoner Olabilirsiniz – Furkan Çelik https://meydan1.org/2013/05/06/slumdog-millionaire-umutsuzluga-kapilmayin-siz-de-milyoner-olabilirsiniz-furkan-celik/ https://meydan1.org/2013/05/06/slumdog-millionaire-umutsuzluga-kapilmayin-siz-de-milyoner-olabilirsiniz-furkan-celik/#respond Mon, 06 May 2013 17:02:59 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/06/slumdog-millionaire-umutsuzluga-kapilmayin-siz-de-milyoner-olabilirsiniz-furkan-celik/ Onlarca kişi çember şeklinde oturmuş genç yarışmacıyı dikkatle izliyor. Sunucu; -Bombay’dan içimizden gelen biri, Jamal Malik hoş geldin. Hazır mısın? Jamal; -Evet Hazırım. Sahne değişir, karakolda sorgu odasında yüzüne yediği tokatla kendine gelen Jamal, polisin “Bunu nasıl başardın?” sorusuna anlamsızca bakar. Sahne değişir şıklar çıkar; A) Hile B) Şanslıydı C) Dahiydi D)Alın yazısıydı Slumdog Millionaire […]

The post SLUMDOG MILLIONAIRE Umutsuzluğa Kapılmayın, Siz de Milyoner Olabilirsiniz – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Onlarca kişi çember şeklinde oturmuş genç yarışmacıyı dikkatle izliyor.
Sunucu; -Bombay’dan içimizden gelen biri, Jamal Malik hoş geldin. Hazır mısın?
Jamal; -Evet Hazırım.
Sahne değişir, karakolda sorgu odasında yüzüne yediği tokatla kendine gelen Jamal, polisin “Bunu nasıl başardın?” sorusuna anlamsızca bakar.
Sahne değişir şıklar çıkar; A) Hile B) Şanslıydı C) Dahiydi D)Alın yazısıydı

Slumdog Millionaire filmindeki başkarakter Jamal Malik, 18 yaşında “kenar mahalle iti”dir. Jamal okulunu okumamış, bir telefon şirketinde çaycılık yapmaktadır ve onun “Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasına katılması bile hayaldir.

Jamal’in yaşadığı sıra dışı olaylar ve çocukluk aşkı Latika’yı bulma isteği, onun hayatını değiştirir. Seneler sonra karşılaşan Latika ile Jamal sohbet ederken arkalarındaki televizyonda “Kim Milyoner Olmak İster” yarışması açıktır. Jamal Latika’ya neden herkesin bu programı izlediğini sorduğunda aldığı cevap “Kaçış için bir fırsat değil mi?” olmuştur.

Jamal yıllar sonra bulduğu Latika’yı tekrar kaybedince, onu bulmak ve hayatını değiştirmek için bu yarışmaya katılır. Yarışmadaki sorular yaşadıklarına değinen ve anımsadığı sorulardır. Bu yüzden Jamal cevaplanması zor soruları bile cevaplayarak, 20 milyon rupilik büyük ödüle kadar gelir.

Son soruya geldiğinde o artık bir kahraman olmuştur. Bütün Hindistan televizyonun başına geçmiş, herkes Jamal’in son soruyu doğru bilip hayatını değiştireceğini görmek istiyordur. Çünkü aslında televizyonda gösterilen kendileridir, hayatlarını değiştirmek için tek umutlarıdır.

Jamal’a son soru sorulur, soruyu doğru yanıtlayan Jamal Malik büyük ödülü kazanır. Filmin son sahnesinde doğru şık çıkar; D)Alınyazısıydı.

Slumdog Millionaire filmi, 2009 yılının Ocak ayında vizyonu girmişti. Film Hindistan’ı yüzyıllarca sömüren ve bu coğrafyayı Asya’nın en büyük sömürgesi olarak tutan İngiltere Krallığı tarafından 15 milyon dolar bütçeyle çekilmişti. Oscar ödüllerinde 8 dalda birinci olan film, tüm dünyada gişe rekorları kırmış, Hindistan’da da haftalarca kapalı gişe oynamış, Hindistan tarihinin en çok izlenen 3. filmi olmuştu.

İstatistiklere bakıldığında Jamal’in büyük ödülü kazanması, tıpkı filmde olduğu gibi, gerçekte de binlerce kişiyi heyecanlandırmış ve umutlandırmış görünüyor. Hintli işçiler, hiçbir zaman mülk sahibi olamayanlar, yaşamak için hayatları boyunca çalışmak zorunda bırakılan milyonlarca insan bu filmle umutlandırılmıştı. Peki, böyle bir şeyin olması mümkün müydü? Yoksul biri, bir anda, hayatında ulaşamayacağı kadar zenginliğe ulaşabilir miydi? Filmi izleyen herkes “Belki benimde hayatım bir anda değişebilir” diyordu. Ama sonuçta bu bir filmdi ve ne kadar gerçek olabilirdi?

Eğer yüzyıllarca sömürülen bir halka umut dağıtılmak isteniyorsa, tabi ki bu gerçek olabilirdi. Film çıktıktan 8 ay sonra, Hindistan televizyonlarında 6 sezondur yayınlanan “Kim Milyoner Olmak İster?” orijinal adıyla “Kaun Banega Krorepati” yarışmasında 27 yaşındaki bir genç, ilk defa verilen 1 milyon dolarlık büyük ödülü kazandı. Hindistanlıların kuyruklar oluşturup büyük hayallerle izlediği film, bu kez gerçek olmuştu. Suşil Kumar, yoksul bir mahallede yaşayan ve aylık maaşı 150 dolar olan, senelerce çalışsa dahi böyle bir parayı elde etmesi mümkün olmayan fakir bir Hint genci zengin olmuştu. Suşil Kumar’ın hayatı değişmişti. 1 milyardan fazla insanın olduğu, din çatışmalarıyla halkların senelerce birbirine saldırtıldığı Hindistan’da insanlar milyoner olabilme umuduyla dolmuştu. Bu umut öyle bir şeydi ki, hayatı boyunca aylık 150 dolara çalışmak zorunda bırakılan işçiler, Suşil Kumar gibi olabilmenin umuduyla, hayatları boyunca 150 dolara çalışmaya devam edeceklerdi. Ne de olsa umut yoksulun ekmeğiydi, değil mi? Güzel günlerin hayallerini kurmak, yarın aç kalıp kalmayacağını, elektriğinin, suyunun faturanın derdini taşımadığın günleri hayal etmekten ve bunu “umut etmek”ten başka, elden ne gelir ki?

Slumdog Millionaire’e biraz daha yakından baktığımızda bile bu gerçekleri görebiliriz. Filmin başkarakterlerinin, Latika’yı canlandıran Rubina Ali ve Salim’i canlandıran Azharuddin Muhammed İsmail’in gecekondu evleri, filmin gösterime girmesinden 3 ay sonra yıkılmıştı. Oscarları, ödülleri, kırmızı halıları gören Rubina ve İsmail her şey bittiğinde yine gerçek hayatlarına gecekondu mahallerine dönmüşlerdi. Milyon dolarlar kazanan filmden İsmail’in payına 1700 sterlin (4500 TL), Rubina Ali’ye ise toplam 500 sterlin (1300 TL) para düşmüştü.

Hindistan halkları üzerinde umut pazarlama işine girişen efendiler bunu ilk kez yapmıyorlar. 1600 yılında Kraliçe I. Elizabeth’in emriyle Londra menşeili bir ticaret şirketi Hindistan’a girerek sömürgecilik faaliyetlerini başlatmıştı. Hindistan’a sanayi ile zengin olma fırsatı sunmuşlardı. Ne hikmettir ki zenginleştirme politikasıyla Hindistan’da patronlar paralarına para katıp uluslararası şirketlere dönüşmüş, Hindistan topraklarında kıtlık ve yoksulluk daha da artmıştır. Mesela büyük şirketler halkın su kaynaklarını üzerinde kurduğu parasal yatırımlarla, su kaynaklarının büyük bir bölümünü kurutmuştur.

Hindistan’ın İngiltere Krallığı tarafından sömürülmesi, dönemin düşünürleri tarafından da yorumlanmıştır. Marx yazılarında İngiltere Krallığı’nın köleliğin ve ilkel üretimin olduğu Hindistan’da sanayi devrimini gerçekleştirmesini olumlu görmüş ve Hindistan’ın olan düzenden daha iyi bir yere taşındığını söylemiştir. Marx’a göre işçi sınıfının olmadığı bir halkın ezilmişliğini kendi başına anlaması ve başkaldırması mümkün değildi. Bu yüzden işçi sınıfının yaratılması olumluydu. Hatta Marx bu yüzden, sanayinin gelişmediği bölgelerdeki halk isyanlarının gerici gördüğünden dolayı desteklememişti. Marx’ın olumlu olarak gördüğü ilerici sanayi devrimi, Hindistan’da 150 dolara çalışacak işçiler yaratırken bir yandan da ezilenlere “umut vaat etmişti”.

Mihail Bakunin Hindistan hakkında “Doğa insanoğluna öyle şaşırtıcı sabır vermiştir ki, insanın ne zaman yeter diyeceğini anca şeytan bilir. Eşi benzeri olmayan bir yoksulluğa mahkum olsa da, açlıktan ve sefaletten azar azar ölüyor olsa da kahredici bir duyarsızlık vakalarından ödün vermez, itaat etmekten vazgeçmez. Bilhassa Doğu Hindistan ve Almanya’da hayli belirgin bir özelliktir bu.” der ve ekler “Ama öyle bir duygu vardır ki insanı çileden çıkartıp isyan ettirebilir. İşte bu umutsuzluktur” Bakunin bunları yazdığından ne Slumdog Millionaire filmi çekilmişti, ne de insanlar yarışmalarda milyoner oluyordu. Tarih boyunca efendilerin zulmü arttıkça, insanlarda umutsuzluk baş göstermeye başladıkça, halk ayaklanmaları ortaya çıkmıştır. Bunun önlemini almaya çalışan patronlarsa artık insanlara umut dağıtmaya başlamışlar gibi görünüyor.

Furkan Çelik
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post SLUMDOG MILLIONAIRE Umutsuzluğa Kapılmayın, Siz de Milyoner Olabilirsiniz – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/06/slumdog-millionaire-umutsuzluga-kapilmayin-siz-de-milyoner-olabilirsiniz-furkan-celik/feed/ 0
BU FIRSAT KAÇMAZ MI? – Emrah Tekin https://meydan1.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/ https://meydan1.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/#respond Mon, 06 May 2013 12:56:12 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/ Gerek televizyon ekranlarında gerek bir toplu taşıma aracında giderken yolda gördüğümüz bilboardlarda gerekse de internet ortamında gördüğümüz “Bu fırsat kaçmaz!” türünden ibareler, aslında bizleri tüketmeye, tükenmeye ve bencilleştirmeye yapılan çağrılardır. Tüketim alışkanlıklarımızla her gün yaşantımıza nüfuz eden kapitalizm, etkisini günlük yaşamımızda da pek çok alanda göstermektedir. Bu alanlardan birisi de konuşma dilimizdir. İletişim kurmak için […]

The post BU FIRSAT KAÇMAZ MI? – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gerek televizyon ekranlarında gerek bir toplu taşıma aracında giderken yolda gördüğümüz bilboardlarda gerekse de internet ortamında gördüğümüz “Bu fırsat kaçmaz!” türünden ibareler, aslında bizleri tüketmeye, tükenmeye ve bencilleştirmeye yapılan çağrılardır.

Tüketim alışkanlıklarımızla her gün yaşantımıza nüfuz eden kapitalizm, etkisini günlük yaşamımızda da pek çok alanda göstermektedir. Bu alanlardan birisi de konuşma dilimizdir. İletişim kurmak için kullandığımız dil, hiç farkında olmadan kapitalist ilişkileri olumlayıcı ve taşıyıcı özellik de gösterir. Yaşamımızın her alanında bizi bunaltan kapitalizm, kullandığımız sözcüklerle, kendini yeniden yeniden üretir.

Dilimizdeki bencilliğin çoğu kez farkına bile varamıyoruz. Bireyciliği öven bu olumsuz kültürü seçtiğimiz sözcüklerle içselleştiriyoruz. Gerek televizyon ekranlarında gerek bir toplu taşıma aracında giderken yolda gördüğümüz bilboardlarda gerekse de internet ortamında gördüğümüz “Bu fırsat kaçmaz!” türünden ibareler, aslında bizleri tüketmeye, tükenmeye ve bencilleştirmeye yapılan çağrılardır.

Deyimleşerek konuşma dilimize yerleşen bu propagandanın arka planında daha kapsamlı bir saldırı yatar. Asıl amaçlananın tek tek ve sadece kendini düşünen “bencil bireyler toplamı”nın yaratılması olduğu hep gizlenir. Şimdilerde de kentsel yıkım projeleriyle yaşam alanları gasp edilen yoksulların hayatları, “fırsat” adı altında sunuluyor.

İşte en can alıcı nokta da burasıdır. Çünkü “bu fırsatı kaçırmayı istemeyenler”, aslında kendi yaşamlarıyla beraber başka ezilenlerin de yaşamlarını yavaş yavaş patronlara teslim ettiklerinin farkında bile değildirler. “Fırsatı, ganimet bilen” ve bu ganimetle semirdikçe semirenler de zaten başka yaşamları gasp edebilmenin gücünü buradan alırlar.

Reklamlar, renkli bilboardlar ve envai çeşit promosyonlar da, insanların aklını karıştıran, duygu ve düşüncelerini etkileyerek alışkanlıklarını biçimlendiren puslu bir hava yaratmakta başvurulan en önemli araçlardır. Güleryüzlü reklam yüzleri her gün ve her gün, fırsatlar dünyasına ulaşmanın yolunun bencilleşmekten geçtiğini durmadan tekrarlar.

Reklamcılar, hizmetinde oldukları patronlarla elele vererek, insanların geleceklerini çalmanın en kolay yolunun onların hayalerini çalmak olduğunu keşfedeli beri, asıl fırsatlar dünyasını kendileri için aralamışlardır. Belki bir fırsattan söz edeceksek, bu, yayılma, nüfuz etme fırsatı olsa gerektir.

Yaşadığımız coğrafyada, toplumun örgütsüzleştirilme ve depolitizasyonuna yönelik en kapsamlı fiziki ve psikolojik harekatı, 24 Ocak ekonomik kararlarının uygulamaya konulmasına uygun bir ortam yaratmak için gerçekleştirilen 12 Eylül Darbesi’ydi. Askeri yönetimin “demokratikleşme” programına uygun olarak iktidarı devralan Turgut Özal hükümeti döneminde, “zamanın ruhuna” uygun olarak sistemli bir bencilleştirme politikası izlendi. O günlerden itibaren insanların günlük hayatta kullandıkları dilde iki belirgin deyim pelesenk oldu. Bunlar; “gemisini kurtaran kaptan” ve “her koyun kendi bacağından asılır” deyimleriydi. Askeri darbe öncesi varolan örgütlü toplumsal mücadele yüzünden kesintiye uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalan kapitalizmin, tekrar olanca işlerliğine ve sürekliliğine kavuşturulması gerekiyordu. Bu yüzden de bu işlerliği yeniden sağlamayı kendine misyon edinen cunta ve onun sivil iktidarları, aynı zamanda psikolojik bir saldırı olarak bencil insan topluluklarının yaratılmasında öncelikli olarak kullanılan günlük dilden yakalamayı amaçladılar.

O günden yaşadığımız bu günlere önümüze her gün veyeniden “yeni fırsatlar” sunulmaktadır. Oysa sermaye sahiplerinin bizlere sunduğu bu “fırsatlar” karşısında bizlerin de ellerinde “kaçırılmayacak fırsatları” var. Bu da günlük konuşma dilimiz de dahil olmak üzere, bu “fırsatları”, dayanışma ve paylaşmayla örülü bir yaşamda, özgür ve adaletli bir dünyayı gerçekleştirmekten geçiyor. İşte asıl, “bu fırsat kaçmaz!”.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post BU FIRSAT KAÇMAZ MI? – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/feed/ 0
DÜNYA DÜZDÜR: Bilimin Fırsatçısı Galileo Galilei İddialarını Nasıl İspatladı? https://meydan1.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/ https://meydan1.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/#respond Sun, 05 May 2013 20:55:03 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/ Karl Popper bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediğini söylediğinde, bilimsel yöntem tartışmalarına yeni bir soluk katmıştı. Bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediği tezi şuna dayanıyordu: Herhangi bir sav, bilimsel deney ve gözlem sonucu doğrulanabilir ve bilimsel bir gerçeklik olduğu kabul edilebilirdi. Ancak bahsi geçen bilimsel deney ve gözlem, eldeki mevcut teknoloji, araç ve gereçler, dönemsel önyargılarla yapıldığından dolayı bunlarla […]

The post DÜNYA DÜZDÜR: Bilimin Fırsatçısı Galileo Galilei İddialarını Nasıl İspatladı? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Karl Popper bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediğini söylediğinde, bilimsel yöntem tartışmalarına yeni bir soluk katmıştı. Bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediği tezi şuna dayanıyordu: Herhangi bir sav, bilimsel deney ve gözlem sonucu doğrulanabilir ve bilimsel bir gerçeklik olduğu kabul edilebilirdi. Ancak bahsi geçen bilimsel deney ve gözlem, eldeki mevcut teknoloji, araç ve gereçler, dönemsel önyargılarla yapıldığından dolayı bunlarla elde edilecek herhangi sonuç, o deney ve gözlemin yapıldığı zaman dilimi için geçerli olabilir. Hatta bu geçerlilik, bu zamanı çok daha aşabilir. Buna rağmen yeni teknoloji, araç ve gereçler, yeni dönemin bilimsel önyargıları bu geçerliliği, dolayısıyla bilimsel gerçekliği yanlışlayabilir. Gün geçtikçe ilerleyip daha kesin sonuçlara ulaştığı söylenen bilimin belki de tek değişmez niteliğini, Popper tutturmuştur. Örneğin döneminde, sadece bilim dünyasını değil birçok farklı alanı etkileyen Newton dinamiği güncel bilimsel veri olma özelliğini yitirmiştir. Newton’un yerçekimine ilişkin görüşlerinin bilimsel anlamda çürümüş olması, onun fizik bilimine etkisini kaybetmesine yol açmaz. Hatta Newton yerçekimiyle ilgili görüşleriyle, kendi tezini çürütenlerin öncülü olmuştur. Bu tarz yeni bir bilim anlayışı, özellikle bilgi felsefesiyle uğraşanlar için büyük bir tartışma konusu olmuş, farklı okulların oluşmasına yol açmıştır.

Poppper’ın öğrencilerinden Paul K. Feyarabend çoğulcu bilgi kuramıyla bu okullardan birinin önemli temsilcilerindendir. Metodolojisi bilim ve evrensel bilgi üretimine yoğunlaşır. Bilimin insanın geliştirdiği düşünce biçimlerinden yalnızca biri olduğunu savunur. Bilimin din, ideoloji, astroloji gibi uygulamalardan üstün olduğu savını, akılcı ve deneysel olma iddiasıyla açıklamasını sorgular. Bilimin üstünlüğü inancı, dünyada tahakküm edici, insanları köleleştiren bir niteliktedir Feyarabend’e göre. Başka düşünüş biçimlerini ortadan kaldırarak, kendi tekçi yapısını baskıcı siyasi, ekonomik ve toplumsal iktidarların konumlarını meşrulaştırmaya hizmet ettiğini söyler. Bu yüzden Feyarabend’in modern bilim paradigmasına karşı duruşu bilime ve bilim savunucularına kapsamlı bir eleştiri içerir.

Russel’e göre bilim; gözlem yoluyla, gözleme dayanan düşünce yoluyla evrendeki olguları birbirine bağlayan yasaları bulmaya, böylece gelecekteki olayların önceden bilinmelerini sağlamaya çalışmaktadır. Bu gibi bilim üzerine yapılmış tanımlara bakıldığında neden-sonuç ilişkisi doğrultusunda dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan genel-geçer yasaları bulma çabası olarak, yani pozitivist bir kuram olarak karşımıza çıkar. Feyarabend’e göre bilim yegane bir bilgi aracı değildir, bilgiyi tekleştiren bir bilim anlayışı Feyarabend tarafından tamamen reddedilir. Bilimin akılcı ve deneysel olma gerekçesiyle yürüttüğü üstünlük durumu yersizdir. Feyarabend’e göre bilim de tüm diğer arayışlar gibi üstünkörü ve temelde irrasyoneldir. Feyarabend Yönteme Hayır’da “Bilim insanlarının bilimi bir zamanlar Roma kilisesinin Hristiyanlığı savunduğu tarzda savunduğunu” söyler. Modern bilimin gelişmesinde katkısı olan iki bilim insanı Galileo Galilei ve Nicolaus Kopernik’in yöntemlerini tartışır. Tartışmanı verimliliği şurada yatar; Galileo ve Kopernik savlarının doğruluğunu dönemin bilimsel gerçekliklerine dayandırmamakla kalmamış, bilinci yanıltmaya gitmişlerdir. Savlarını ispatlamak yerine laf cambazlığı ve doğru önermelerle süslü anlam bulanıklığıyla kendi haklılıklarını göstermeye çalışmışlardır. Dönemin biliminde kendi statülerini bu tarz bir yanıltmacaya borçludurlar. Modern bilimin sırrı da burada yatar zaten.

Yönteme Hayır’dan
…Teleskopla yapılan ilk gökyüzü gözlemleri bulanık, belirsiz, çelişkili, herkesin çıplak gözle gördüğüyle çatışan özellikler taşır. Böylece teleskopum yol açtığı yanılsamalarla gerçekten görünenleri ayırmaya yardımcı olabilecek tek kuram, basit sınamalarla çürütülür.

…Bütün Avrupa’da yankı uyandıran diğer bir toplantı, durumu daha açık kılar. Hemen hemen bir yıl önce, 24-25 Nisan 1610’a Galileo, karşıtı Nagi’nin Bologna’daki evine, bütün fakültelerden gelen yirmi dört profesöre teleskobunu göstermek üzere gider. Harky, Kepler’in aşırı heyecanlı öğrencisi bu durumu şöyle anlatır: “24 ya da 25 Nisan’da gece gündüz hiç uyumadım. Galileo’nun aygıtını bin yolla denedim, aşağıdaki ve yukarıdaki şeyleri gözledim. Yerde harika çalışıyor, gökte aldatıyor insanı, örneğin bazı sabit yıldızlar (örneğin, Spica Virginis yan yüzündeki bir alevden söz ediliyor) çift görünüyor. Üstün insanlardan ve asil doktorlardan tanıklarım var… Tümü de aygıtın yanıldığını söylüyor… Bu Galileo’yu susturdu, 26 sabahı erkenden üzüntülü bir biçimde çıktı gitti… Nagini’ye verdiği harika yemek için teşekkür bile etmeden.” Nagini Kepler’e 26 Mayıs’ta yazıyor: “Hiçbir şey başaramadı, yirmiden fazla okumuş insan vardı, hiçbiri gezegeneri seçik olarak göremedi. Galileo onları saptamakta zorluk çekecek.” Birkaç ay sonra Ruffini’nin imzaladığı mektupta aynı şeyleri yineler, “Ancak keskin görüşlüler bir ölçüde inandılar”. Bunlardan sonra, dört bir yandan Kepler’e olumsuz mektuplar yağmaya başladı; bunun üzerine, Kepler, Galileo’dan tanıklar bulmasını istedi. “Sizden saklamak istemiyorum, birçok İtalyan Prag’a mektup yazarak sizin teleskobunuzla bu yıldızları (Jüpiter’in uyduları) göremediklerini söylediler. Nasıl oluyor da teleskobu kullananlar da dahil o denli çok az kişi olayı yadsıyor, bunu kendi kendime soruyorum. Zaman zaman düşünüyorum da yüzlerce kişinin göremediğini tek bir kişinin görebilmesi bana olanaksız geliyor. Başkalarınızın savınızı doğrulaması çok zaman alacak. Bu sebeple size yalvarıyorum Galileo, bana en kısa zamanda tanıklar bul… Galileo’nun bulduğu tanıklar, Jüpiter’i ya da Mars’ı ya da Ay’ı bile seçmekte güçlük çektiler.

… O çağ teleskobunun birçok yetersizliğine bir de psikolojik zorlukları katarsak, doyurucu raporların kıtlığını iyice anlarız, yeni olayların gerçekliğinin kabulleniş hızına ve her zamanki gibi kamuoyunca onaylanmasına da şaşar kalırız. En iyi gözlemci raporlarının bile y o zamanki koşullar altında gösterilebilecek ölçüde yanlış ya da çelişkili olduğunu düşündüğümüzde gelişme daha şaşırtıcı oluyor…

… Teleskobun başlangıç tarihinin en tuhaf özelliği, Galileo’nun ay resimlerine daha yakın baktığımızda ortaya çıkıyor. Galileo’nun çizimleriyle ayrı evrelerin fotoğraflarına şöyle bir göz atış bile, çizilen özelliklerden hiçbirinin ayın bilinen görüntüsüyle uyuşmadığı konusunda okuru inandırmaya yeter. Buradan kalkarak kolayca “Galileo, büyük bir astronomi gözlemcisi değildi; yoksa kendi çağında gerçekleştirdiği birçok astronomi keşfinin heyecanını ya da eleştiri duygusunu bulandırırdı” denebilir.

…Anlatım biçimi, kurnazca ikna etme tekniği sayesinde, Latince değil de İtalyanca yazdığı, yapıca eski düşüncelere ve onunla ilgili olarak eski öğrenme ölçütlerine karşı olan kişilere seslendiği için Galileo etkinlik kazanır.

…Yeni doğal yorumlar, yeni ve oldukça soyut gözlem dili oluşturur. Ortaya atılıp hemen saklanır, böylelikle kimsenin farkına varmaması sağlanmış olur (Unutturma Yöntemi).

…Değişikliğin yol açtığı zorluklar, zaman zaman olumlu işlevi olan ad hoc hipotezlerle örtbas edilir. Bu hipotezler, kuramlara soluk aldırıcı alanlar açarlar, gelecekteki araştırmaların yönünü belirlerler.

Galileo, modern bilimin “bilimsellik” fırsatçılığından yararlananlardan yalnızca birisidir. Modern bilimse, bu fırsatçıların ellerinde şekillenirken, tek ve evrensel bilgi üreticisi iddiasında siyasi ve ekonomik iktidarların toplumu belirlemesine zemin hazırlar.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post DÜNYA DÜZDÜR: Bilimin Fırsatçısı Galileo Galilei İddialarını Nasıl İspatladı? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/feed/ 0
SAVAŞIN FIRSATÇILARI https://meydan1.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/ https://meydan1.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/#respond Sun, 05 May 2013 18:21:50 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/ Savaşların galip ve mağlubunun olamayacağının sebebi, savaşların küreselleşmiş kapitalist sistem içinde finanse ediliyor oluşudur. 2003 ’ün Mart ayında, dünya televizyonlarından canlı yayınlanan bir savaş izledik. Öncesi ve sonrasıyla yüksek bütçeyle oluşturulmuş bir film gibiydi. Yüksek bütçeli olduğu doğruydu, ancak 40 bine yakın insanın ölümü, yaşananın gerçekliği açısından vurucuydu.ABD ve Birleşik Krallık öncülüğünde oluşturulmuş askeri güçler […]

The post SAVAŞIN FIRSATÇILARI appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Savaşların galip ve mağlubunun olamayacağının sebebi, savaşların küreselleşmiş kapitalist sistem içinde finanse ediliyor oluşudur.

2003 ’ün Mart ayında, dünya televizyonlarından canlı yayınlanan bir savaş izledik. Öncesi ve sonrasıyla yüksek bütçeyle oluşturulmuş bir film gibiydi. Yüksek bütçeli olduğu doğruydu, ancak 40 bine yakın insanın ölümü, yaşananın gerçekliği açısından vurucuydu.ABD ve Birleşik Krallık öncülüğünde oluşturulmuş askeri güçler Özgürleştirme Operasyonu adı altında Irak’ı işgal etmişti.
İşgalin nedeni kitle imha silahlarıydı. Birleşmiş Milletler Doğrulama ve Teftiş Komisyonu kimyasal silahların varlığı konusunda kanıtın olmadığını belirtmesine rağmen işgal gerçekleşmişti. Saddam Hüseyin’in otoriter rejimi, El Kaide ile olan ilişkileri diğer nedenler arasındaydı. İşgal sonrasında, kimyasal silah meselesine ilişkin herhangi somut kanıt olmadığı anlaşılmasına rağmen, işgal uluslararası meşruiyetinden hiçbir şey kaybetmedi. George W. Bush’un PATRIOT ACT’i, “demokrasi getirmek” olarak adlandırıldı ve meşru sayıldı.
Mary Kaldor, uluslararası sistemde var olan yeni savaşları eski savaşlardan ayırıyor. Devletlerarası egemenlik çekişmelerinden kaynaklanan savaşların yerine, devletlerin ve devlet olmayan birimlerin siyasi ve ekonomik çıkarları çerçevesinde gerçekleşen yeni savaşların belirdiğini vurguluyor. Şirketler, paralı askerler, sivil toplum kuruluşları, uluslararası örgütler de yaşanmakta olan savaşlarda bir taraf. Bir taraf çünkü küresel yapıyı oluşturan siyasi, ekonomik iktidarların bir kısmı konumunda bu kurumlar. Kaldor, güncel savaşların “küresel değişime ayak uyduramayan, meşruiyeti yara almış ülkelerde” göründüğünü belirtiyor.
Uzun bir süredir Suriye’de devam etmekte olan durum bunun en güncel örneği konumunda. Suriyeli muhaliflerin Türkiye kampları, Patriotlar, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin muhaliflerin ordularını nasıl eğittiklerine ilişkin açıklamaları, politik ve ekonomik ambargolar, uluslararası toplantılarda muhaliflerin liderlerinin artık Suriye’yi temsil ediyor olma durumu… Suriye, devlet ve devlet olmayan birimlerin öznesi oldukları savaşları anlamak açısından çok önemli bir konumda bulunuyor.
Mevcut “küresel değişimi” oluşturan iktidar odaklarının karşısında meşruiyetini kaybeden sadece Suriye değil. Özellikle Soğuk Savaş sonrası oluşan, küresel kapitalizmle iç içe konumda bulunan devletler sisteminde, “güvenlik” kavramı olabildiğince önem kazandı. Uluslararası güvenlik, bu küresel değişimin vazgeçilmez değerlerinden biri. Afganistan’ın işgali de, Irak’ın işgali de aynı güvenlik değerleri neden gösterilerek gerçekleşti.
Güvenlik vurgusunun yapıldığı bir başka mesele, İsrail’in İran’a müdahale konusundaki ısrarcılığıydı. Suriye’deki hareketliliğin başlamasından hemen önce, başbakan Netanyahu’nun İran’ın elinde nükleer silahlar olduğunu ve her geçen gün bu silahların daha büyük tehlike arz ettiğini belirten konuşması, 2003’teki işgalin öncesinden ne kadar farklı? Mavi Marmara’ya ilişkin Obama telkinli özrün altında farklı siyasi-ekonomik hesapların olduğunu tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Golan Tepeleri stratejisi, Gazze ve Batı Şeria’da değişen politikalar, bir yandan devam eden bombardıman öte yandan dillendirilen iki devletli çözümler “güvenlik” temelli uluslar arası sistemden bağımsız okunamaz.
Kaldor, yeni savaşlarda kesin galibiyet ve kesin mağlubiyetin olamayacağını vurguluyor. Bunun bir sebebi, “güvenliksiz” durumun ortadan kaldırılmasının bir galibiyet olarak nitelendirilmediğidir. Geçtiğimiz Ocak ayında, Mali’nin kuzey bölgesini elinde tutan, Mağrip El-Kaidesi ile bağlantılı örgüt Ansar Dine’yi buradan çıkartma bahanesiyle Fransa’nın Mali işgali bu duruma örnek olabilir. Afrika ve dolayısıyla dünyanın geri kalanının “güveliğini sağlamak” adına Mali’yi işgal eden Fransa, bölgenin güvenliğini sağladıktan sonra, bu durumu bir savaş galibiyeti olarak uluslararası medyaya yansıtmadı.
Bu savaşların galip ve mağlubunun olamayacağının bir başka sebebi de, savaşların küreselleşmiş kapitalist sistem içinde finanse ediliyor oluşudur. Yaratılan savaş durumu, siyasi ve ekonomik iktidarlar açısından bir fırsat niteliği taşıyor. Fırsatı değerlendirip savaşa herhangi bir şekilde müdahil olan (bu müdahillik her nasıl olursa olsun), küresel değişimin ya da siyasi meşruiyetin sağlanmasında bir aktör oluyor.
Örneğin, Mali işgalinde Fransa’nın Afrika’da yeni-kolonici arayışlar içinde olduğu konuşulurken, Mali’nin kuzeyine ilişkin hesapları olan enerji şirketi Avera’nın fırsatçılığı hiç gündem olmadı. Ya da Irak işgaliyle bölgeden bir hayli “geri dönüş” elde eden ABD gündem olabilirken, savaşı fırsat bilen emlak zenginleri ya da enerji şirketleri gündem olmadı. Aynı Suriye hesapları yapan yerel ve küresel şirketler gibi (hatta “Arap Baharı”nın etkili olduğu coğrafyada hangi devletlerin, hangi küresel ve yerel sermaye gruplarının “fırsattan istifade ettiğinin” konuşulmaması gibi).
Görsel-işitsel medyada savaş, iki farklı siyasi gücün, devletler sistemi dahilinde karşı karşıya gelmesi gibi yansıtılıp, bir tarafın savaş sonrası galip gelerek mevzubahis sistemdeki konumunu güçlendirdiği üzerinde durulurken; savaş durumunda küresel değerlerin bekçisi konumundaki örgütlerin (BM, AİHM vb.) meşruiyetinin artması ve bu örgütler temelli sistemin kendini daimi üretiyor olma durumu sorgulanmadı. Savaş durumunda sivil toplum kuruluşlarının (Kızıl Haç, Dünya Sağlık Örgütü vb.) yardım adı altında nasıl bir ideolojiyi değerli kılıyor olduğu sorgulanmadı. Sermayenin savaşın hüküm sürdüğü coğrafyalardaki “daha kolay mobilize” oluyor konumu, devletlerin siyasi kazanım rekabetlerinin gölgesinde görünmez kılındı.
Birçok siyasi ve ekonomik odağın, meşruluğunda hemfikir olduğu “uluslararası sistem” ve bu sistemin güvenliği korunmak adına savaşlar yaşanırken, “savaşın fırsatçıları” kendi kısa ve uzun dönemli hesaplarını gerçekleştirmeye devam ediyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post SAVAŞIN FIRSATÇILARI appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/feed/ 0