sayı51 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 12 Nov 2019 14:27:28 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/#respond Tue, 12 Nov 2019 14:27:28 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/ Gerek yaşadığımız coğrafyada giderek artan faşizan pratikler gerekse tüm dünyada yükselen milliyetçi söylem ve hareketler, karşısında farklı bir dünyayı düşleyenlerin ortak bir mücadeleyi örgütlemesi gerektiğine dair anlayışı da yaratıyor. Bu bağlamda tarihsel arka plana sahip köklü tek bir ideolojinin ön plana çıkarılıp yükseltilmesinden ziyade güncel veya tarihsel, devrimci tarihin ortak pratikleri veya direnişleri öne çıkarılmaya […]

The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Gerek yaşadığımız coğrafyada giderek artan faşizan pratikler gerekse tüm dünyada yükselen milliyetçi söylem ve hareketler, karşısında farklı bir dünyayı düşleyenlerin ortak bir mücadeleyi örgütlemesi gerektiğine dair anlayışı da yaratıyor. Bu bağlamda tarihsel arka plana sahip köklü tek bir ideolojinin ön plana çıkarılıp yükseltilmesinden ziyade güncel veya tarihsel, devrimci tarihin ortak pratikleri veya direnişleri öne çıkarılmaya başladı. Kolektivistlerden karşılıkçılara, blankistlerden, komünistlere farklı arka planlara sahip devrimcilerin bir araya geldiği, ayakta kaldığı 3 ay boyunca ve ondan önceki hazırlık süreçleriyle ortak bir hareketi yaratmış Paris Komünü de böylesi bir dönemde hatırlanan, üzerinde en çok konuşulan pratiklerden biri oluyor.

Bir kültür tarihçisi olan Kristin Ross’un Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı kitabı tam da bu anlayışın bir yansıması olarak kaleme alındığı için ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek isteyenlerin dikkatlerini çeken bir kitap. Paris Komünü’nü “komünal bir örgütlenme yani bütün enerji ve zekalar arasındaki dolaysız işbirliği” olarak tanımlayan Ross, Komün’ün pek dillendirilmeyen yanlarını ortaya koyduğu gibi Komün’ün yarattığı ortaklığın düşünceler ve eylemler üzerinden izini sürüyor.

Bir İlkenin Tezahürü Olarak Komün

Komünarların kendilerine “yurtsever” demediğini, Komün’ün “evrensel bir cumhuriyet” fikriyle hareket ettiğini söyleyen Ross, Komün’ü milliyetçi ulusal bir anlatı veya resmi (SSCB) komünist tarih yazımı içerisinde sıkıştırarak boğmak yerine evrensel bir ufku olan, ulus devlet ve sermaye ile örtüşmeyen noktalara dikkat çekiyor: “Paris Komünü’nün bize bıraktığı muhayyile ne ulusal bir cumhuriyetçi orta sınıfa ne de devlet güdümlü bir kolektivizme aittir. Ortak lüks, ne onun etrafını kuşatan (Fransız) burjuva lüksüdür ne de ondan sonra ortaya çıkıp yirminci yüzyılın ilk yarısına hakim olan faydacı devletçi kollektivist deneylerdir”.

Komünarların yıktığı devlet kurumlarının ve gündelik yaşamın organizasyonu için oluşturduğu örgütlerin bir devleti betimlememesi ve yaratmaması önemli bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Komün için savaşanların toplumsal işleyişin tamamını örgütleyenler olması yani bireysel ve toplumsal boyutlarda gerçek anlamıyla özgürlüğü deneyimleye yönelik istek ve pratikler böylesi bir olguyu yaratıyor. İşte Ross da kitap boyunca çoğu kez bu olguya dikkat çekiyor: “Komün sırasında Paris Fransa’nın başkenti değil, evrensel bir halklar federasyonu içindeki özerk bir kolektif olmak istiyordu. Bir devlet olmak değil, son kertede uluslararası ölçekli bir komünler federasyonu içerisindeki bir unsur, bir birim olmak istiyordu”.

“Siyasi ve toplumsal bir mecra olarak Komün’ün sunup da fabrikanın sunamadığı şey kadınları, çocukları, köylüleri, yaşlıları ve işsizleri de içeren daha geniş bir toplumsal kapsamdı.” sözleriyle kitapta Komün’ün bir işçi hükümeti niteliğine sahip olmadığı aksine ezilenlerin özyönetimi olduğunu anlatılmaya çalışılıyor. Ayrıca Ross’a göre yanlış bir biçimde yorumlanarak olup bitmiş, başarısız olmuş bir tarihsel olay olarak görülen Komün’den dersler çıkarmak yerine Komün’ün öncesinde, sırasında ve sonrasında oluşan birlikteliğin ve ortak kültürün bugünü örgütlemede ne kadar önemli olduğunu anlamak gerekiyor. Ona göre günümüzün eğitim, sanat, emeğin özgürlüğü ve ekoloji gibi sorunlarının çözümü de komünarların kendi yarattıkları düşünce ve pratiklerinin ışığında yaratılabilir.

Komünün “Ortak” Değerleri

Ross Komün’ün okumasını yaparken Komün’ü oluşturan ve komünarların yaşadığı olaylardan sık sık yararlanıyor. Papa Muhafızları’ndan Afrikalı bir siyah ile elbisesinin altına eski asker botlarını giymiş eski bir öğretmen olan Louise Michel’in gecenin geç vaktinde beraber tuttukları nöbeti anlatıyor. Tam da bu kesişim üzerinden Komün’ün özgün yanını ortaya koyuyor ve “birbirinden farklı deneyimlerle, kişinin kendi siyasi özneleşmesiyle ilişkisinin ne kadar farklı yollardan yaşanabileceğini gösteriyor.” Paris Komünü’nün, yıllar sonra gerçekleşen İberya Devrimi ve Rus Devrimleri gibi süreçlerde de tekrarlanan uluslararası devrimci dayanışma örneklerine kaynaklık ettiğini görmemizi sağlıyor.

Ross farklı arka planlara birden yer vererek Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? romanında öngörülen “uzak hayallerden gündelik gerçeklikle doğrudan yüzleşmeye yönelten bir sosyalizm yolu”na dikkatleri çekmeye çalışıyor.

Komün’ü yaratan sürecin Fransa-Prusya savaşından sonra birden patlak veren bir isyanla başlamadığı, imparatorluğun son dönemlerindeki, 1860’lardaki halk toplantılarıyla, bunlardan üreyen çeşitli birlik ve komitelerle ve kuşatma döneminin devrimci kulüpleriyle başladığı çeşitli referanslarla ve hikayelerle anlatılıyor.

Paris halkının, devrimcilerinin toplumsal dönüşümü sağlayacak şekilde toplumsal yaşamı yeniden organize etmeye yönelik sohbet ve tartışmalarının gerçekleştirildiği bu kulüplerin Paris Komünü için önemi çok büyük. Bu kulüpler ve toplantı mekanları ayn zamanda “halk okulları” görevini de görüyordu. Toplantılar mülkiyeti, kadın emeğini ve akla gelebilecek politik pek çok meseleyi gündemine alıyor, tartışıyordu. Buralar Habermas’ın kamusal alan kavramını anlatırken tarif ettiği, burjuvaların sanatsal ve politik meseleleri konuşmak için gerçekleştirdiği toplantılar gibi değildi. Özellikle Paris’in kuzeyindeki toplantılar “vive la Commune” sloganı ile başlatılıyor ve kapatılıyordu.

Komünü destekleyen ve selamlayan çok sayıda düşünürün de bu deneyimden etkilendiğini anlatan Ross, komünist William Morris, anarşist Elisee Reclus ve Kropotkin’in komünü destekleyen düşüncelerine örnek veriyor. Bizzat komünde yerini almış Elisee Reclus’un “şiarımız artık yaşasın evrensel cumhuriyet” sözünü de komünün ilkesi olarak aktarıyor.

Ross’un dönemin güncel sorunlarıyla mücadeleye yani pratiğe verdiği değeri hatırlattıktan sonra Komün’e destek açıklaması yapan ve Komün’ün ortak değerlerine işaret eden düşünürlerin sözlerine değinmek gerekiyor. Ross, Marx’ın Paris Komünü hakkında olumlu olarak söylediği cümleleri cımbızladıktan sonra Pyotr Kropotkin’in “Modern sosyalizmin fikirlerinin gerçekleştirilebileceği mecranın bundan böyle özgür Komün olduğunu anlamışlardı” ve “Bize devrim için gereken ortamı ve onu gerçekleştirmenin aracını bir tek komünler verebilir.” sözlerinin yanı sıra, William Morris’in “Siyasi birimler olarak milletler artık var olmayacak; medeniyet büyüklü küçüklü çeşitli toplulukların federalleşmesi anamına gelecek” sözlerini Komün’ün pratikten çıkan Ortak Lüksü’nün işaretleri olarak selamlıyor. Kitabın son “Dayanışma” bölümünde ise bugünün ortak lüksü yaratılırken ortaya koymamız gereken pratiğin arka planını Komün’ün ortak değerlerine, ilkelerine sadık kalabilmiş olan Morris, Kropotkin ve Reclus gibi komünist/anarşist kişilerin ilkelerini ve düşündüklerini anlatarak ortaya koyabiliyor.

Öncelikle Ross’un üzerinde durduğu gündelik yaşamın, pratiğin ortaklaştırıcı yönüne ve ezilenlerin ortak bir dünyayı nasıl yaratabileceğine dair özellikle son bölümde gösterdiği adreslerin yerinde olduğunu belirtmek geliyor. Ardından da Komün’den sonra Komün’ün işaret ettiği ilkeleri (sermaye, devlet ve ulusun aynı anda çözülmesi) pratikleyebilmiş deneyimlere de yani Kronştad, Ukrayna ve İberya’yı da selamlamak gerektiğini unutmamak!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/feed/ 0
Anarşist Yayınlar (22) : Peru’da Anarşist Yayınlar https://meydan1.org/2019/11/12/anarsist-yayinlar-22-peruda-anarsist-yayinlar/ https://meydan1.org/2019/11/12/anarsist-yayinlar-22-peruda-anarsist-yayinlar/#respond Tue, 12 Nov 2019 07:18:36 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/anarsist-yayinlar-22-peruda-anarsist-yayinlar/ Anarşizmin, bir düşünce ve hareket olarak örgütlendiği dünyanın bütün topraklarındaki yayıncılık faaliyetlerini bölge bölge incelediğimiz yazı dizimizin 22. bölümündeyiz. Söz konusu topraklardaki mücadelenin tarihi paralelinde bir anarşist yayınlar belleği oluşturmaya çalıştığımız yazı dizimizin bu bölü- münde Peru’yu ele alacağız. Güney Amerika’da anarşist yayınlar üzerine daha önce yayınladığımız Küba, Brezilya gibi örneklerde de görüldüğü üzere, coğrafyanın toplumsal […]

The post Anarşist Yayınlar (22) : Peru’da Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşizmin, bir düşünce ve hareket olarak örgütlendiği dünyanın bütün topraklarındaki yayıncılık faaliyetlerini bölge bölge incelediğimiz yazı dizimizin 22. bölümündeyiz. Söz konusu topraklardaki mücadelenin tarihi paralelinde bir anarşist yayınlar belleği oluşturmaya çalıştığımız yazı dizimizin bu bölü-
münde Peru’yu ele alacağız. Güney Amerika’da anarşist yayınlar üzerine daha önce yayınladığımız Küba, Brezilya gibi örneklerde de görüldüğü üzere, coğrafyanın toplumsal mücadeleler tarihinde yerli halkın direnişiyle olan organik ilişkisinden dolayı anarşist ideoloji her zaman bir adım öne çıkıyor.

“Özgürlük, kan ve gözyaşı içinde doğmuştur. Haklar ve özgürlükler asla bahşedilmez, onların alınması gerekir.”

Manuel González Prada

Peru halklarının tarihi, devletlerin ve merkezi yapıların olmadığı yıllardan günümüze conquistadore’lere* karşı direnişin bir tarihi olageldi. Bağımsızlık ve özgürlük, yerli halkların efsanelerinde, modern devrimci figürlerin sözlerinde ve Peru tarihini oluşturan sözlü geleneği aşarak literatürde yaşamaya devam etti.

Peru’da anarşizm; özelde ise anarko-sendikalizm, tüm dünyada olduğu gibi 20. yüzyılın başlarında yaygınlaşmaya başladı. Özellikle Peru kıyılarında sanayileşmenin artışıyla beraber şehirlerdeki çeşitli zanaatkarlar, fabrika ve ulaştırma işçileri, iç kısımlarda ise kırsal üretim yapan köylüler arasında bir etki sağlamaya başladı. Peter Marshall’ın kitabında aktardığı gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde işçi sınıfının örgütlenmesi arttı, 1918’den itibaren anarşistlerce örgütlenen günde sekiz saat mücadelesiyle beraber grevler, direnişlerle kapitalistler için hızlıca bir tehdit haline geldi. Bu dönemde kurulan Bölgesel İşçi Federasyonu, “kapitalizmden kurtulmak ve onun yerine bir özgür üreticiler toplumu kurmak” için faaliyete geçti.

İşçi mücadelesinin ortaya çıktığı 1910-20’li yıllarda, Peru’nun Lima-Callao bölgesinde Proudhon, Bakunin, Kropotkin ve Malatesta’nın fikirlerinden derinden etkilenen işçiler, hareketi anarşist ilkelere ve mücadele deneyimine paralel bir şekilde örgütlediler. Peru anarşist tarihi, İspanyol anarşizminin tarihiyle önemli bağlara sahipti. Örneğin özgür öğrenim üzerine yazın ve pratik üretme noktasındaki ilk akla gelen isim olan Francesco Ferrer i Guàrdia’nın anarşist kimliği sebebiyle İspanya devleti tarafından idam edilmesine karşı ilk eylem Peru’da gerçekleşmişti.

Peru’da Anarşist Yayıncılık

Peru’da anarşist yayınların tarihini anlatırken bir isim özellikle öne çıkmaktadır. Peru’lu edebiyat eleştirmeni, çevirmen, kütüphaneci ve anarşist Manuel González Prada, bölgedeki ilk anarşist gazete olan Los Parias’ın (Parya) yayıncısıydı. Valparaiso’da bir İngiliz okulunda eğitim gören Prada aslen, burjuva bir ailenin çocuğuydu. Tanıştığı Fransız ve İspanyol anarşistlerinin onun düşüncelerine etki etmesi sonucu sürgün yıllarında anarşist fikirleri benimsemişti. Yazar ünlü kitabı Free Pages’de (Özgür Sayfalar) dinin ve devletin toplum üzerindeki olumsuz etkilerini anlatıyordu. Yerel otoriteler tarafından tepkiyle karşılanan kitap Katolik Kilisesi’nin aforoz tehditlerine maruz kaldı. Peru’daki anarşist hareketin kolonyalizm karşıtı hareketle organik bağından bahsetmiştik Manuel González Prada aynı zamanda İspanyol işgaline karşı duran Ricardo Palma, Juana Manuela Gorriti, Clorinda Matto de Turner ve Mercedes Cabello de Carbonera’nın aralarında olduğu bir yazarlar grubunun parçasıydı.

Los Parias, 1904 yılında yayın hayatına başladı. Peru’nun kuzeyindeki Lima, Trujillo ve güneydeki Arequipa’da düzenli takipçileri vardı. Prada gazeteden işçi kardeşlerine şöyle sesleniyor ve grev çağrısı yapıyordu. “Grevler işçilerin zihnini uyandırır, bir insan olarak varoluşuna değer verir, bu absürd ve egoist toplumda bütün işçilerin kaderiyle bir bağ kuran en geniş ve güçlü sosyal unsur, üretimin bir faktörü olarak kendilerini eğitmelerini sağlar.”

Sonrasında sırasıyla 1905 ve 1907 yılları arasında yayınlanan La Simiente Roja (Kızıl Tohum), 1905/10 yıllarında El Hambriento (Açlık), 1906/07 Humanidad (İnsanlık), 1907/09 arasında El Oprimido (Ezilenler) gibi yayınlar Güney Amerika anarşist yayıncılık tarihine geçti. Gün geçtikçe örgütlenmelerini güçlendiren işçiler, Manuel González Prada’nın ölümüne kadarki süreçte her sektörde kendi anarşist yayınlarını çıkartacak kadar örgütlenmişti. Ayakkabı üreticilerinin yayını El Sindicalista (Sendikalist), tekstil işçileri federasyonunun yayını El Obrero Textil (Tekstil İşçisi), fırıncılar birliğinin yayını La voz del Panadero (Fırıncının Sesi) ve elektrik işçileri sendikasının yayını El Electricista (Elektrikçi) bu dönemde çıkan gazetelere örnekti. 1918-19 yıllarında iki yeni sendika da Peru’da anarşist hareketi büyütmek için örgütlenme çalışmalarına başlıyordu: Basın Yayın İşçileri Sendikası, Tekstil İşçileri Sendikası.

Büyüyen hareket eylemlilik süreçlerini de hızlandırdı. Dünyanın dört bir yanında alevlenen sekiz saatlik iş mücadelesinin etkisiyle, dönemin Peru devlet başkanı Pardo, kadınlar ve çocuklar için sekiz saatlik iş günü uygulamasını kabul etti. Devletin sekiz saati bütün işçiler için uygulamaya sokmasını talep eden işçiler, 1919’un Ocak ayında,
Lima’nın bütün sektörlerinden işçiler ve üniversitelerden öğrencilerle bir grev başlattılar. Anarşist grevcilerin tutuklanması ve işkence görmesi eylemleri bitirmeye yetmedi. Genel Grev üç gün süren sokak çatışmaları ve iş bırakma eylemleriyle sürdü. 15 Ocak günü, anarşist Delfín Lévano’nun işçiler için “vazgeçilmez” olarak tanımladığı sekiz saat iş günü, mücadelenin gücüyle kazanılmış oluyordu.

1920’lerin başında Peru’nun güney kesiminde de anarşist etkiler hızla genişliyordu. Peru’da yün ticaretinin gelişmesiyle birlikte bu alanda çalışan işçiler arasında da anarko sendikalist fikirler yaygınlaşmaya başladı. Lima’daki anarşist örgütlenmeler, göçmen işçilerin gelişi ve uluslararası anarşist hareketle olan ilişkiler bu bölgede anarşist örgütlenmelerin gelişimine katkıda bulundu. Mariano Lino Urieta, Manuel Mostajo, Modesto Malaga ve Armando Quiroz Perea gibi yazarların çıkarttığı yayınlar bu döneme damgasını vurdu. El Ariete (Koçbaşı), Bandera Roja (Kızıl Bayrak), El Volcán (Volkan), Defensa Obrera (İşçi Savunması), La Federación (Federasyon) bu dönemde Peru’nun güneyinde yayınlanan anarşist yayınlara birer örnek olarak verilebilir.

Yakın geçmişte ise öne çıkan bir anarşist yayın olarak anarşist dergi Qhispikay’den bahsedebiliriz. Lima-Peru’dan Grupo Qhispikay Llaqta’nın resmi dergisi olan Qhispikay yayın ve mücadele anlayışını “örgütlü ve devrimci anarşist hareket içerisindeki fikir ve eylem çizgilerini koruyarak, mevcut toplumsal ve politik bağlam içerisinde toplumsal mücadeleyi desteklemeye ve harekete geçirmeye çalışıyor.” şeklinde açıklıyor. Güney Amerika yerelinde mücadeleye ilişkin yorumlar, hapishanelerden haberler, anarşist bir gözle genel-yerel seçim analizleri, evsizlik vb. pek çok konuda yazıların yayınlandığı dergiye [email protected] mail adresinden ulaşmak mümkün. Aynı şekilde yayın hayatına devam eden USL’nin yayın organı (Özgürlükçü Sosyalist Sendika) Avancemos ve Lucha Libertaria gibi dergiler de güncel anarşist yayınlar olarak Peru’da anarşizm mücadelesini büyütmeye devam ediyor.

*İspanya İmparatorluğu ve Portekiz İmparatorluğu’nun askerlerine verilen bu isim Peru’yu işgal eden, sömürgeleştiren iktidarların yaptıklarıyla özdeşleşmişti.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Anarşist Yayınlar (22) : Peru’da Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/anarsist-yayinlar-22-peruda-anarsist-yayinlar/feed/ 0
Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/ https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/#respond Mon, 11 Nov 2019 07:07:14 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/ Şimdi -Liselerde İsyan- Zamanı! Sohbetimize ilk olarak Lise Anarşist Faaliyet ile başladık. Hem gençlik mücadelesi içerisinde liselerde anarşizmi örgütlüyor olmaları hem de yaşadığımız topraklarda halen faaliyet yürüten en eski anarşist örgütlenme olmaları sebebiyle anlatacakları şeyler oldukça önemli. Onlara neden anarşist bir lise örgütlenmesine ihtiyaç duyduklarını, içinde yaşadığımız sistemi nasıl yorumladıklarını, faaliyetlerini ve daha birçok meseleyi […]

The post Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Şimdi -Liselerde İsyan- Zamanı!

Sohbetimize ilk olarak Lise Anarşist Faaliyet ile başladık. Hem gençlik mücadelesi içerisinde liselerde anarşizmi örgütlüyor olmaları hem de yaşadığımız topraklarda halen faaliyet yürüten en eski anarşist örgütlenme olmaları sebebiyle anlatacakları şeyler oldukça önemli. Onlara neden anarşist bir lise örgütlenmesine ihtiyaç duyduklarını, içinde yaşadığımız sistemi nasıl yorumladıklarını, faaliyetlerini ve daha birçok meseleyi sorduk.

İlk olarak neden liselilerin mücadele etmesi gerektiğini konuştuk. LAF’lı arkadaşlarımız “Aslında eğitimin çok küçük yaşlarda başladığından” bahsetti. “Eğitimin, devletin en küçük birimi olan ailede baskıyla belirginleştiğini” de ekledi. LAF’lılar istemediğimiz şeyleri bize öğretmeye çalışan ailemizin ve öğretmenlerimizin sistematik baskılarına karşı bütünlüklü bir şekilde mücadele etmek için liselerde anarşizm mücadelesi verdiklerini belirtti. Arkadaşlarımız iktidarların baskı araçlarıyla liselileri tektipleştirmeye çalışmasına karşı mücadele etmenin öneminden şöyle bahsediyor; “sevdiğimiz, sevmediğimiz, güzel dediğimiz, çirkin dediğimiz kısacası yaşamsal tüm gereksinimlerimiz ve eğilimlerimiz bu sistemin standartlarına göre, yani iktidarların çıkarları doğrultusunda iradelerimizin tamamen dışında belirlenir. Daha biz küçükken başlayan bu belirlenim sürecinin kendisi; toplumsal yaşamda süregelen olayları ve olguları sorgulamamızı engeller, gerçeklerden ise uzaklaşmamıza neden olur. Böylelikle yaşamımızın sonuna kadar bizim için belirlenmiş olanı yaşarız. Bu belirlenmiş olan kalıpları yaşamamak için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz.’’

Herşeye Karşı Olanlar Değil Yüreklerinde Yeni Bir Dünyayı Taşıyanlar

Mücadelelerinin gereği olarak da LAF’ın ilkelerini şekillendirirken anarşist ideolojileri doğrultusunda “otoriteye, bencil ve rekabetçi ilişkilere, devlete, kapitalizme, militarizme, cinsiyetçiliğe, gerontokrasiye” karşı olduklarını anlattılar. İktidarların farklı görünümlerine karşıydılar. Onlar kendilerinin de dedikleri gibi: “Her şeye karşı olanlar değil, yüreklerinde yeni bir dünyayı taşıyanlar”. “Anarşistiz” başlıklı yazılarında belirttikleri gibi örgütlenmeyi amaçlayan, devrimci, anarşist bir mücadeleden yanalar.

Eğitilmek İstemiyorlar

Söyleşinin devamında kendilerini “eğitim karşıtı” olarak adlandırdıklarından bahsettiler. Biz de onlara dertlerini anlatırken nasıl tepkilerle karşılaştıklarını ve eğitim karşıtlığının ne demek olduğunu sorduk. Eğitim meselesine ilişkin düşüncelerini anlatırlarken en sık karşılaştıkları olumsuzluklardan birinin eğitim karşıtlığının bilgiye de karşı olmakla karıştırılması olduğundan bahsettiler. Yayınladıkları fanzin, dergi ve bildirilerde öncelikle eğitimi nasıl tanımladıklarından bahsediyorlar. “Eğitim, öğreten ve öğrenen ilişkisinde, öğretenin yani bilgiyi bilenin, öğrenen yani bilgiyi bilmeyen üzerinde kurduğu otoritedir. Öğretenin bilgiyi elinde bulundurmasıyla oluşan bu otoriter ilişki, yaşamın diğer alanlarında da öğretenin öğrenen üzerindeki otoritesini olağanlaştırır. Bunun sistematikleşmiş haline de eğitim sistemi denir.’’ İktidarların eğitim yoluyla kendi düzeninin devamlılığını sağlayacak itaatkar toplumlar yaratmak istediğini söylüyorlar. Bu yüzden kavgaları eğitimle ve eğitim kurumlarının hepsiyle.

 

Devletin Adaletsizliğine Karşı İsyan!

Aynı zamanda kendilerine ve yaşıtlarına uygulanan adaletsizliklere karşı harekete geçme konusunda çekinmiyorlar. Yaşadıkları topraklarda olsun olmasın tüm kardeşleri için eylemlikleriyle dikkat çekiyorlar. Bu sebeple 2008 yılında İstiklal Caddesi’ndeki Yunanistan konsolosluğu önünde, Yunanistan polisi tarafından katledilen anarşist Alexis Grigoropoulos için yaptıkları eylemle ses getirmeye başlıyorlar. Bu aynı zamanda Lise Anarşist Faaliyet imzasıyla yapılan ilk sokak eylemi olma özelliğini taşıyor. Yapılan eylemde yazdıkları pankartta “Biz de 16 Yaşındayız’’ diyorlar ve Alexis’in mücadelesini İstanbul sokaklarına yayıyorlar. Aynı dönemlerde Kadıköy’de mendil satarken zabıtaların kovalamaları sırasında yaşamını yitiren Bülent Çalıkıran’ı ve devlet şiddetiyle katledilen arkadaşlarının isimlerini sokaklara yazıyorlar. Coğrafyanın her yerinde gerçekleştiren katliamlara karşı mücadeleyi büyütme çağrısı yapıyorlar: “Devlet kardeşlerimizi katlediyor, biz ise unutmuyoruz ve affetmiyoruz. Otoriteye karşı öfkemiz daha da büyüyor, baskılara karşı biz olup örgütleniyoruz.’’

Okul Kilitleme Eylemleri, Sabotajlar

Liseli anarşistler okullardaki öğretmen, müdür baskısına karşı koymak için farklı, yaratıcı eylem biçimlerini kullanmasıyla biliniyor. Lise mücadelesine özgün bir direniş biçimi olarak çıkan okul kilitleme eylemleri bunların başında geliyor.

“İtaatkar bireyler elde etmek için çalıştıkları, özgürlüğümüze kilit vurdukları, eğitim yuvalarının kapılarına özgürlük kilitlerimizi vuruyoruz.” diyorlar ve şu zamana kadar 5 farklı ilde birçok okulun kapılarını kilitlediklerinden bahsediyorlar. Çünkü kilitler açılmayınca o gün sınavlar iptal oluyor okullar tatil oluyor. Bu tarz sabotaj eylemlerini genellikle 24 Kasım öğretmenler günü olarak bilinen günde yapıyorlar. Çünkü sloganları; “Armağınımız İsyanımızdır”. Kilitlenen her okulla beraber 24 Kasım öğretmenlere değil öğrencilere armağan oluyor.

Sabotaj eylemleri sadece okul kilitlemeleriyle sınırlı kalmıyor tabi ki. Birçok farklı yönteme sahip olduklarından bahsediyorlar. Bunlardan biri de tabela değiştirme eylemleri. İlk tabela değiştirme eylemini Kenan Evren Anadolu Lisesi’ne yapmışlar. “Biraz istek, biraz inanç, biraz da eylem gerekiyordu. Bir gece ansızın okula giderek “Kenan Evren Anadolu Lisesi” tabelasını indirip yerine “Erdal Eren Anadolu Lisesi” tabelası asmıştık. Erdal Eren 17 yaşında iken, yaşı büyütülerek Kenan Evren ve diğer darbecilerin idama yolladığı devrimci bir gençti; onun adını darbecilerin adının verildiği okula vermenin iyi olacağını düşünmüştük. Bir sene sonraysa rüzgar tersten esti darbecilerin isimleri okullardan kaldırılıyordu. Kenan Evren Anadolu Lisesi resmi olarak İstanbul Anadolu Lisesi olarak değiştirildi.” Bu değişiklikte eylemlerinin de biraz etkili olduğunu düşünüyorlar. Bir diğer çoklu tabela değiştirme eylemini ise Taksim Gezi Direnişi sırasında katledilen 6 direnişçi için 6 liseye aynı anda gerçekleştirmişler. Söyleşiye devam ederken bu tabela değiştirme eylemlerinin onlar için anlamı nedir diye soruyoruz. Yanıtları “Amacımız devletin tetikçilerinin isimlerini okullardan silmek özgürlük için mücadele ederken katledilen kardeşlerimizin isimlerini onların yerine yazmak ve unutturmamaktır.’’ oluyor. Bir diğer sabotaj eylemi ise tabela boyama. Birçok farklı liseye gidip tabelaların üzerine boya atarak bir süreliğine okulun tabelasız kalmasını sağlıyorlar. Farklı gündemleri oldukça eylemlerini çeşitlendirdiklerini bahsediyorlar. Bazen kuşlama yaparak, bazen okul kapılarına boya dökerek, bazen de yazılama yaparak sözlerini müdürlere, öğretmenlere, okul idarecilerine ve en çok o okullarda olan liselilere ulaştırmayı amaçlıyorlar.

Paylaşma masaları

Liseli anarşistlerin yaptıkları eylemler üzerine söyleşimiz devam ederken yaptıkları eylemlerin sadece okul dışında sınırlı kalmadığından okul içerisinde de faaliyet gösteriyorlar. Okullardaki sistemin bireylere dayattığı bencil ve rekabetçi ilişki biçimlerine karşı paylaşma ve dayanışmayı büyütüyoruz diyerek okullarda “paylaşma masaları’’ geleneğini başlattıklarını anlatıyorlar. Çünkü onlara göre okullarda bencillik kültürünü oluşturan yer kantinlerdir. Bu yüzden arkadaşlarını okullarındaki kantinleri boykot etmeye ve her birinin evlerinden getirdikleri yiyecekleri birleştiriyorlar. Paylaşma ve dayanışmayla dolu masalar sistemin kültürünü yok ediyor.

İnadına LAFanzin

Liseli anarşistler, “anarşizmi eşek üstünde köy köy gezerek anlatan yoldaşlarımızın inadıyla yıllardır okullardan sokaklara inatla taşıyoruz anarşizmi’’ diyorlar. Ancak mücadeleleri sadece sokakla sınırlı kalmıyor. Okullardaki otoriter yapıya ve sokaklardaki otoriter güçlere karşı her alanda mücadele ediyorlar. Arkadaşlarına, kardeşlerine ulaşmak için bir diğer yolları ise kağıtlara yazmak. İlk olarak LAFanzinlerle başlıyorlar sürece. Okullarda yaşanan adaletsizliklerden, eğitim karşıtlığından, yaptıkları eylemlerden ve örgütlü anarşizmden bahsediyorlar fanzinlerinin içerisindeki yazılarda. Gündemdeki olaylara sessiz kalmamak için hızlıca bildiri yazıp olabildiğince sokaklarda dağıtmaya çalıştıklarından bahsediyorlar. Zaman geçtikçe yazdıkları yazılar, söyledikleri sözler fanzinlere sığmamaya başlıyor ve İnadına dergisini çıkarmaya başlıyorlar. Derginin ismini neden “İnadına’’ seçtiklerini sorduğumuzda ise verdikleri cevap şöyle oluyor: “Bizler mücadele ettiğimiz her alanda; okulda öğretmenlerin, müdürlerin engellemeleriyle, sokaklarda devletin ve polislerin şiddetiyle ve türlü baskısıyla karşılaşıyoruz. Çünkü özgürlüğe düşmanlar. İsyanımızdan ve daha da büyüyüp örgütlenmemizden korkuyorlar, bu yüzden bizleri engellemeye çalışıyorlar. Onlar bizleri önlerinde eğmek istedikçe biz İNADINA özgürleşiyoruz. Otoritelere öfkemiz daha da büyüyor ve İNADINA mücadele ediyoruz”.

Özgürlük İçin Anarşist Gençlik!

Liselerde mücadele yürüten LAF’ın ardından üniversitelerde ve gençliğin mücadele ettiği her alanda faaliyet yürüten, anarşizmin sesini yükseltmek için çabalayan Anarşist Gençlik’le bir söyleşi gerçekleştirdik. Anarşist Gençlik üniversitelerde, sokaklarda yaratıcı eylemleriyle ve direngen tavrıyla adını duyurmuş bir örgütlenme. Anarşist Gençlikle de içinde bulunduğumuz sisteme karşı duruşlarını, gençlik mücadelesini, eylemliklerini konuştuk.

Pratiğin önemli olduğunun altını sıkça çizen arkadaşlarımızla ilk olarak bugüne kadar yapılan eylemlerden bazılarını konuştuk. Üniversite önünde “Üniversite Entegrasyondur” pankartıyla gerçekleştirdikleri eylemde, sistemin kalifiye beyaz yakalıları, müdürleri, patronları olmak için verilen diplomayı temsil eden devasa bir diploma maketini ateşe veren onlardı. Sonrasında “Em Roboski ji Bîr Nakın! Roboski Vicdanımızdır” sloganıyla kampüsleri devletin bombalarını simgeleyen maketlerle donatan, 15 Mayıs Vicdani Retçiler Günü’nde katliamı karşı vicdani retlerini açıklayan da.

Temeli 2013 Taksim Gezi İsyanı sürecinde atılan Anarşist Gençlik, sokak eylemlerindeki belirginleşmesinin ardından üniversite kampüslerinde, sokaklarda, gençliğin var olduğu mücadele alanlarında kara bayrakları ve pankartlarıyla sokaklarda oldu. Gezi eylemlerinde yaşamını yitirenlerin hesabının sorulduğu sokak eylemlerinden, adaletsizliğin açığa çıktığı mahkeme önlerine kadar direnişin savunulduğu neresi varsa orada oldular.

13 Mayıs 2014’te, coğrafyamızın gördüğü en büyük maden katliamı olan Soma Katlamı’nın ardından gerçekleşen sokak eylemlerindeydiler. Soma’nın İstanbul temsilciliğinin kapısı önünde “Soma’da Katil Kapitalizm” pankartıyla en ön saftalardı. İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde bulunan havuzu kömürün karasına boyadılar. Astıkları “Unutulamaz Affedilemez” pankartıyla, fakülte içerisinde geniş bir etki uyandırdılar.

Anarşist Gençlik’ten arkadaşımız: “Aslında İstanbul Üniversitesi’nin anarşist bir geleneği olduğunu” söyledi. 6 Kasım 2006’da, sistemin bilgisiyle beyinleri yıkanarak zombileşen üniversiteli’ye ithafen zombi yürüyüşü yaparak Beyazıt Meydanı’na yürüyen anarşistler, ana kapının önünde üzerlerindeki önlükleri parçaladılar ve ateşe verdiler. Beyazıt Meydanı’nın da “Okuyalım, ama Sistemin Canına Okuyalım!” sloganını haykırdılar. 6 Kasım 2008’de 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK’ün kuruluş yıl 31 dönümünde, Anarşistler, “Bu Kışlada Bir Tank Eksikti” diyerek, hazırladıkları gerçeğiyle aynı ölçülerdeki tank maketiyle Beyazıt Meydanı’nda bir eylem gerçekleştirdiler. Arkadaşlarımız Anarşist Gençlik’in, bu yaratıcı mücadele geleneğinin takipçisi olarak, son yıllarda gerçekleştirdiği farklı projelerle anarşizme dair sözünü söylemeye devam ediyor olduğunu vurguluyor.

“Gençliğin Sorunları için Anarşist Çözümler Geliştirmeye Çalışıyoruz”

Anarşist Gençlik, benimsediği anarşizm düşüncesine içkin bir şekilde yalnızca politik değil yaşamsal alanlara ilişkin de çözümler geliştirmeye çalışan bir örgütlenme: “Arkadaşlarımızla yaşamı paylaştığımız yurtlarda ve öğrenci evlerinde sistemin dayattığı yaşam tarzının dışında karşılıklı sorumluluk ilişkisiyle örülü, paylaşma ve dayanışmayı esas alan bir model nasıl örülebilir bunun yollarını aramaktayız.”

Anarşist Gençlik kapitalizme karşı bir barikat olarak gördükleri ikinci el değiş tokuşundan, ürünlerin karşılıksız bir şekilde paylaşıldığı çeşitli sosyal ağlara kadar farklı yollar geliştirmek için uğraşıyor. İhtiyaçların karşılanması noktasında yalnızca değişim değil, aslında bizden çalınanları geri almak olarak yorumladıları kamulaştırmayı teşvik etmek için de çalışmalarda bulunmakta.

Özgür Bir Dünyayı Yaratmak Bizim Elimizde

“Ne yalnızca öğrenci evleri, yurtlar ne de kampüsler, işyerleri; gençlik olarak bulunduğumuz her yerde Kolektif Özgür Yaşam (KÖY) alanlarını örgütlemeye çalışıyoruz.” diyen Anarşist Gençlik’ten arkadaşlarımıza daha önce yayınladığı bildiri ve kitapçıklarda sıklıkla kullandıkları bu kavramın ne anlama geldiğini sorduk.

Özellikle Gezi direnişiyle alevlenen kamusal alan-özel alan tartışmasına anarşist bir eleştiri olarak geliştirdikleri Kolektif Özgür Yaşam kavramı, kapitalizmden ve devletten özgürleştirilmiş bir mekan anlayışını tanımlıyor. KÖY’ün ortaya çıkış koşullarına ilişkin ise “Siyasal temsiliyet, toplumu oluşturan bireylerin siyasallıklarını artık karşılamadığından, kolektif özgür yaşamdan bahsedebiliriz.” diyorlar. Sosyalist birey ve toplulukların yoğunlukla tercih ettiği gibi, devleti ve bürokrasiyi de içeren “kamusal” kavramı yerine temsiliyete dayanmayan, bireylerin doğrudan siyasi iradelerini deneyimleyebildikleri bir biçim olarak doğrudan demokrasiden ve sadece yeni bir siyasal formdan değil, aynı zamanda bunun kurucusu olan “yeni siyasal özne”den bahsetmektedir. Anarşist Gençliğe göre KÖY, “kapitalizm ve devlet hegemonyasındaki alanların, küçük dönüşümlerle kazanımlara dönüşmesini önemsemez. Çünkü bu reformist kazanımlar, birer amaca dönüştüğü için mücadele adına geçici ve aldatıcıdır. KÖY, yine de geçici dönüşümün mücadeleye etkisini önemser. Yani, bu kazanımları birer amaç olarak görmez, devrim mücadelesinde bir araç olarak görür. KÖY, bütünlüklü bir devrimci dönüşümü savunur.”

Ayrıca Anarşist Gençlik için Özgürlük düşüncesi pek çok afiş ve sloganda görüldüğü gibi “düşlediğini eylemek” olarak tanımlanmaktadır. Önceklikle “gerontokrasinin” gençliğin kendini gerçekleştirme mücadelesinde karşısında durması gereken en önemli olgu olduğunu belirten arkadaşlarımız: “Gerontokrasiyle yani yaşça büyük olanın kendinden küçük olan üzerinde kurduğu iktidarlı ilişkiye karşı kendi karar alma ve kararlarımızı hayata geçirme ısrarımız bizim için yaşamsal bir ihtiyaç” şeklinde konuştular. “Ailede ebeveynler, okulda öğretmenler, sosyal hayatta abi/ablalar ya da bir alana ilişkin kendini otorite olarak gören, bu otoriteyi çevresindekilere dayatanlar aracılığıyla ortaya çıkan gerontokratik ilişki biçimleri genç olmanın enerjisini sistemin çıkarlarına ya da kendi kişisel çıkarlarına göre kullanmak isteyenlerin en büyük silahı.” diye ifade ediyor. Kökeni insanlığın en eski toplumsal yapılarına kadar giden gerontokrasinin bugün vücut bulmuş hali, anarşist bir gençlik örgütlenmesinin karşısındaki en güçlü düşmanlardan biri.

Anarşist Gençlik’ten arkadaşımız “bizi tutsaklaştırmaya çalışan bütün otoritelere karşı düşlediğimiz dünyayı eylemek, yani özgürleşmek ancak Kolektif Özgür Yaşam Alanları’nın örgütlenmesiyle mümkün olacak” diyorlar.

Eylemin Bereketiyle Kampüslerde, Sokaklarda, Meydanlardayız

OHAL gibi süreçlerde özellikle sokaktaki gençlik hareketine yönelik doğrudan saldırılar, katliamlar, üniversitelerde ise artan baskıyla beraber yasaklar, uzaklaştırmalar gibi durumlar söz konusuyken böylesi bir mücadeleyi örgütleyebilmenin zorlukları var. Suriye Savaşı’nın başından beri, ezilen halklarla birlikte dayanışmayı büyütmek ve bütün iktidarlara karşı direnişin sesini yükseltmek için sınır nöbetlerinden, dayanışma köprülerine pek çok süreç örgütlendi. Bu bağlamda 20 Temmuz 2015 tarihinde Suruç’un Amara Kültür Merkezi’nde bir araya gelen gençlik temsilcilerine yönelik, katil devlet ve IŞİD çeteleri işbirliğinde bombalı saldırı gerçekleşti. Yaşamını yitiren 33 anarşist ve sosyalist devrimcinin mücadelesi bölgedeki bütün uluslararası güçleri ve kapitalistleri korkutmaya yetmişti. Katliamın ardından katillerle işbirliği yapan kolluk kuvvetlerine karşı “Kavganız Kavgamız” pankartıyla gereken cevabı verenler arasında Anarşist Gençlik vardı. Sonrasında dayanışma için çeşitli kampanyaların örgütlenmesinde, anma eylemlerinin düzenlenmesinde de inisiyatif aldılar.

Bütün bu baskılar ve sıkıştırmalar her zaman gençliğin direnişiyle karşılandı. Üniversitelerdeki afiş, masa yasaklarına karşı yine anarşizmin yaratıcılığıyla harekete geçen arkadaşlarımız üzerinde yalnızca soru işareti olan bir afiş yüzünden bir haftada 4 kez nasıl gözaltına alındıklarını, yetmezmiş gibi uzaklaştırmalar aldıklarını anlattılar. “Kampüslerde, düşüncelerimizi yaymak için kullandığımız araçlar, polis şiddetiyle elimizden alınmaya çalışıldı”. Mesele öyle bir yere geldi ki bazen boş bir bildiri, hatta uçan balonlar bile gözaltına alınmak için yeterli bir bahane oldu.

Paralı-Parasız Eğitime Karşı Özgür Bilgi Paylaşımı

Gençliğin kapitalizme entegre edilmesi için en önemli araçlardan birisi de eğitim sistemi. Gençlik hareketi içerisinde bazıları parasız eğitim meselesine yoğunlaşırken, bir kısım örgütlenme de anadilde ya da laik eğitim gibi talepler çerçevesinde örgütleniyor. Anarşist Gençlik’ten arkadaşlarımıza eğitim hakkında ne düşündüklerini sorduğumuzda tıpkı LAF gibi “eğitime karşı” olduklarını söylediler.

Eğitim meselesi üzerine düşünürken, 1936 İberya Devrimi sürecinde yazdıklarını geniş bir bağlamda hayata geçirme fırsatı bulan anarşist pedagog Francisco Ferrer y Guardia’dan ilham aldıklarını belirttiler. Godwin, Kropotkin ve Bakunin başta olmak üzere eğitime ilişkin anarşist literatürde söz üretmiş yazarlardan etkilenerek “özgür okullar” teorisi geliştiren Ferrer’in düşünceleri, aradan geçen onlarca yılın ardından çeşitli deneyimlerle bugün farklı tartışmalar, bu bağlamda geliştirilen farklı modellerle uygulanmaya devam ediyor.

Daha öncesinde 26A Atölye’de yaptıkları etkinliklerde yürütülen tartışmalar, gazetemiz sayfalarında yayınlanan yazılarından hareketle, Anarşist Gençlik’in eğitim üzerine nasıl bir çizgide tartışmalar yürüttüğünü gözlemlemek mümkün.

Meydan Gazetesi olarak bizler de otoritenin her türlüsüyle mücadele eden, özgür bir dünyayı şimdi şu anda kurmayı hedefleyen, anarşizmi örgütleyen Lise Anarşist Faaliyet ve Anarşist Gençlik’e mücadelelerinde başarılar diliyoruz.

Otoritelerin yaşamlarımızın her alanına sızmaya, iradelerimizi tutsaklaştırmaya, baskının her türlüsünü uygulamaya çalıştığı bugünlerde gençliğin yaratıcı ve enerjik karakteri özgürlük mücadelelerinin en çok ihtiyaç duyduğu niteliklerden biri. İçerisinde bulunduğumuz dönemde dünyanın pek çok coğrafyasında artan toplumsal hareketlerdeki gençliğin rolü de adeta bunun bir göstergesi. Halkların sömürüye, baskıya, katliamlara ve her türlü saldırılara karşı örgütlü tutumu da bu toplumsal hareketlerin başlıca gücü. Farklı otoriter mekanizmalar tarafından ezilen halkların kurtuluşunun devrimci anarşist perspektif ve eylemlerle geleceğine inanan bir gazete olarak ve örgütlü gençlik mücadelesinin önemli olduğunun altını çizerek, yaşadığımız topraklarda gençliğin yaşadığı sorunlarla ilgili olarak mücadele eden ve anarşizmi toplumsallaştırmaya çalışan Lise Anarşist Faaliyet (LAF) ve Anarşist Gençlik (AG) ile mücadeleleri üzerine sohbet ettik.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/feed/ 0
Hannah’lar: Kötülük Üzerine – Mercan Doğan https://meydan1.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/#respond Mon, 11 Nov 2019 06:39:15 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/ Hannah Duston: “Amerika’nın Baltalı Kadın Kahramanı” Bu yazının konusu olan Hannah’ların ilki Hannah Emerson Duston, onuruna heykeller dikilen ilk Amerikalı kadındı. Hannah Emerson 23 Aralık 1657’de, o dönemde yerlilerin yaşam alanlarının talanıyla ele geçirilen Massachusetts Körfez Kolonisi’nde, bugün Massachusetts eyaletinde bulunan Haverhill’de doğmuş; 1677’de Thomas Duston ile evlenmişti. 1689-1697 yılları arasında gerçekleşen Kral William Savaşı’nda […]

The post Hannah’lar: Kötülük Üzerine – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hannah Duston: “Amerika’nın Baltalı Kadın Kahramanı”

Bu yazının konusu olan Hannah’ların ilki Hannah Emerson Duston, onuruna heykeller dikilen ilk Amerikalı kadındı. Hannah Emerson 23 Aralık 1657’de, o dönemde yerlilerin yaşam alanlarının talanıyla ele geçirilen Massachusetts Körfez Kolonisi’nde, bugün Massachusetts eyaletinde bulunan Haverhill’de doğmuş; 1677’de Thomas Duston ile evlenmişti.

1689-1697 yılları arasında gerçekleşen Kral William Savaşı’nda Fransızlar -İngilizleri alt etmek için- yerlileri İngilizlerin yerleşim bölgelerine -yerlilerin işgal edilen topraklarına- baskına teşvik ediyordu. 15 Mart 1697’de yerliler Haverhill’e bir baskın gerçekleştirdi. Bu baskında onlarca kişi katledilmişti; kısa zaman önce doğum yapan Hannah ise hemşiresi Mary ve ve yeni doğan kızıyla birlikte yaşadığı çiftlikten kaçırılarak esir alınmıştı. Çiftlik yakılmış, Hannah’ın eşi Thomas, geri kalan çocuklarıyla beraber kaçmayı başarmıştı ancak kadının bundan haberi yoktu, ailesinin öldürüldüğünü sanıyordu. Esir alınan Hannah, Mary ve bebek yerliler tarafından kuzeye kaçırılıyordu. Yaşanan bu olayları günümüze aktaran kaynaklara göre, yerliler, yol boyunca ağlayan bebeği -kafasını yoldaki bir ağaca vurarak- öldürdü. Hannah ve Mary karşı çıkamayacak kadar korkmuş, ağlayamayacak kadar şok olmuşlardı.

15 gün boyunca toplamda 160 km yürütüldüler, yer yer sürüklendiler ve -günümüzde Concord, New Hampshire olarak bilinen- Merrimack ve Contoocook nehirlerinin birleştiği noktadaki adaya getirildiler. Yerli savaşçılar onları, kısa süreliğine, 12 yerli ve bir yıldan uzun zaman önce esir aldıkları Samuel Leonardson ile bu adada bırakarak başka bir köye baskına gittiler. Döndüklerinde kısa bir yolculuk daha yapacak, sonra soyularak kırbaçlanacaklardı. O gece, 30 Mart gecesi, Samuel’le el ele veren Hannah ve Mary yerlileri uykuda yakaladı, onları kendi baltalarıyla öldürdü. Buraya kadar yazıdaki ilk Hannah’nın hikayesinin bir kadın özsavunma hikayesi olduğunu düşündük, değil mi? Devam edelim.

Yerlilerin sadece ikisi kaçabilmişti; kaçanlardan biri yetişkin bir kadın, diğeriyse bir çocuktu. Hannah’nın yerlilere saldırmadan önce düşünürken öldürmek yerine kendisiyle birlikte evine kaçırmayı, öldürülen çocuğunun bedeli olarak almayı planladığı çocuktu.

Hannah, Samuel ve Mary’yle birlikte bulundukları adadan kanolarla kaçmak üzereyken geri döndü, öldürdükleri on yerlinin kafa derisini yüzerek kanıt olarak yanına aldı. Haverhill’e geri döndüler ve mahkemeye kanıtlarını sunarak olanları anlattılar. Ödül olarak 25’i Hannah’a olmak üzere toplam 50 pound ödül aldılar. Hannah “baltalı kadın kahraman” olarak tanındı; pek çok yere heykelleri, anıtları dikildi. Öldürdüğü yerlilerin altısının çocuk, üçünün yaşlı, sadece birinin savaşçı olduğu gerçeği pek dillendirilmedi. (Yerliler iki kadının başına gözcü olarak çok sayıda savaşçı bırakmayı gereksiz bulmuştu.) Hikaye bir yanıyla bir kadının kendini savunma hikayesini barındırsa da meselenin bundan ibaret olup olmadığı oldukça tartışmalıdır. Açık olansa çokça kötülük barındırdığıdır.

Kahraman mı Sömürgeci mi?

1492’de yüzde 100’ü yerlilerden oluşan Kuzey Amerika nüfusunun bugün sadece yüzde ikisinin yerlilerden oluşuyor olması, meselenin bir başka boyutunu tartışmaya açar. Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde bahsettikleri, bu hikayenin örgüsüyle oldukça örtüşür: “Sömürgeci, sömürge halkının alanını fiziksel olarak, yani ordu ve polis yardımıyla sınırlamakla tatmin olmaz. Sömürgeci, sömürge talanının totaliter karakterini sanki açıklamak ister gibi sömürge halkını bir tür katmerli kötülüğe dönüştürür… Yerlinin ahlak kurallarına duyarlı olmadığı ilan edilir. Yalnızca değersiz olmakla kalmadığı, aynı zamanda değerleri inkâr ettiği de ilan edilir. Başka deyişle o mutlak kötüdür.”

Hikaye sadece Hannah Duston’ın bakış açısından okunduğunda yerlilerin bir bebeği gözlerini kırpmadan öldürebilecek kötülükte olmaları anlatılmaktadır. Fransızların kışkırtmasıyla çiftlikleri yaktıkları, herkesi katlederken kadınları esir aldıkları, esirlerini soyarak kırbaçladıkları… “Nasıl da insanlık dışı kötü yaratıklar oldukları” anlatılmaktadır. Yerlilerle ilgili anlatılan hikayelerin çoğu böyledir. Sömürülen, katledilen halklardan genelde böyle bahsedilir. Kurtulmak için çocukları ve yaşlıları öldüren Hannah Duston’ın kahraman olma durumu tartışmalıdır ancak sömürgeci olması da oldukça tartışmalıdır. Sömürgeci midir Hannah Duston, o mu sömürmüştür yerlileri? En iyi ihtimalle göz yumarak suça ortak olmuştur, bu sebeple geçtiğimiz yıllarda bazı yerli grupları Hannah’nın heykellerine zarar vermiş ve onun, sömürgeciliğin sembollerinden biri olduğunu söylemişti. Ancak hikayeye dönecek olursak, yerli halkların yaşadıkları zulüm ve katliamlar, onların da çocukları öldürmesini, kadınları kaçırmasını nasıl meşrulaştırabilir? Tartışma çıkmaza girmekteyken yazıdaki ikinci Hannah’nın, kötülük deyince akla gelen ilk isimlerden olan Hannah Arendt’ın söylediklerine bakmakta fayda var.

Hannah Arendt Bize Bu Hikayedeki Kötülüğün Sıradanlığını Anlatır

Hannah Arendt, Hannah Duston’dan 249 yıl sonra, 14 Ekim 1906’da Hannover’de Yahudi bir mühendisin tek çocuğu olarak dünyaya gelmiş, Berlin’de büyümüştür. Hannah Duston’ın hikayesinin aklımıza onu getirmesinin sebebiyse yaşam öyküsü değil kötülüğe ve şiddete dair söyledikleridir.

Nazi Almanyası’nda Hitler’in Gestapo şefi olan Reinhard Heydrich’in emriyle “Yahudi sorununu çözmek” adı altında Yahudi soykırımını gerçekleştirmek konusunda özel olarak görevlendirilen Adolf Eichmann’ın yargılandığı davayı yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te” kitabında bahsettiği kötülüğün sıradanlığıdır. Hannah Arendt’e göre Eichmann “korkunç derecede normal” bir insandır. Ona göre kötülük yapan bir insan, kendisinin kötülük yaptığını düşünmez; sadece belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket ettiğini düşünür. Hannah Duston’ın hikayesindeki yerliler -tanıdıkları gözlerinin önünde katledilen, yaşam alanları talan edilen diğer halklar gibi- bedel ödetmeye çalışıyordur. Hannah Duston’sa kaçırılan, evi yakılan, çocuğu gözünün önünde parçalanan her kadın gibi bedel ödetmeye çalışıyordur. İki taraf da belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket etmiş görünüyordur. Hangisi daha ezilendir, teraziler tartamaz. Vuku bulan, onların kötülüğünün yanı sıra nesnel de bir kötülüktür. Bu şiddet sarmalının başlamış olmasıdır Hannah Arendt’e göre:

“İnsan doğası gereği, bir kere baş gösteren ve insanlık tarihine kaydedilen her fiil, gerçekliği tarihe gömülüp gittikten uzun zaman sonra bile hep ileride gerçekleşebilecek bir ihtimal olarak kalır. Gelmiş geçmiş hiçbir cezanın, suç işlenmesini önleyecek kadar caydırıcılığı yoktur. Bilakis, cezası ne olursa olsun, belli bir suç bir kere ortaya çıktı mı, tekrar ortaya çıkması, ilk ortaya çıkışının olup olabileceğinden çok daha olasıdır.”

Hannah Duston’ın hikayesindeki gibi bugün de kötülük yapmak ya da kötülüğe sessiz kalmanın rutine dönüştüğü çoğunlukla kabul ediliyor. Devletler halkları katlederken “temizlik” yaptıklarını söylüyor, yaşam alanlarını talan ederek göç etmek zorunda bırakıyor; tecavüzcü erkekler tecavüz edilen kadınların tecavüzü hak ettiğini söylüyor. Bunları meşrulaştırmaya çalışan düşünce ve inançlar kötülüğün tanımını değiştiriyor, onu bireylerin karşı koyamayacakları bir nesnellik haline dönüştürmeye çabalıyor. Ancak tekrar vurgulanmalıdır ki bu nesnellik, Hannah Duston’ın hikayesinde de bugün yaşadığımız coğrafyada da kötülüğün sürdürülmesini meşrulaştırmaz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hannah’lar: Kötülük Üzerine – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/feed/ 0
Antik Çağda Göç – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/#respond Mon, 11 Nov 2019 06:26:47 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/ “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık hikayeleri avcıları yüceltmeye devam edecektir.” Afrika atasözü Savaş, yoksulluk, yıkılan şehirler, dağılan yaşamlar… Günümüzde göç denildiğinde aklımızda beliren imgeler genellikle hep insanlığın acılarını ifade eden kavramları çağrıştırıyor. Kan ve gözyaşıyla sulanmış yeryüzünün tarihinde yeterince kötü “efsane” yokmuş gibi, tufanlardan daha korkunç, mistik varlıklardan daha acımasız yeni yeni hikayeler […]

The post Antik Çağda Göç – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık hikayeleri avcıları yüceltmeye devam edecektir.”

Afrika atasözü

Savaş, yoksulluk, yıkılan şehirler, dağılan yaşamlar… Günümüzde göç denildiğinde aklımızda beliren imgeler genellikle hep insanlığın acılarını ifade eden kavramları çağrıştırıyor. Kan ve gözyaşıyla sulanmış yeryüzünün tarihinde yeterince kötü “efsane” yokmuş gibi, tufanlardan daha korkunç, mistik varlıklardan daha acımasız yeni yeni hikayeler yazılmaya devam ediyor.

Bundan yüzyıllar, bin yıllar öncesinde ise göç bugün bizlere ifade ettiğinden çok daha farklı anlamları içinde barındırıyordu. Modernliğin tekdüzeliğine ve standardizasyonuna sıkıştırılmamış insanın yaşamı algılayışı üzerine düşündüğümüzde ulaşmakta zorlanmayacağımız yolculuklara çıkılıyordu belki de. Sınırlarla, dikenli tellerle çevrilmemiş uçsuz bucaksız ovalar, sahiller, ormanlar, bataklıklar arasında yeni maceralara atılmak ve hayatına anlam katmak amacıyla çıktığı uzun yolculuklar yeri geldiğinde içinden çıktığı topluluğun varlığını sürdürebilmek için, yeri geldiğinde de gerçekliğin farklı yüzlerini deneyimleyebilmek için oluyordu.

Antik Çağ’da göç önceden planlanan, tasarlanan bir hareketti. Bu bağlamda başta Neolitik kültür olmak üzere farklı yaşam biçimleri dünyanın dört bir yanına kolayca yayılabilmişti. Bununla birlikte diğer kültürler de bu etkileşim dalgası içinde gelişti ve serpildi. Göçün, göç eden için farklılaşan anlamlarıyla birlikte, topluluk yaşamının doğasıyla belirlenen bir işlevi de vardı. Bu işlev şiddetin ortaya çıkmaması için örgütlenip yaşamsal ilkeler belirleyen, iktidarın ortaya çıkmaması için merkezileşmeye direnen Antik Çağ’ın toplumsallığının ifadesiydi.

Tarih öncesinin Anlattıkları

Büyük grupların “organizasyonu” için gereken belli nesnelliklerin kurulmaması yönündeki koruma mekanizması, insanlığın kurduğu ilk örgütlenmeleri yerel birimler olarak şekillendiriyordu. Bu yaşam biçiminin bir yansıması olarak görülebilecek olan, artan nüfusun göç ederek parçalanması olgusu günümüzde ifade ettiği kötü anlamlarından çok, özgür yaşamın garantörü olma işlevindeydi. Tıpkı popüler kültürdeki pek çok örneğinde “gizemli kült yapılanmaların” korku öğesi olarak kullandığı, yaşlıların kendi hayatından vazgeçerek dünyadaki varlıklardan elini çekmesi durumunda olduğu gibi, Antik Çağ’da dengenin ve uyumun bozulmaması yönünde kolektif aklın ürettiği belli çözümler bulunmaktaydı.

Ön tarih için durum böyleydi. Ancak onun da öncesinde. Yani tarih öncesi denen insanlığın en uzun evresinde işler biraz daha farklıydı. Şunu akıldan çıkarmamak gerek; insanlık, yüzyıllar boyunca ekonomik ve siyasi yaşantısını yalnızca yerel düzeyde örgütledi. Hiçbir kalıcı idari sistem kurmadı. Özellikle tarihöncesi insan, mesken edineceği yeri seçerken hayvan davranışlarını da takip ediyordu. Bu da yine bizim algılayışımızın dışında farklı bir göç davranışını beraberinde getiriyordu. 1949-51 yılları arasında Graham Clark’ın kazdığı Mezolitik Çağ yerleşmesi Star Carr kazılarında görüldüğü gibi, yarı göçebe diyebileceğimiz Star Carr insanları alageyikleri takip ederek yazın çevredeki tepelere yerleşiyordu. Bu bir yıllık göç modelini, kendilerini bir parçası olarak hissettikleri doğal yaşamdan öğrenmişlerdi. Doğadan öğrenilen, baskının ve zorlamanın karşısında duran, yüzyıllarca süren bu yaşam kültürü, insanlığın belleğinde öylesine derin yer etmişti ki, alışılanın tam tersi şekilde örgütlenen merkeziyetçi, iktidarlı toplumsal örgütlenmelerde dahi, yalnızca iktidarlarla çatışma halinde olan “azınlığın” değil kültürün belirleyicileri olan “çoğunluğun” eylemlerinde de yaşamaya devam etti.

Antik Çağ’da Göçün Anlamı

Antik Çağ’da göç olgusunun günümüzdekinden farklı bir şekilde savaşlar, açlık gibi durumlar sonucu “zorlanan” değil de sebebi savaş, kıtlık vb. de olsa belli mecburiyetler ve gereklilikler olarak görülen, ancak çoğu zaman başkaca anlamlar da ifade edebilen bir olgu olduğunu anlamak gerekiyor. Yaşanan büyük göç dalgalarını ortaya çıkaran savaş, kıtlık gibi olayların ortaya çıktığı koşullara karşı verilen tepki, o toplumun nasıl örgütlendiğiyle doğrudan ilişkili oluyor. İradesini çalan iktidarların savaşlarında yaşamları ellerinden alınan insanların oradan oraya savrulmasıyla, kendi gibi olanların bugünü ve geleceği için yolculuğa çıkanlar arasında, benzer nedenlerle ortaya çıkan birbirinden ayrı iki göç modeli açığa çıkıyor.

Antik çağda göçün başlaması için verilecek kararın da öyle ya da böyle kolektif bir aklın ürünü olduğuna dair güzel bir hikaye anlatıyor Heredotos.

Geç Tunç Çağı’nın sonunda kıtlık, Lydia bölgesinde kol geziyordu. Manes oğlu Atys’in zamanıydı. Aç geçen günlerin sıkıntısı unutmak için zar, aşık kemiği ve top oyunları buldular. Herodotos’a göre yalnızca tavla o zaman ortaya çıkmamıştı zira tavlayı biz bulduk demiyor Lydia’lılar. Bu oyunları bulduktan sonra yemek peşinde koştukları bir günü oyuna veriyor, bir günü de yemek yemek için kullanıyorlardı. On sekiz yıl böyle açlık içinde yaşadılar. Sonunda, ilkel reflekslerini hatırlayarak bir karar verdiler. Yiyeceğin kalanlara yetmesi, diğerlerinin de yeni besin alanları bulabilmeleri için bir kura çekilecekti. Göç edecek olanların yanında kralın oğlu Tyresenos da gidecekti.

Antropolog Pierre Clastres’in ilksel toplumlar için başarılı bir şekilde belirlediği gibi, içinde bulunduğu topluluğa karşı hayati sorumlulukları olan ve “otorite” olmayan şefler örneğinde olduğu gibi, antik dünyayı şekillendiren topluluklar ne kadar kurumsal yapılar inşaa etmiş olsalar da varoluş ilkelerinde olan davranışları kolay kolay silip atmadılar. Ölümcül bir yolculuğa çıkan ülkenin yarısının yanına “kral’ın oğlunu” gönderecek kadar..

Orta Amerika’da Yanomani yerlileri arasında yaptığı çalışmalarla, kabile topluluklarının “şeflerinin” iktidarlı olmadığını kanıtlayan Clastres’in çalışmalarının bize kazandırdığı bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, ana akım tarih yazımının bulandırdığı tarih bilgimizde olduğu gibi, ilksel insanların ya da antik dünyanın gerçekliği de algımıza yerleştirilenden daha farklı görünebiliyor gözümüze.

Göçün Geçmişini Kazımak Neden Önemli?

Antik çağda göç olgusu üzerine düşünmek, yalnızca tarihsel bilgi olarak değil onun toplumun dinamikleri üzerindeki etkisini sorgulamak ise bize dünyayı olumsuz etkilemiş pek çok bahsi tekrar değerlendirmek noktasında fayda sağlıyor. Örneğin, tarihin çok da uzak olmayan bir döneminde ortaya çıkan ve özellikle ırkçı ideolojiler tarafından gerçekleştirilen katliamlara bir gerekçe olarak sunulan çeşitli “bilgiler” bugün bu düşünme süreciyle beraber tamamen silinmeye başlıyor.

“Ari avrupalı” insanın saflığı olasılığı, son dönemde arkeolog Douglas Baird’in yaptığı çalışmalarla tamamen imkansız hale geliyor. Konya ovasında yaptığı kazılarda Baird, “Anadolu’nun erken dönem topluluklarının Avrupa’nın ilk tarım toplumlarının atası olduğunu” gösteriyor. Orta Anadolu’daki tarım toplumlarının göç yoluyla Batı/Kuzey Anadolu ve Avrupa’ya göç etmiş olabileceğini düşünüyor. Böylelikle ne Anadolu’da ne de başka yerde aranan saf ırk bulunamıyor. Tarihöncesi Avrupa’nın üç ayrı göç dalgasıyla karışmış halkı buranın antik çağdan beri bir “erime potası” olduğu gerçeğiyle beraber öncesinde Gordon Childe ve diğer arkeologlar tarafından da iddia edildiği gibi kültürel bir mozaik olduğunu gösteriyor.

Tıpkı sosyal darwinizme karşı günümüzde insan ve hayvan davranışları üzerine çalışan pek çok antropolog ve biyolog tarafından yeniden keşfedilen karşılıklı yardımlaşma teorisinin sosyal bilimlerdeki etkisinde olduğu gibi, insanın yüzyıllar süren devletsiz, iktidarsız yaşamından süzülen deneyimler, bilgiler, geçmişi ve bugünü daha iyi anlamlandırmamız için bize gereken anahtarı verecek.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Antik Çağda Göç – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Sol Popülizm Bir Seçenek mi? – Gökhan Soysal https://meydan1.org/2019/11/10/sol-populizm-bir-secenek-mi-gokhan-soysal/ https://meydan1.org/2019/11/10/sol-populizm-bir-secenek-mi-gokhan-soysal/#respond Sun, 10 Nov 2019 17:03:21 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/10/sol-populizm-bir-secenek-mi-gokhan-soysal/ Sol popülizm kendisini sağın karşısında konumlandıran bazı kesimler için bir can simidi olmuş durumda. Bu kesime göre sağın yükselişi popülist yöntemler sayesindedir ve bu yükselişin karşısında sol popülizm önemli bir seçenek olarak belirir. Belirtmek gerekir ki solda olup kendisini popülizme karşı konumlandıranlar da mevcuttur. Popülizm Tartışmalarında Tarihsel Köken Sorunu Popülizmin tarihsel kökenlerinde en sık vurgu […]

The post Sol Popülizm Bir Seçenek mi? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Sol popülizm kendisini sağın karşısında konumlandıran bazı kesimler için bir can simidi olmuş durumda. Bu kesime göre sağın yükselişi popülist yöntemler sayesindedir ve bu yükselişin karşısında sol popülizm önemli bir seçenek olarak belirir. Belirtmek gerekir ki solda olup kendisini popülizme karşı konumlandıranlar da mevcuttur.

Popülizm Tartışmalarında Tarihsel Köken Sorunu

Popülizmin tarihsel kökenlerinde en sık vurgu yapılan hareketlerden biri, 19. yüzyılda Rusya’da faal hareket olan Narodnikler. Narod, yani halk kelimesinden türetilen Narodniya Volya, Halkın Dostları anlamına geliyor. Narodniklerin söyleminin odak noktalarından en önemlisini köylüler oluşturuyordu. Narodnikler ve onların savundukları fikirler, 19 ve 20. yüzyılda çeşitli siyasi görüşler doğrultusunda çeşitli bağlamlarda kendine yer bulmuştu. Narodnikler, 21. yüzyılda da popülizmi anlamlandırma ve adlandırma tartışmalarında kendisine önemli bir yer buluyor. Sol popülistler, Narodnikleri aynı çağlarda ABD’de yayılma alanı bulan ve daha çok çiftçilerin oluşturduğu hareketle ivme kazanan Popülist Parti olarak da bilinen Halkın Partisi’ne nazaran daha çok ön plana çıkarıyorlar.

Ama günümüz popülist hareketleriyle bu hareketleri bir tutmak oldukça zor ve beyhude bir çaba anlamına geliyor. Özellikle Narodnikleri. Çünkü günümüzde popülizm denince akla ilk olarak parlamento geliyor. Oysa Çarlık Rusyası’nda aynı dönemde ABD’deki gibi bir temsili siyaset anlamında demokrasi örneği bulunmuyordu. ABD’de ise Halkın Partisi Cumhuriyetçilere ve Demokratlara karşı yükselen, yükselmeyi amaçlayan bir hareket olarak beliriyordu.

Sağ mı Sol mu Hangisi Daha Demokratik?

Sol popülizm konusunda doğal olarak popülizm kelimesi önemli bir konuma ulaştığı kadar tartışmalı hale de geliyor. Çünkü kelime anlamı itibariyle halkçılık anlamına gelen popülizm, kendisini solda konumlandıranlar için övücü bir anlam ifade ediyor. Tarihsel olarak da bakıldığında sağ kendisini çoğu zaman kendi moral ve kimlik değerlerini halk olma üzerinden kurmamıştı. Tarihsel süreç içerisinde özellikle demokratik yöntemlerle devrim dahi yapabileceğini düşünen, daha doğrusu düşleyen ve bunun için genel oyu savunan sol akımlara karşı sağ akımlar, demokrasiye ikircikli yaklaşmışlar ve iktidarlarını sarsmayacağını anlayana kadar da bu şüphelerinden kurtulamamışlardır.

Ancak günümüzde durum değişmiş gibi duruyor. Sol ve sağ kavramlarının pratikte iyiden iyiye anlamlarının birbirine girdiği günümüzde popülizm de bundan geride kalmıyor. Sağ popülist olarak adlandırılan hareketler ve özellikle liderleri neredeyse her konuşmalarında demokrasiden ve ne kadar demokratik olduklarından bahseder duruma gelmiş durumda. Deyim yerindeyse demokrasi ve daha doğrusu halk söylemini kullanan sol popülistler de oyuncakları elinden alınmış çocuklar gibi oyuncaklarını yeniden kazanmanın hayalini kuruyorlar.

Marksistlerin Postu da Anarşistleri Görmezden Gelmeye Çalışıyor

Sol popülizm deyince de akla ilk gelen isimlerden ikisi radikal demokrasi kavramını öne çıkarmaya çalışan ve post-marksist olarak tariflenen Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe. Özellikle 20. yüzyılda siyaseti doğru bir şekilde kavrayamadıklarını iddia ettikleri başta komünistler olmak üzere sol partilerin bu durumda olmalarını “sınıf özcülüğü” şeklindeki tutumlarına bağlayan Laclau ve Mouffe çifti, çözüm olarak sol popülizmi gösteriyor. Ancak bunu yaparken marksizmi de boşlamak istemeyen Laclau ve Mouffe, marksizme ortodoks marksistlerin hiç de hoşuna gitmeyecek ve doğal olarak tartışmalar yaratan eleştiriler yöneltiyor. Bunların ilk akla gelen ve en çok tartışma yaratan hususların başında, başta işçi mücadelesi dâhil hiçbir toplumsal mücadeleye merkezi bir önem vermemeleri geliyor. 

Tam olarak burada sınıf kavramının durumu iyiden iye tartışmalı hale geliyor. Marksistlerin bütün politikalarının odak noktasına işçi sınıfını getirdiklerini akılda tuttuğumuzda peygamberleri Marx ve Engels’in dönemindeki işçi sınıfının niteliği ve günümüzde boşa çıktığı artık iyice anlaşılan öngörülerinin sonucunda sol popülizmde toplumsal radikal değişimde odak noktasını işçi sınıfı değil halk alıyor. Ama bunlar temel olarak marksistlerin veyahut marksist gelenekten gelenlerin birbirleriyle olan tartışmalarını oluşturuyor. Post-marksistlerin, marksizme ve komünist partilere yönelttikleri eleştirileri takip ettiğimizde bu eleştirilerin birçoğunun 150 yıldan fazla bir süre önce zaten anarşistler tarafından yöneltildiğini görebiliriz. Ancak sol popülistlerin bu tartışmalarda anarşistlerin marksistlere yönelik eleştirilerini yok sayarak kendilerinin yeni bir söylem oturtmaya çalıştıklarını düşündükleri kadar anarşistlerin demokrasiye karşı olan eleştirileri de görmezden geliyorlar. Bu eleştirilerin en önemlisini de demokrasinin kendisi oluşturuyor.

Popülizmin En Büyük Yalanı: Sol Popülizm

Bazı marksistlerin sol popülizme dâhil olabilmek için “marksizme halel getirmemek için” marksizmi değil sosyalizmi öne çıkarabildikeri günümüzde hala asıl sorun demokrasiye olan inançta yer alıyor. Net olarak vurgulamak gerekir ki sol popülizmden bahsedildiği yerde en radikalinden olsa bile demokrasiden bahsedilebildiği halde devrimden bahsedilemeyecektir. 1870 yılında Evrensel Oy Hakkı Yanılsaması yazısında Bakunin’in belirttiği gibi “Bütün yasa koyucuların dolaylı ya da dolaysız olarak halk tarafından seçildiği doğrudur. Seçim gününde en gururlu burjuva bile politik bir ihtirası olduğu takdirde Majestesinin, Egemen Halkın gözüne girmeye zorunludur… Ama seçimler biter bitmez halk işine, burjuvalar da karlı işlerine ve siyasi entrikalarına geri döner. Birbirlerini bir daha ne görür ne de tanırlar.” 1917’de ezilenler tarafından gerçekleştirilen Ekim Devrimi nasıl rayından çıkartılıp komünizmi devletle hem de en baskıcı devletlerden biriyle özdeşleştirmeye kadar götürüldüyse sol popülistlerin, halk için hedef koyduğu demokrasi ne kadar radikal olursa olsun ezilenlerin yine ezileceği bir gelecekten başka bir şey vaad edemeyecektir.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Sol Popülizm Bir Seçenek mi? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/10/sol-populizm-bir-secenek-mi-gokhan-soysal/feed/ 0
Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/#respond Sun, 10 Nov 2019 14:07:13 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/ Geçmişte en çok okunan gazetelerden birinin sloganı şuydu: “Halk Gazetesi”. Yaptığı haberlerle, köşe yazılarıyla, yorumlarıyla hani o çok sık tekrarlanan “halkın haber alma hakkını” yerine getirmeye çalışıyordu. Gazetenin adaletsizlikler ile ilgili haberler yapması, yolsuzlukları ortaya çıkarması, iktidarın gizli ilişkilerini teşhir etmesi “halkın oylarıyla halka hizmet etmek için seçilen” iktidar sahiplerinin pek hoşuna gitmiyordu elbette. Sonrası […]

The post Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Geçmişte en çok okunan gazetelerden birinin sloganı şuydu: “Halk Gazetesi”. Yaptığı haberlerle, köşe yazılarıyla, yorumlarıyla hani o çok sık tekrarlanan “halkın haber alma hakkını” yerine getirmeye çalışıyordu. Gazetenin adaletsizlikler ile ilgili haberler yapması, yolsuzlukları ortaya çıkarması, iktidarın gizli ilişkilerini teşhir etmesi “halkın oylarıyla halka hizmet etmek için seçilen” iktidar sahiplerinin pek hoşuna gitmiyordu elbette. Sonrası malum. Gazetenin genel yayın yönetmeni sokak ortasında bir tetikçi tarafından katledildi. Bu, aynı zamanda gazetecilere ve yazarlara olduğu kadar “halka” da bir mesajdı. Bir dönem kapanıyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı.

Günümüzde en çok okunan gazetelerden birinin sloganı ise şu: “Milli İradenin Sesi”. Aradan geçen on yıllardan sonra gelinen durumu özetlemeye bu örnek tek başına bile yeterli. Gazetesiyle, televizyon kanallarıyla, sosyal medya araçlarıyla medya günümüzde öyle bir konuma geldi ki, okuyucusu, izleyicisi ya da takipçisi olan “halk”, olaylara yüzeysel yaklaşır, derinlemesine araştırma ihtiyacı hissetmez, iktidarın belirlediği ölçülerin ve sınırların dışına çıkmaz oldu. Hatta bizzat onun biçimlendirdiği bir ortama hapsoldu. Magazin programları ile iç içe geçmiş haber bültenleri, üçüncü sayfadan farkı olmayan gazetelerin ana sayfaları bu ortamı adım adım hazırladı. Medyatik karakterlerin hemen her gün bir yenisi eklenen sansasyonları, acar paparazilerin mide bulandırıcı hikayeleri medyayı kapladı. Başka bir seçenek ortaya konulmayınca da bu tarz programların izleyicisi, takipçisi arttı. Hatta beğenilir, aranılır hale geldi. Bu durum reyting de alınca, bu tarzın devamı geldi ve daha da yaygınlaştı. Medya kendi işine geleni, “halk bunu istiyor” diyerek yeniden ve yeniden dolaşıma soktu.

Medya için “ehil olmayanların eliyle kültürleri medyatikleştirdi” gibi bir eleştiri yapılsa da, aslında planlı bir biçimde, ilmek ilmek, eğlenceyi düşünceye, magazini siyasete tercih etti ve kendi sistematiğine uygun biçimde, medya ile doğan ve onunla var olan, günümüzün popüler karakterlerini imal etti.

İnsan ilişkilerinde kapitalizmle beraber başlayan çözülmenin göstergelerinden biri popülerleşme. Popülerleşme ile meşhur olanla olmayan, gözde olanla olmayan gibi pek çok ikilikler kurulduğunu gözlemleyebiliriz. Bu ikilik aslında toplumda var olan ezen-ezilen ikiliğinin bir biçimde sürdürülmesini sağlamanın yanı sıra onu gizlemenin de bir yolu olmuş. İşte bu noktada popülizm karşımıza çıkıyor.

Nedir Popüler Olmak?

“Meşhur sanatçı, ünlü manken, aranan futbolcu, dünyaca tanınan müzisyen, gözde haberci, başarılı iş insanı, güzel sporcu, deneyimli siyasetçi, duayen gazeteci, yıldız oyuncu, beğeniyle izlenen dizinin yapımcısı.”

Hemen her gün gazetelerde okuduğumuz, televizyonlarda görüp radyolarda işittiğimiz, sosyal medyada karşımıza çıkan bu ifadeler ve tanımlamalar, eğer yaşadığımız dünya küçük bir köy olsaydı, anlamını yitirecekti. Öyle ya, küçük bir köyde, meşhur olmanın bir karşılığı bulunmayacaktı ve dolayısıyla kimse meşhur da olamayacaktı, yıldız da. Ama günümüzde “küresel köy” haline gelen dünyamızda bu tanımlamalardan kurtulamıyoruz. Modern yaşantı bir gösteriye dönüşmüş durumda. Bu gösteride hep var olmak, her zaman ilgi görmeye ve popüler olmaya bağlı. Sahnede herkese yer olmayınca da izleyici olanlara sahneye çıkma hayalleri ile avunmak kalıyor.

Elbette “popüler” olan da kendini, “halk böyle istiyor” diye tarifliyor. Peki eğer öyleyse, halkı bu ortaklaşmaya iten etmenler neler?

Halk sözcüğü tarih boyunca bir yerde yaşayanların tümü, ahali, millet, ulus gibi farklı anlamlarda kullanıldı. Halktan yana olmak anlamına denk düşen popülist ise, ilk başlarda seçkinlere karşı bir duruş olarak nitelense de günümüzde ulusalcılıkla beraber anılıyor. Halkın genel görüşünü yansıttığını savunan popülist medya da aslında farklı düşüncelere kapalı, çoğulculuk karşıtı bir profil çiziyor. Bu da ister istemez tek bayrak, tek vatan örneğinde olduğu gibi kendisini ırkçılığa kadar vardırabiliyor. Haber alma araçlarının biçim ve içerik değiştirmesiyle medya, sunduğu haberlerin arasına mehter marşını ya da İzmir Marşı’nı katarak tam da bunu yerine getiriyor.

Popülizm iktidar ile birebir ilişkilidir zaten. “Siyasi iktidarı kazandık ama kültürel iktidarı henüz kazanamadık” denmesinden sonra oluşturulan Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’na çağrılan isimlere bakacak olursak bu daha iyi anlaşılır. “Tarihin Arka Odası” isminde popüler bilim-tarih programı yapan Murat Bardakçı, yine popülist söylemleriyle “ülkemizde söylenildiği kadar baskı olduğunu düşünmüyorum. Bundan daha açık bir toplum görmedim ben. Kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür. Çok fazla atıp tutuyorlar” sözlerini sarf eden oyuncu Hülya Koçyiğit, söz konusu Kurul’a atananlara yalnızca birer örnek. Bu isimlerin Saray’daki görüntülerini servis eden medya hem AKP iktidarının kültürel ayağını oluşturmasında üstüne düşeni yapıyor, hem de bu kurula çağrılanları “halkını düşünen sanatçılar” nitelemesiyle ayırarak bu kurula çağrılmayanları ötekileştirerek, hatta düşmanlaştırarak kendi popülist politikasını sürdürmüş oluyor.

Hadi bunu geçtik diyelim, görevi kültür ve sanat alanında politika belirlemek olan, bunun için maaş alan aynı Hülya Koçyiğit, HDP önünde bekleyen ailelere destek ziyaretinde bulunarak kameralara poz veriyor, tam da popülistlik yapıyor.

Bunlar ne yazık ki, Koçyiğit’le sınırlı değil. Öyle popüler/popülist kişiler türedi ki, sabah haberlerinde, magazin programlarında, evlilik yarışmalarında ve hatta maç yorumlarında bile karşımıza çıkıyor ve hemen her konuda konuşup halka tercüman olduklarını iddia ediyorlar. Ama aslında yaptıkları çözüm olmaktan ziyade gündemleri konuşarak tüketmek. Bu kişiler neticede var olan siyasi iktidarın çizgisinde hareket ederek ona bir meşruiyet alanı kazandırıyor.

Farklı bir meşruiyet alanı kazandırma çabasını bir süredir Sabah Gazetesi de yapıyor. Bugüne dek hoşlaşmadığı hatta karaladığı kesimlerden popüler isimlerle yapılmış uzun röportajlara yer veriyor bu gazete. Görece sisteme muhalif düşünceye sahip bu insanlar konuşmalarında “ülkenin ve milletin iyiliğini” isteyen ifadelere yer veriyorlar. Bunlar doğrudan Erdoğan’ı ya da AKP’yi öven ifadeler olmasa da, bu röportajların bütünündeki sistematiğe bakıldığında “ülkenin ve milletin bekası” söylemini yükselten ve bu damardan oy toplayan Erdoğan’ın kazançlı çıktığını söyleyebiliriz. Okuyucuda herkesin milletin bekasını düşünüyor olduğu hissinin yaratılması popülizmin tam da istediği bir şeydir.

Her zaman bu kadar aleni olmasa da, popülizm, yalnızca dikkat edildiğinde fark edilecek boyutlarda, diziler yoluyla da giriyor hayatlarımıza. Örneğin Diriliş Ertuğrul, Payitaht, Kut’ül Amare gibi dizilerdeki karakterlere bakalım. Bu dizilerdeki başkarakterler her nedense Tayyip Erdoğan’ı andırıyor, anlatılan olaylar da sanki günümüzde geçiyor. Bu popülizm o kadar rahatsız edici boyutlarda ki, içerden birisi olan Semih Kaplanoğlu bile 3. Milli Kültür Şûrası’nın Sinema Radyo Televizyon Komisyonu’ndaki konuşmasında “Yok böyle bir tarih, yok böyle bir Abdülhamid, yok böyle bir saray. Reyting uğruna Abdülhamid’den televizyon yıldızı çıkaramazsınız” diye veryansın etti.

Gerçekten de dizinin ilk bölümlerinde canlandırılan bir cuma namazı sırasında Abdülhamid’e suikast sahnesi ve sonrasında yaşananlar, öylesine 15 Temmuz gününe benzetilmiş ki, bunun bir tesadüf olmayacağı ortada.

Netflix dizileri ise bu işin dünyada nereye vardığına iyi bir örnek. Hemen her kıtada 150 milyon abonesi olan Netflix, yapay zekâ teknolojisinden de faydalanarak abonelerinin izleme alışkanlıklarını inceliyor ve onlara film ve dizi öneriyor. Bu “hizmeti” müşteri memnuniyeti adı altında yaptığını iddia etse de, popüler olanı belirleyip buna göre diziler tasarlayarak, para kazanmanın kolay bir yolunu bulmuşa benziyor. Böylelikle Netflix, örneğin Çernobil gibi dünya üzerinde milyonlarca insanı etkilemiş “popüler” bir nükleer katliamı anlatan diziyle kendi “popülerliğini” de sürdürmüş ve artırmış oluyor.

İtalya’nın Po Ovası’ndaki çeltik tarlalarında çalışanların hep birden söyledikleri ve sonraki yıllarda anti-faşist bir marşa dönüşmüş olan Bella Ciao isimli halk şarkısını gene bir başka Netflix yapımı olan La Casa De Papel dizisinde bolca işittik. Bu dizinin ulaştığı milyonlar sayesinde bu parça öyle tanınır oldu ki, sanki Bella Ciao sırf bu dizi için bestelenmiş bile zannedildi. Öyle ki, devrim desen yirmi metre uzaklaşacak bir karakter olan Hilal Cebeci dahi bu parçaya klip yapmakta bir sıkıntı görmedi. Üstelik kendi popülerliğine popülerlik kattı. Yani herkes kazandı, halk dışında!

Kimin borusu?

Bu son iki örnek popülizmin şu tehlikesini de gözler önüne seriyor. Popülizm yalnızca bugünle müsemma bir şey değil, geçmişin tahribiyle de kendini var eden bir kavram. Bakılınca, tarihin de yeniden yazımının söz konusu olduğu ortada. Artık ne Çernobil, ne de Bella Ciao bildiğimiz şeyler olarak sunulmuyor. Bambaşka bir biçime dönüştürülmüş durumdalar. Gerçi medya kendi yarattığı ve popüler yaptığı kimi karakterlerle zaten bunu sürdürüyor. Tarihi İlber Ortaylı’dan, sağlığı Canan Karatay’dan, futbolu da Arda Turan’dan öğrenmeye alıştık bile.

Bir tarafta, halkın nabzını tuttuğunu iddia eden, haber bültenleri, tartışma programlarıyla halka “istediğini veren” medya diğer tarafta ise, herkesin izlediği televizyon kanalını izleyen izleyici. İzleyici, böylece kendini genelin bir parçası gibi hissetmekte, bu genele uyum nedeniyle de başının ağrımayacağını düşünmekte. Elbette bunda kazanan gene iktidar oluyor.

Görece bağımsız ve tarafsız haber ve yayın yapan gazeteciler, programcılar, yayıncılar her dönem mevcut olsa da, bütününe bakıldığında, medya, patronların ya da siyasetçilerin at koşturduğu, onların egemen olduğu bir yer. Medyayı elinde bulunduran patron ya da siyasetçinin ideolojisine uygun haberleriyle dolu, onlara övgüler düzen, gerçeği ya hiç göstermeyen ya da çarpıtan medyanın etkisinde kalan halk neyi isteyebilir?

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/feed/ 0
Popülizm Nedir, Ne Değildir? – Gökhan Soysal https://meydan1.org/2019/11/10/populizm-nedir-ne-degildir-gokhan-soysal/ https://meydan1.org/2019/11/10/populizm-nedir-ne-degildir-gokhan-soysal/#respond Sun, 10 Nov 2019 08:44:16 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/10/populizm-nedir-ne-degildir-gokhan-soysal/ Son zamanlarda başta siyaset olmak üzere hemen hemen her konuda kendisine yer bulabilme maharetine sahip bir kavram popülizm. Üstelik popülizm, hemen hemen her konuda kendisine yer bulmakla kalmıyor, aynı konuda kalem oynatanlar tarafından farklı anlamlarda kullanılabiliyor. Her sorunu apaçık bir şekilde ortaya koyabilen bir gözlük olarak ve her soruna çözüm getirebilen bir sihirli değnek olarak […]

The post Popülizm Nedir, Ne Değildir? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Son zamanlarda başta siyaset olmak üzere hemen hemen her konuda kendisine yer bulabilme maharetine sahip bir kavram popülizm. Üstelik popülizm, hemen hemen her konuda kendisine yer bulmakla kalmıyor, aynı konuda kalem oynatanlar tarafından farklı anlamlarda kullanılabiliyor. Her sorunu apaçık bir şekilde ortaya koyabilen bir gözlük olarak ve her soruna çözüm getirebilen bir sihirli değnek olarak kullanılan popülizm gerçekte neyi ne kadar yansıtabiliyor?

Popülizm özellikle Donald Trump’ın ABD Başkanı olmasından sonra genellikle sağ olarak tariflenen ideolojilere atfedilse de Latin Amerika örneğinde görüldüğü üzere sol olarak tariflenen ideolojiler için de kullanılmaktadır. 21. yüzyılda gelişen toplumsal hareketlenmeleri anlamlandırmak için anahtar bir kavram olarak kullanılan popülizm, Avrupa’da sağ ve sol için aynı anda da kullanılabiliyor. Bütün bunların üstüne bir iki istisna dışında kendisine popülist denilen hiç kimsenin popülist olduğunu kabul etmemesi meseleyi iyice çetrefilleştiriyor.

Asgari Müşterek: Temsili Demokrasi

Dünya gündemini oldukça meşgul eden ve etkileri hala devam eden “Arap Baharı” tartışmalarında popülizm kendisine neredeyse hiç yer bulamamış durumda. Buradan da görüleceği üzere adil olsun veya olmasın demokrasi iddiasıyla seçim yapılan devletlerde bir veya birden fazla siyasi partinin popülist figür olarak öne çıkması, pratik olarak gösteriyor ki popülizm tartışmasının yürütülebilmesi için asgari müşterek olarak ortada “demokrasinin” olduğu noktasında bir uzlaşı olmalı. Demokratik bir yönetimin var olduğu iddiasıyla meşruluk sağlanmaya çalışılmadığı yerlerde zaten popülizm tartışmalarına da gerek kalmıyor.

Başta akademik yazını takip ettiğimizde de popülizm, liberal demokrasinin krizi olarak değerlendirilmektedir. Üstelik liberal demokrasiye bir tehdit olarak yorumlanan popülizme nasıl dur denileceğine yönelik tavsiyeler bu yorumların önemli bir kısmını oluşturuyor.

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, asıl sorun liberal demokrasi veyahut liberal demokrasinin içinden çıkamadığı temsil krizi değil bizatihi demokrasinin kendisinde aranmalıdır. Liberal demokrasinin, “sıfatsız” demokrasiden farkı olarak çoğunluğun iradesinin yansıması olarak değerlendirilen demokrasiye çoğulculuk ve insan hakları bağlamında getirdiği sınırlamalar öne çıkarılıyor. Asıl sorun, iktidarların kendilerine dayanak olarak, çoğu zaman devletlerinse meşruluğun temeli olarak gösterdiği demokrasi yoluyla insanların ellerinden iradelerinin alınması ve hayatlarını şekillendirebilmelerinin, kendilerini gerçekleştirebilmelerinin önüne geçilmesidir. Bu konuya geri döneceğiz, popülizm incelememize devam edelim.

Halkın Sesi, Gerçek Temsilcileri: Popülistler(!)

Popülizm, liberal demokrasinin krizi olarak değerlendirilse de popülist olarak adlandırılan liderlerin söylemine bakarak krizin aslında demokrasinin krizi olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü popülistler, seçimle işbaşına gelmiş olsalar da mevcut devlet yöneticilerini hiçbir şekilde halkın temsilcileri olarak görmemektedirler. Popülistlere göre birtakım seçkin kişiler medyayı da kullanarak iktidarı bir şekilde ele geçirmişler ve yönetimlerini de halkı hiç önemsemeden hatta halka düşman olarak sürdürmektedirler.

Popülistler hiçbir zaman demokratik kimliklerinden de ödün vermezler. Hatta bazı örneklerde popülistlerin bizzat demokrasinin gelişimini sağladığı iddia edilmektedir. Seçimler onlar için oldukça önemlidir hatta demokrasi onlar için seçimlerden ibarettir. Ancak kendilerine bir yarar sağlamayan seçimleri manipüle etmekten geri durmazlar. Halkın sesi olduğu iddiasıyla kendilerini iktidara taşımayan/iktidarda tutmayan seçimler onlara göre seçkinlerin, halka düşman elitlerin birer oyunudur.

Halk, popülistlerin söyleminde çok önemli bir konumdadır. Çünkü popülistler halka hizmet için etmek için deyim yerindeyse yanıp tutuşan insanlardır. Ama onları engelleyen/engellemeye çalışan ve düşmanla işbirliği yapan çeşitli çıkar grupları bulunmaktadır. Bu çıkar gruplarının başında da medya vardır.

Popüler Olan Popülist Midir? Medya Bunun Neresinde?

Medya konusu popülistlerin üzerinde önemle durduğu konulardan bir diğeridir. Popüler olan popülisttir dememekle birlikte popülistlerin popüler olmak zorunda oldukları açıktır. Medyanın gündeminde hemen hemen her gün yer almayan bir liderin veyahut hareketin seçim kazanması bilindiği üzere oldukça zordur. Bu nedenle popülistlerin medyayla arası her daim bozuktur. İktidardaki bir popülistle muhalefetteki bir popülistin medyaya yaklaşımı doğal olarak farklı olacaktır ancak buradaki farkı, popülistin medyayı ne kadar etkileyebildiği, bazı ülkelerde de fırsat bulduklarında ne kadar ele geçirebildikleriyle alakalıdır. Halkla doğrudan iletişim kurmanın önünde en büyük engellerden biri de medya olarak gösterilmektedir. Seçkinler buna göre popülistlerin halkla bütünleşmesini engellemek için popülistlere haberlerde çoğunlukla yer vermemekte, yer verildiğinde de popülistler kötülenmektedir. Bu konuda ilk akla gelen örneklerden biri, Donald Trump’a neden sosyal medyayı çok fazla kullandığı sorulduğunda kendinin halkla temas etmesi engelleyen bir güruh olarak medyayı işaret etmesidir.

Yargı Popülizmi: Yargısız İnfaz

Popülistlerin söyleminde kendilerinin halk için yararlı işler yapmasında, halkın sesi olmalarında bir engel olarak yargı kurumlarını da gösterdiklerini eklemek gerekir. Popülistler hemen hemen çoğu konuda hukuksal sınırlamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Bunda liderin veyahut hareketin halkla buluşmasında engel olduklarını iddia ettikleri kurumların varlığı kadar popülistlerin vaatlerinin çoğu zaman yerleşik kurallarla çelişmesi önemli bir rol oynamaktadır. Yeri gelmişken değinmek gerekir ki popülistlerin ustalıkla yaptıkları eylemlerinden biri, popülariterilerini arttırmak için çoğunluğun şikayetçi oldukları konuları tespit etmeleri ve bu konuları gündemleştirmede beceri sahibi olmalarıdır. Bu konudaki en basit örnek göçmen konusudur. Göçmen konusu, milyonlarca insanın hayatını hiç beklenmedik bir anda aniden değiştirebilen bir konudur. Göçmenlerin var olmasına neden olan olaylar dahi zaten büyük değişimlerin yaşandığı anlamına gelirken bir de göçmenlerin gitmek zorunda kaldıkları yerlerde gerçekleştirmiş olduğu, gerçekleştirmek durumunda kaldığı değişimler “yerleşik insanlar” için bir “sorun” anlamına gelmektedir. İktidarda popülist bir partinin olmadığını varsaydığımız bir örnekte yeni bir yere göçmek zorunda kalan insanların nasıl geçineceği, nasıl barınacağı, geleceklerinin ne olacağı gibi çözülmesi gereken durumlarla hakkıyla ilgilenmediği takdirde popülistler bu durumdan oldukça nemalanabilir. Popülistler, kendilerini gündemleştirebilmek için halihazırda var olan milliyetçi hatta ırkçı saikleri kullanmaktan geri durmazlar.

Var olan bir sorunu, olduğu halden oldukça farklı bir biçimde gündemleştirebilen popülistlerin çözümleri özellikle ezilenlerin hayatlarını iyiden iyiye zor bir duruma sokma riski içermektedir. Göçmenlerin sınır dışı edilmeleri söz konusu olduğunda var olan mahkemeler insan hakları doğrultusunda karar vereceklerse burada popülistlerin yargıyla karşı karşıya gelmesi söz konusu olacaktır. Ve bundan genellikle popülistler karlı çıkmaktadır.

Popüler Şiddet: Erkeklik, Milliyetçilik ve Faşizm

Yukarıda da vurgulandığı üzere popülistlerin dayanak noktalarından biri de milliyetçilik ve ırkçılıktır. 20. yüzyıl düşünüldüğünde milliyetçilik ve ırkçılık en hafif deyimiyle milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, katliamlara ve soykırımlara yol açmıştır. Geçen yüzyılda yaşananlara göre daha çekingen milliyetçilik örnekleri görsek de insanları manipüle etmenin yolunun hala milliyetçilikten geçtiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Mudde ve Kaltwasser, popülizmi inceledikleri kitaplarında popülizmi ince merkezli bir ideoloji olarak tanımladığı üzere popülizm özü itibariyle diğer ideolojilere eklenmiş hatta zaman zaman onlar tarafından asimile edilmiş gibi görünmektedirler. Bu durum en çok milliyetçilik ve faşizm konusunda tartışma yaratmaktadır. Popülizm diye bir şeyin olmadığını, henüz maskesini düşürmemiş faşizmin olduğunu savunanlar bulunmaktadır. Finchelstein örneğin günümüzü şekillendiren olgunun, tarihsel süreç içinde faşizmden popülizme geçiş olduğunu söylemektedir. Finchelstein diğer yazarlardan farklı olarak popülizmi, faşizmden ayrı olarak değerlendirmiş olsa da modern popülizmin faşizmden doğduğunu iddia etmektedir. Bununla beraber şiddet, şiddet algısı ve daha önemlisi şiddet pratiklerinin, faşizm ve popülizmi birbirinden kesin bir şekilde ayırdığını belirtmektedir. Ancak yine aynı yazar popülizmin, özellikle sağ popülizmin, her daim köklerine dönme potansiyeline sahip olduğunu da eklemektedir.

Popülistlerin şiddetle ilişkileri de her zaman ikircikli olmuştur. Popülistler sürekli bir tehdit algısı pompaladığı için her an teyakkuzda olunması gerektiğini söylemektedirler. Ancak kendilerini tehdit altında hissettikleri kadar aslında kendileri de sürekli olarak düşmanlarını tehdit etmektedir. Sürekli bir savaş açma tehdidiyle pazarlık paylarını arttırmaya çalışmaktadırlar. Bu söylemlerde erkeklik söylemleri de milliyetçiliğe eşlik etmektedir.

Popülizmin Sağı Solu Belli Olur mu?

Popülizm söz konusu olduğunda özellikle Avrupa ve ABD örnekleri gündemde yer tutunca sürekli sağ partilerden konuşulsa da sol popülizm tartışmaları da bu konunun önemli bir tartışma alanını oluşturuyor. Popülizm teriminin kökeninde ve tartışmalarda halka ve halkçılığa yapılan vurgu da ister istemez bu tartışmaları gündeme getiriyor. Sol popülizmden söz açıldığında akla ilk gelen isimler Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe oluyor. Post-marksist olarak değerlendirilen bu yazarlar popülizmin sol versiyonun da olabileceğini hatta olması gerektiğini söylüyor. Radikal demokrasi kavramsallaştırması etrafında dönen tartışmalar da liberal demokrasinin krizde olduğu ön kabulüyle yönünü belirlerken özellikle 20. yüzyıldaki SSCB deneyimi bu tartışmaların önemli bir veçhesini oluşturuyor. Doğu Avrupa’daki çeşitli sağ popülist hareketlerin de SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıktığı göz önüne alındığında tartışmalar daha ilgi çekici bir hale bürünüyor. Başta Latin Amerika örnekleri olmak üzere son dönemde Yunanistan’da iktidara ulaşmayı başarabilen SYRIZA, İspanya’da Indignados (Öfkeliler) sonrası Podemos ve İngiltere’de Corbyn önderliğinde İşçi Partisi örnekleri sol popülizm tartışmalarını çeşitlendiriyor.

Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, sağ popülizmin aksine düşman değil hasım belirleyerek bir sınır çizerek solun kendi politikalarını oluşturması gerektiğini belirtiyorlar. Özellikle Mouffe, 1968 Hareketi’nin sonrasında solun bazı gerçekleri görmezden geldiğini, buna sınıf özcülüğünün neden olduğunu vurgulasa da solu demokrasi içine sıkıştırmaları ve seçimleri, oy vermeyi dolayısıyla anarşist hareketi görmezden gelmeleri sorunun bir başka yönünü oluşturuyor.

Popüler Olan Ne Olmalı?!

Sağ hareketler yıllar içinde özellikle genel oy konusunda seçkinci tavır göstermiş olsa da en sonunda demokrasinin kendi çıkarları doğrultusunda kullanılabileceğini görünce halk söylemini sahiplenmiş durumda. Bu söylemle de ABD, İngiltere, Macaristan gibi birçok yerde iktidarı ele geçirdi. Ancak asıl sorun bu değil. Asıl sorun hala demokrasi adı altında ezilenlerin iradelerinin elinden alınmaya çalışılması. Popülizm tartışmalarını yürütenlerin amacının iktidarı ele geçirme konusunda nasıl bir yöntem geliştireceklerini belirlemek olduğu açık. Bunun için temsili demokrasinin ne kadar iyi bir şey olduğunu söylemelerine şaşırmamalı. Biz ezilenlerin yararına olacaksa popüler olması gereken soru iktidarın nasıl ele geçirileceği değil nasıl yok edileceği olmalı.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Popülizm Nedir, Ne Değildir? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/10/populizm-nedir-ne-degildir-gokhan-soysal/feed/ 0
Trans Tutsak Buse’den Mektup https://meydan1.org/2019/11/10/trans-tutsak-buseden-mektup/ https://meydan1.org/2019/11/10/trans-tutsak-buseden-mektup/#respond Sun, 10 Nov 2019 05:03:57 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/10/trans-tutsak-buseden-mektup/ “24 yıldır tutsak bulunan trans kadın Buse Aydın’ın cinsiyet uyum ameliyatı Adalet Bakanlığı tarafından keyfi şekilde reddedilmiş; defalarca ölüm orucuna giren Buse, ameliyatın engellenmesine tepki olarak Ağustos ayında cinsel organını kesmişti. Gerçekleştirdiği eylemin ardından Metris Hapishanesi Rehabilitasyon Merkezi’ne sevk edilen Buse’nin bizlere ulaştırdığı mektubu yayınlıyoruz.” Merhaba, Öncelikle size, tüm kadınlara ve Meydan Gazetesi ailesine en […]

The post Trans Tutsak Buse’den Mektup appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
“24 yıldır tutsak bulunan trans kadın Buse Aydın’ın cinsiyet uyum ameliyatı Adalet Bakanlığı tarafından keyfi şekilde reddedilmiş; defalarca ölüm orucuna giren Buse, ameliyatın engellenmesine tepki olarak Ağustos ayında cinsel organını kesmişti. Gerçekleştirdiği eylemin ardından Metris Hapishanesi Rehabilitasyon Merkezi’ne sevk edilen Buse’nin bizlere ulaştırdığı mektubu yayınlıyoruz.”

Merhaba,

Öncelikle size, tüm kadınlara ve Meydan Gazetesi ailesine en içten selam ve sevgilerimi sunuyorum. Umarım her anlamda durumlarınız iyidir.

Uzun ve zorlu bir süreci geride bırakmak üzereyim. Geçmişe dönüp yaşadıklarımı birkaç satırla, birkaç sayfa mektupla anlatabilmem mümkün olmadığı gibi ruhen ve bedenen o kadar yıprandım ki inanın yazmaya takatim de kalmadı.

Şu anda yolun sonuna gelmiş durumdayım. Ya istediğim kabul olacak ve bedenimdeki hapishaneden hemen şimdi kurtulacağım ya da sonum intihar olacak ve yaşamıma son vereceğim. Çünkü artık dayanacak gücüm, takatim kalmadı.

Evet, cezaevinde trans kadın olmak zordur. Ama hem trans kadın hem de siyasi mahpus olmak çok daha zordur. Bu konuda birçok somut örnek de verebilirim.

Diren ile beraberken Deniz ile mektuplaştık. Esra ile de mektuplaşıyorum. Hem merhabalaşmak, tanışmak için hem de geçiş sürecindeki deneyimlerinden faydalanmak için iletişime geçtik. Esra ile benim raporlarımız aynıdır. Öğrendiğim kadarıyla Deniz’inkilerle de aynı. Ama Deniz’in ameliyatı yapıldı. Esra’nınki bakanlık zorlaştırdıysa da yapıldı. Ama bakanlık Deniz’den ve Esra’dan istemediği raporları benden istiyor.

Geçmişte hem ruhsal hem de bedensel olarak ameliyatımın hayati öneme haiz olup olmadığına, hayati öneme haiz olsa bile, ameliyat gerekip gerekmediğine dair rapor istendi. Önceden planlanmış olarak, hiç sağlık kuruluna çıkarılmadan, hiç kurul doktorlarıyla konuşturulmadan sağlık kurulu raporu düzenlendi ve ameliyatım engellendi.

Bunun üzerine defalarca ölüm orucuna girdim. Son ölüm orucunda beden sağlığım hasar aldı. Avukatlarıma ve dışarıdaki mücadeleye inandığım, güvendiğim için ve bu konuda avukatlarım beni ikna ettiği için ölüm orucunu bıraktım. Beden sağlığım böylelikle düzeldi. Bunca çabaya rağmen sonuç alamayınca ben de tekrar ölüm orucuna girmemek için (çünkü ölüm orucuna girdiğimde beden sağlığım hasar alsaydı ve ameliyatım zorlaşsaydı intihar ederdim) jiletle cinsel organımı kestim, tuvalete attım ve sifonu çektim.

Beni Metris R Tipi Rehabilitasyon Merkezi’ne yatırdılar. Ameliyatın “hayati öneme haiz olup olmadığına, aciliyet gerektirip gerektirmediğine” dair rapor düzenlenecek. Samatya Hastanesi’ne gittim. Üroloji bölümü hiç muayene yapmadı, ilgilenmedi. “İlk defa bir transeksüelle karşılaşıyorum” dedi ve dosyaya hiç de iyi olmayan bir not yazmış. Plastik cerrahi muayenemi yaptı ve konuşulanlardan duyduğum kadarıyla “hayati öneme haizdir” demiş. Beni çapa hastanesine mikro cerrahiye sevk ettiller. Sonuç olarak Çapaya gideceğim ve rapor çıkacak. Kurtulacak mıyım, ölecek miyim yakında göreceğiz.

Dışarıda arkadaşlarımdan istediğim şey, ben intihar etmek mecburiyetinde kalmak istemiyorum. Bunun için bedenimdeki hapishaneden acilen kurtulmak mecburiyetindeyim. Sesimi duysunlar istiyorum. Kendinize çok iyi bakın, sevgilerimle.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Trans Tutsak Buse’den Mektup appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/10/trans-tutsak-buseden-mektup/feed/ 0
Kadınlar Kazanacak, Devlet Kaybedecek – Şeyma Çopur https://meydan1.org/2019/11/09/kadinlar-kazanacak-devlet-kaybedecek-seyma-copur/ https://meydan1.org/2019/11/09/kadinlar-kazanacak-devlet-kaybedecek-seyma-copur/#respond Sat, 09 Nov 2019 06:48:36 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/09/kadinlar-kazanacak-devlet-kaybedecek-seyma-copur/ Coğrafyamızda, kadın mücadelesinin son iki yıldır yoğun şekilde gündemini tutan, kadın örgütlerinin eylemini ve söylemini yoğunlaştırdığı bir mesele var: Kadınların “kazanılmış hak”larına yönelik saldırılar. Daha açık ifade etmek gerekirse kadınların uzun zaman içerisinde mücadele ederek edindiği hukuki birçok “kazanım”ın devlet tarafından yok sayılması, yok edilmeye çalışılması ve manipüle edilmesi. Kadınların gündemini iki yıldır belirlediğini söylesek […]

The post Kadınlar Kazanacak, Devlet Kaybedecek – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Coğrafyamızda, kadın mücadelesinin son iki yıldır yoğun şekilde gündemini tutan, kadın örgütlerinin eylemini ve söylemini yoğunlaştırdığı bir mesele var: Kadınların “kazanılmış hak”larına yönelik saldırılar. Daha açık ifade etmek gerekirse kadınların uzun zaman içerisinde mücadele ederek edindiği hukuki birçok “kazanım”ın devlet tarafından yok sayılması, yok edilmeye çalışılması ve manipüle edilmesi.

Kadınların gündemini iki yıldır belirlediğini söylesek de kadınların haklarına yönelik saldırıların ve saldırılara yönelik mücadelenin iki seneden de önceye dayandığını hatırlamakta fayda var.

Yakın geçmişte, 2017’de, çocuklara yönelik cinsel şiddet kapsamında düzenlemeleri içeren TCK madde 103’ün değiştirilmesiyle ilgili öneri gündeme gelmişti. Bu değişim, cinsel şiddete uğrayan çocukların “rıza” yaşının 15’ten 12’ye düşürülmesini beraberinde getiriyordu. Yani önceden 15 yaş ve 15 yaş altında bir çocuğun kendi rızasıyla bir cinsel ilişkide bulunamayacağı; gerçekleşen her cinsel eylemin cinsel şiddet kapsamında değerlendirilmesi gerektiği ifade edilirken söz konusu maddenin değişimiyle 12- 15 yaş arasındaki çocukların uğradığı cinsel şiddetin aslında şiddet olmadığı, rıza sonucu yaşandığı iddia edilebilecekti. Ancak değişim önerisi, öneri olarak kaldı. Farklı kesimlerden birçok kadının bir araya gelerek verdiği mücadele sonucunda değişiklik kabul edilmedi. Devlet geri adım atmak zorunda kaldı.

Tartışmanın yaşanmasının hemen ardından, 2018’de, aynı yasa farklı şekilde tekrar değiştirilmek istendi. Rıza yaşının düşürülmesi tekrar gündeme geldi. Bununla da kalmadı, gerçekleşen cinsel ilişkinin “cebir ve şiddet” içerip içermediğinin sorgulanması gerektiği söylenmeye başlandı. Ancak meclis kulislerinde yayılan öneriyi kadınların erkenden gündemine alması ve hızlıca tepki örgütlemesiyle devlet yine karşısında kadınları buldu, amacına ulaşamadı.

Dün Kadın Dostu, Bugün Kadın Düşmanı?

Kadınlara yönelik saldırılar devletin ataerkilliğinin bir yansıması, bir sonucuyken kadın haklarına yönelik saldırıların patlak vermesinin bir başka önemli sebebi de iktidarda bulunan partinin başından beri benimsediği kadın düşmanı politikalar. Kadınları eve kapatmanın, evlendirmenin, susturmanın türlü yollarına başvuran iktidar her fırsatta niyetini belli etti: Kadınları susturmak, itaatkarlaştırmak ve aileye hapsetmek. Yani kadınları, tam da kendi terimleriyle, “muhafaza etmek”.

Bunu yaparken ise plansız/ programsız bir düşmanlıkla değil; aksine stratejik ve ardışık hamleler ile hareket etti. Kadınlara yönelik her saldırının arka planını aylar öncesinden başlayan algı operasyonlarıyla destekledi. Böylece kadınları bölmenin, politikalarına taraftar toplamanın, oluşacak tepkiyi kontrol edebilmenin fırsatını yaratabilirdi.

İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik başlayan saldırılar, yaşananların birebir örneği olarak görülebilir:

2014’te, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge sayılıyor. Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde imzalanan bu sözleşme, yıllarca devletin gurur kaynağı olarak savunuldu. Sözleşmenin farklı ülkelerdeki uygulamalarının denetlenmesi için denetleme işleviyle GREVIO adında bir komisyon kuruldu. Kadın mücadelesinin içinde yer alan birçok avukat, akademisyen, milletvekili bu süreci yakından takip etti; meclisle görüşmeler gerçekleştirildi. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi devletin dış politikada yarattığı bir imaj, iç politikada ise başlattığı bir açılım stratejisi olmasının ötesine geçti, kadın mücadelesinin temel meselelerinden biri haline geldi. Öyle ki İstanbul Sözleşmesi’nin ardından kadınlara yönelik şiddeti esas alarak hazırlanan 6284 sayılı kanun 5 maddeden oluşacakken kadınların çabasıyla 20 madde daha eklenerek 25 maddeyle yürürlüğe girdi.

Kanun yürürlüğe girdi girmesine ama İstanbul Sözleşmesi de 6284 sayılı kanun da kadınların yaşadığı şiddeti engelleyemedi. Devlet sözleşmeyi imzaladı imzalamasına ama hiç uygulamadı. GREVIO, denetleme sonucunda yayınladığı raporda, “Türkiye’de uygulama eksikliği olduğunu” ortaya koydu ve devleti kadın hakları için göreve çağırdı. Ancak TC açısından hiçbir değişim söz konusu olmadı.

Bütün sürecin bir özeti olarak 2018’e gelindiğinde ise adeta öküz öldü ortaklık bozuldu. Ortaklığı bozan ise dış ve iç politikası değişen devlet oldu.

Yukarıda bahsettiğimiz üzere öncelikle algı operasyonu başlatıldı. Devletin İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadınların kazanımlarına yönelik başlattığı saldırının ilk adımıydı bu. İstanbul Sözleşmesi’nin aile birlikteliğini bozduğu, aile kurumunu yıktığı söylendi. Hatta “kadınları kocasız bıraktığı”, mağdur ettiği savunuldu. İstanbul Sözleşmesi’ni savunanların ise asıl kadın düşmanı olduğu iddiası ortaya atıldı. Algı operasyonunu gerçekleştiren Yeni Şafak, Yeni Akit gibi gazetelerin yanı sıra bu konuda söz sahibi olarak görülen Sema Maraşlı gibi yazarlar ve eğitimciler de televizyon programlarına katılarak İstanbul Sözleşmesi’nin ve 6284 sayılı kanunun “zararlarını” anlattı.

Akit Tv’nin yayınında, ”İstanbul Sözleşmesini İmzalayarak Aslında Neyi İmzalıyoruz?” başlığında konuşan Sema Maraşlı 6284 sayılı kanun ve bu kanunun dayanağını oluşturan İstanbul Sözleşmesi’nin kadınları öldürdüğünü savundu. Birçok erkeğin çocuklara cinsel şiddet uygulamadığı halde bu kanundan dolayı cinsel şiddet uygulayanlarla aynı hapishanede tutulduğunu, kadınların beyanını esas alan bu kanun yüzünden erkeklerin cinsel şiddet uygulamasa bile küçücük taciz olaylarından dolayı cezalandırıldığını ve evli olduğu erkek hapishanedeyken kadınların kanlı gözyaşları içinde ağladığını söyleyen Maraşlı, aynı yayında “küçük yaşta evlendi diye hapishaneye tıkıyorlar” diyerek erkeklerin gerçekleştirdiği onca tacizi, cinsel şiddeti, katliamı meşrulaştırmaya çalıştı. Maraşlı sözlerine İstanbul Sözleşmesi’nin Batı’nın müslümanlar üzerinde bir oyunu olduğunu, müslüman ülkelerini kötü göstermek için bu sözleşmenin imzalatıldığını da ekledi.

İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan saldırıyı aynı zamanda kadın mücadelesine yapılan bir saldırı olarak gören kadınlarsa “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” diyerek sözleşmeyi savunmayı sürdürdü. Kimi zaman polis tarafından kimi zaman Sema Maraşlı gibi kişiler tarafından hedef alınan kadınlar, seslerini daha çok kadına ulaştırmak için “hukuki kazanım”larını korumak için yola koyuldu.

Devletin Söz’üne Güven Olmaz!

Bu bölüme kadar devletin kadınlara yönelik saldırılarının bir bölümüne yer verdik. Saldırının sayısı ve boyutları yazılandan çok daha fazlası elbette. Ancak verilen örnekler iki sene içinde bardağı taşıran son damlalar olarak görüldüğünden önemliydi.

Peki bu bardak nasıl doldu?

Bu bardak, kadınların hayatında şiddetin münferit olarak yaşanmadığını, aslında her gün yüzlerce kadının erkek şiddetiyle yaşamak zorunda bırakıldığını görmemizle doldu.

Bu bardak, katledilen kadınların sayısının her gün artmasıyla doldu. Ve katillerin devlet tarafından ödüllendirilmesiyle.

Bu bardak, iş yerinde kadınların kadın oldukları için gördükleri baskı ve tacizle doldu.

Güvensiz sokaklarla, ulaşım araçlarıyla, ev içi şiddetle… Doldu, doldu bardak.

Kadınlar sabrettikçe, geçmesini bekledikçe, yaşadıklarına katlandıkça kadını daha da çok ezdi erk’ler. Hem erkekler hem de erk sahibi olan devletler.

Sonunda taştı bardak. Taştı taşmasına, yetti yetmesine… Ancak bitmedi, bu şekilde bitmez de.

Kadınların yaşamındaki şiddet, devletin imzalayacağı hiçbir sözleşmeyle sona ermez.

Yazıda da söylediğimiz gibi devlet, kadınlara verdiği sözü hiç tutmadı. İyi de madem tutmayacaktı bu sözü, İstanbul Sözleşmesi’ni kim için imzaladı? Kendisi için. Yani, kendi erk’ini korumak için. Sözleşmenin imzalandığı günden bugüne katledilen kadınların sayısı hiç azalmadı, üstelik arttı. Çünkü kadınlara sözde “söz” veren devlet, mahkeme salonlarında katil erkekleri korudu, yaşamını savunan kadınları ise cezalandırdı.

Tabii ki kadınlar mücadeleyi, sokağa çıkmayı, isyanı hep sürdürdü. Ancak bazen öfkeyle çıkılan sokaklarda kadınların sesi yükselirken bazen de devletin kadınları korumasını talep eden sesler yükseldi.

İşte sıkıntı da tam burada. Böylesi kadın düşmanı, böylesi ataerkil bir mekanizma olan devlete “Bizi koru”, “Bize verdiğin sözü tut” demekte.

Kadınlar Kazanacak, Devlet Kaybedecek!

Kadın mücadelesi veren her birey ve her yapının kadını toplumun neresinde konumlandırdığı çok önemli. “Kadınlar korunsun” demek, devletten kadınların korunması için talepte bulunmak, kadını korunması gereken bir özne haline getirir ve edilgenleştirir.

Diğer yandan, olmaz ama, devlet her ne kadar “kadın dostu” politika da uygulasa erkekleri cezalandırsa da hatta idam da etse toplumdaki ataerki yok olmadıkça kadınların yaşadığı şiddet son bulmaz. “Gerekirse içeri girer, paşa paşa yatarım” diyerek katliam yapan erkekleri hatırlayalım. Devletin “koruma” kararına rağmen katledilen kadınları hatırlayalım. Hatırlayalım ki kadına yönelik şiddet devletlerin hüküm sürdüğü yüzyıllar içerisinde asla azalmadı ve artarak sürüyor.

Öyleyse, şimdilik bir kenara bırakalım “kazanılmış” hakları. Çünkü yazının bu kısmına kadar gördük ki devletin bize sunduğu “kazanımlar” birer illüzyondan ibaret. Kazanımların ardında bir “kayıp” var. Kadınların kaybettiği özgürlük var.

Her bir kadın birbirini bulduğunda, iki kadının birbiriyle kurduğu dayanışma ilişkisi büyüyüp başka kadınlara ulaştığında, kadınlar kendi yaşamlarından başlayarak ataerkiye karşı koyduğunda… Kazanacağız. Birken iki, ikiyken beş, onlarca, yüzlerce kadın, örgütleneceğiz… Bizi gelip şiddetten kurtaracak birisini beklemeden, kanunlara ve devlete sığınmadan, kadın dayanışmasına sarılarak kazanacağız. Ve biz kazanırsak devlet kaybedecek!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kadınlar Kazanacak, Devlet Kaybedecek – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/09/kadinlar-kazanacak-devlet-kaybedecek-seyma-copur/feed/ 0
Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay https://meydan1.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/ https://meydan1.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/#respond Sat, 09 Nov 2019 06:39:31 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/ 1833’te İsveç’te dünyaya gelen ve dönemin en bilinen kimyagerlerinden olan Alfred Nobel’in ünü, yaptığı sayısız deneye, deneyleri esnasında çıkan yangınlara, o yangınlarda kardeşi de dahil olmak üzere yaşamını yitiren insanlara; ama en çok da mucidi olduğu dinamite dayanıyordu. 1867 yılında icat ettiği dinamit ile Alfred Nobel’in ismi tarih boyunca unutulmayacak bir yere kazındı. İcat edildiği […]

The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
1833’te İsveç’te dünyaya gelen ve dönemin en bilinen kimyagerlerinden olan Alfred Nobel’in ünü, yaptığı sayısız deneye, deneyleri esnasında çıkan yangınlara, o yangınlarda kardeşi de dahil olmak üzere yaşamını yitiren insanlara; ama en çok da mucidi olduğu dinamite dayanıyordu. 1867 yılında icat ettiği dinamit ile Alfred Nobel’in ismi tarih boyunca unutulmayacak bir yere kazındı. İcat edildiği andan itibaren inşaat ve maden gibi sektörlerde ama en çok da savaşlarda kullanılan dinamit, yarattığı etkiyle de insanlık tarihinde yerini hızla edindi. Ancak Alfred Nobel’in icat ettiği dinamitten ve yaratabileceği etkilerden “pişmanlık duyduğu”da aynı tarihe not düşüldü. Kimi gazetelerin “ölüm taciri” olarak andığı Alfred Nobel’in vasiyeti, belki bu icat karşısında bir günah çıkarmaydı. Alfred Nobel, ölümünden sonra kendi adına bir vakıf kurulmasını istediğinden, 1895 yılında kurulan Nobel Vakfı edebiyat, barış, bilim gibi birçok alanda “en iyileri” seçmeye ve ödüllendirmeye başladı.

Nobel Ödülleri, 1940-1942 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle verilememiş olsa da aynı dönemlerde Nobel Barış Ödülü’nün aday isimleri oldukça manidardı. 1935’te faşist Mussolini, 1939’da Hitler, 1945’te ve 1948’de ise Stalin Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösterilmişti. Her bir isim, dönemlerinin katliam ve soykırımlarının mimarıyken; Nobel Barış Ödülü’nün aslında “barış”tan neyi anladığı sorusunu sormak kaçınılmazdı… Bu tarihlerden yıllar sonra 2009 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Barack Obama’nın ödül töreni sırasında yaptığı konuşma, Nobel Vakfı’nın barıştan ne anladığını açıkça gösteriyordu. Ödülü alan Obama, Afganistan işgalini olumlarken, açıkça “savaşın bazen gerekli olduğunu” söylüyordu.

Nobel Ödülleri verildiği isimlerle, Nobel Vakfı sponsorluk aldığı silah şirketleriyle, Nobel Ödülü jürisi taciz gündemiyle henüz unutulmamışken; Nobel Ödülü’nün bu yıl ekonomi başlığında verildiği çalışma da konuşulmaya başlandı.

2019 Nobel Ekonomi Ödülü, “küresel yoksullukla mücadeledeki deneysel yaklaşımları” sebebiyle, Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’e verildi. Bu üç isim, küresel yoksulluğa çareyi “deneysel yollarla” arıyor. Kontrollü deneyler yoluyla yoksulluğa, açlığa, hastalıklara ya da ekonomik adaletsizliklere çözümler üretilebileceğini belirten bu üçlünün çalışması, küresel yoksulluğa yeni bir çözüm önerisi olarak konuşuluyor.

Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan üçlü, “yoksulların ne satın aldıkları, ne yedikleri, çocukların sağlığı konusunda ne yaptıkları, kaç çocuk sahibi oldukları” gibi başlıkları deneysel yöntemlerle inceliyor ve çözümleri de bu deneysel yöntemlerle arıyor. Ödülü alan isimlerden Esther Duflo “Yoksulluğa karşı önerilen radikal çözümler genellikle işe yaramıyor. Yoksulluğa son vermenin anahtarı elimizde değil. Ama elimizde bilimsel verilerle çözümler üretebiliriz” diyor. Peki gerçekten Duflo’nun söylediği gibi, ekonomik adaletsizliklere “bilimsel verilerle” çözümler üretmek mümkün mü? Yaşadığımız yoksulluğun, açlığın, hastalıkların ve aslında tüm ekonomik adaletsizliklerin çaresini bilimle bulabilir miyiz?

Kapitalizm ekonomik adaletsizlikler sayesinde ayakta durabiliyorken; Nobel Ödüllü çalışmalar bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmaktan öte ancak adaletsizliklerin esas sebebini görünmez kılmakta işe yarayabilir. Zenginliğine zenginlik katanlar, doymak nedir bilmeyenler, başkalarını sömürdükçe ayakta kalabilenler, bu yoksulluğun ortadan kaldırılmasına elbette izin vermeyecektir. “Küresel yoksulluğa çözüm”ün aranacağı en son yer belki de onun varlık sebebi olan kapitalist sistemdir.

Belli ki Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’in gözden kaçırdığı bir şey var. “Küresel yoksulluk sorunu”nun esas kaynağını, yani kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça ne açlığa, ne hastalıklara, ne de yoksulluğa çare bulunabilir. Yapılacak hiçbir deneysel araştırma, yoksulluğu ortadan kaldıracak bir çözüm sunamayacaktır.

Çünkü yoksulluğa çözüm kapitalizmin içinden değil, kapitalizmi yıkmaktan geçer.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/feed/ 0
Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal https://meydan1.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/ https://meydan1.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/#respond Sat, 09 Nov 2019 06:35:36 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/ Dayanışmanın en önemli topluluk değerlerinden biri olduğu sınıfsız toplumlardan sınıflı toplumlara geçişle birlikte yönetici sınıflar toplumsal değerlere de müdahale etmişler, kendi çıkarlarını gözeterek bu değerleri bozmaya çalışmışlardır. Filantropizm: Bir Kurtarıcı Olarak Hayırseverlik İktidarların bozmaya çalıştıkları değerlerin başında “dayanışma” gelmektedir. İktidarların kendi yarattıkları sistemin sonuçları olan sefalet, açlık ve muhtaçlık problemlerinin çözümü için bugün en çok […]

The post Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Dayanışmanın en önemli topluluk değerlerinden biri olduğu sınıfsız toplumlardan sınıflı toplumlara geçişle birlikte yönetici sınıflar toplumsal değerlere de müdahale etmişler, kendi çıkarlarını gözeterek bu değerleri bozmaya çalışmışlardır.

Filantropizm: Bir Kurtarıcı Olarak Hayırseverlik

İktidarların bozmaya çalıştıkları değerlerin başında “dayanışma” gelmektedir. İktidarların kendi yarattıkları sistemin sonuçları olan sefalet, açlık ve muhtaçlık problemlerinin çözümü için bugün en çok yükselttikleri yöntemlerden biri hayırseverlik/ iyilikseverlik/ yardımseverlik olgusundan beslenen ve literatürde filantropizm olarak tanımlanan “profesyonel bağışçılık”tır. Filantropi; bir kişinin zamanını, yeteneğini, uzmanlığını veya varlıklarını, toplumsal faydayı gözeterek gönüllü olarak sunması olarak tanımlanmaktadır. Filantropistler genel olarak bağışçılık faaliyetleriyle sistemin adaletsizlikler yarattığı alanlarda onarma faaliyetleri yürütürler. En temel çelişkileriyse adaletsizliği çözmek için adres gösterdiklerinin bu adaletsizliğin kaynağında yer almasıdır. “Değişim İçin Bağış” gibi sloganlar ile dünyanın değiştirilmesine herkes tarafından küçük bir katkı payı bırakılmasına yönelik duygusal köklerden beslenen reklam kampanyaları yürütürler. Fakat kampanyalarda adaletsizliğin en büyük mimarlarından olan ayrıcalıklı zengin azınlıkların servetlerinden “bağışladıkları” payların küçüklüğü konuşulmaz. Konuşulmaz çünkü, kampanyaların büyük bir kısmı zaten, bahsini ettiğimiz ayrıcalıklı kapitalistler tarafından doğrudan yahut vakıfları aracılığıyla dolaylı olarak desteklenmektedir.

Filantropi, toplumsal bir değerden ziyade “zorunluluk” haline gelen bir ilişkidir. Bu yardımlaşmada veren tarafın her daim üstün durumunu koruyor olmasına dikkat ettiği görülür. Kişi kendini sönümlendirmez. Hiyerarşi her daim korunur. Dolayısıyla günümüz hayırseverliği toptan bir kurtuluşun şifresi değil, güncel problemlere aktarılan yardım kırıntılarıdır. Keza hayırseverlik faaliyetlerinin büyük kampanyalarla sürdürülüyor olması esasında yardım kampanyası yapılan meselede sorumluluğu olan aktörlerin sorumluluklarını ve etkisini gizlemektedir. Böylece genel olarak sistemin kusurları örtülmektedir. Duygusal zeminden yükselen bir istismar ve Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında yayınlanan “21. Yy’da Teslimiyet Teorileri Ve Pratikleri: Kapitalistlerin Hayırseverlik Kumpası”(1) yazısında da bahsedilen “hayırsever sömürüsü” söz konusudur.

Üçüncü Sektör: Kurumsallaşan Yardım

Sistemin yarattığı sorunların üzerini örtmek için yükselen “yardımlaşma” olgusu bugün birçok sivil toplum kuruluşu, dernek, vakıf vb. oluşumları yaratmıştır. Bunların arasında birbirinden farklı alanlarda faaliyet gösteren, birçok özel amaçlı oluşum vardır. Tüm bu oluşumlar esasında günümüzdeki ekonomik sistemin farklı bir alanını teşkil etmektedirler. Bu alan üçüncü sektördür. Üçüncü sektör özellikle kapitalizmin yeni bir biçimi olan neoliberal ekonomik sistemde sosyal refah devletine olan güvenin kaybedilmesiyle yükselişe geçen sivil toplumcu anlayışın bir sonucudur. Devlet ve özel sektörün dışında kalan sivil toplum kuruluşları, vakıflar, cemiyetler, platform vb. kuruluşların genel adıdır. Ayırt edici noktası sözde, insanların kâr amacı gütmeksizin bu kuruluşlara katılım sağlıyor olmalarıdır. Neoliberal ekonominin “sürdürülebilir” olacağını savunanların pek çoğu üçüncü sektörü -bölgesel ve küresel boyutlarda- ekonomilerin en önemli unsuru olarak görmektedir. Üçüncü sektörün, kar amacı gütmediği; her iki sektörün (kamu ile özel sektör) de hassasiyetlerini gözeterek aralarındaki dengeyi koruyacağı ve gerçek toplumsal çıkarları gerçekleştirebileceği iddiaları üzerinden yükseltilmesine rağmen faaliyetlerinin neoliberal iktisatçıların dilediği gibi kapitalist mantıkla sürdürüldüğü apaçık ortadadır. Üçüncü sektöre yönelik eleştirilerin en büyüğü de buradan kaynaklanmaktadır. Üçüncü sektör, özellikle özel sektörü (ve onun anlayışını) toplumsal alanda örgütlemektedir, meşrulaştırmaktadır. Günümüzde üçüncü sektöre dahil olan birçok kuruluş milyonlarca dolarlık fon alışverişi yapmaktadır, binlerce insan birçok kuruluşta maaşlı çalışandır ve hatta bu sektörde kariyer sahibi olmak gibi olgular söz konusudur. Bu alan bir istihdam sahasına dönüşmüştür. Dolayısıyla burada giderek istihdam sahası haline gelen sektör sınıfsız toplumlarda var olan denkler arasındaki dayanışma ilişkisine değil, sektörleşen yardımseverlik ilişkisine dayanmaktadır. Ve yardımseverlik ilişkisinde yine sistemin şartlarının yarattığı “duygusal” motivasyonların söz konusu olduğu görülmektedir. Üçüncü sektörün yardımı ile toplumsal sorunların çözüleceği illüzyonu büyütülmektedir.

TÜSEV: Bir Bağış İllüzyonu

Yaşadığımız coğrafyada üçüncü sektörün kapitalist sistem içerisindeki rolünü örnekleyecek pek çok kuruluş vardır. Fakat bu konuda kavramın kendisine getirilen eleştirilerle örtüştüğünü anlatabilmek için bağışçılığın profesyonelleşmesi amacıyla çalışmalar yürüten Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’ndan özellikle söz etmek gerekir.

Vakıf 1993 yılında büyük kapitalist şirketlerle ilişkisi bilinen vakıf ve derneklerin bulunduğu 23 STK tarafından üçüncü sektörün yasal, mali ve işlevsel altyapısını geliştirmek amacıyla kurulmuştur.

Türkiye’nin en zengin ailelerinden ve en büyük holdinglerinin vakıflarından pek çok kişinin bu vakfın mütevelli heyetinde boy gösterdiğini göz önünde tutmak önemlidir. Epey iddialı sloganları dillendiren isimlerin kimler olduğuna da bakabiliriz. Vakıfta son olarak yönetim kurulu başkanı Deniz Ataç (TEMA Yönetim Kurulu Başkanı) seçilmiştir. Vakfın yönetim kurulu ise şu şekildedir: Alparslan Tansuğ (ENKA Spor Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı), Bahadır Kaleağası (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği), Candan Fetvacı (Aydın Doğan Vakfı), Erdal Yıldırım (Vehbi Koç Vakfı), Gün Han Başik (Kadir Has Vakfı), Hasan Süel (Türkiye Vodafone Vakfı), Nevgül Bilsel Safkan (Sabancı Vakfı), Öner Günçavdı (Elginkan Vakfı), Selim Güven (Anadolu Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı).

“Küçük Kaynaklarla Büyük Değişimler Yaratmak” sloganı ile “yardım etmek” istedikleri kesime yönelik gerçekleştirdikleri büyük sömürü ve kazandıkları büyük servetin topluma doğru olan geri dönüşünün “küçük” olacağını itiraf etmişlerdir. Kendilerinin büyük zenginliklerine rağmen ve aslında onları hiç kullanmadan, başka büyük patronlar, orta sınıflar ya da alt orta sınıflardan yoksullar için “küçük” bağış dilenmeye çalışmaktadırlar.

Var olan yoksulluğun “bağışçılık kültürü” ile, bağışlarla değişebileceğine inanarak ve inandırarak kendilerinin yarattığı ya da sürdürücüsü olduğu sömürü ve adaletsizlikler sistemini görünmez kılmaya çalışan vakfın, “Değişim İçin Bağış” adlı projesiyle neyi ne kadar değiştirebileceği büyük bir muğlaklık taşımaktadır. Burada vakıf tam da ismiyle müsemma bir biçimde davranarak sosyal değişimi, refahı gerçekleştiremeyen devletin yerine özel sektörün kontrolüyle sistemin sürdürülebilirliği için çalışmaktadır.

Bu vakfın mütevelliler listesinde yerini alan Sabancı Vakfı’nın, Ford, Rockefeller Brothers ve Robert Bosh vakıflarının da yer aldığı uluslararası bir vakıflar birliği olan Avrupa Vakıflar Merkezi’nin de yönetim kuruluna girmiş olması ise yöntemin kaynağı konusunda bizlere adres göstermektedir.

Türkiye’nin en zengin ailelerine ve holdinglerine ait olan vakıfların yöneticilerinin toplandığı, adeta üçüncü sektörün TÜSİAD’ı niteliğine sahip olan vakıf filantropizminin esasında günümüzde nasıl bir illüzyonu ifade ettiğini bizlere açıkça göstermektedir.

Bazı Veriler

İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2013 yılında 27.905 olan dernek sayısı 2019 yılında 114.294’e ulaşmıştır.(2) Bu derneklerin birçoğu tabela derneği statüsündedir. Fakat yine de sayının ne kadar fazla olduğunu görmek bizim için önemlidir. Yine aynı kaynaktan aldığımız bilgiye göre 2014 yılında derneklerin gelir toplamı 8 milyar 837 milyon iken 2019 yılında bu sayı 22 milyar TL olmuştur. Bu derneklerde sırasıyla sayı olarak en çok mesleki dayanışma dernekleri, spor ve sporla ilgili dernekler, dini hizmetlerin gerçekleştirilmesine yönelik faaliyet gösteren dernekler, eğitim araştırma dernekleri, kültür-sanat ve turizm dernekleri, insani yardım dernekleri gelmektedir. Bu sıralama bizlere, bahsedilen gelirlerin dayanışma ve yardımlaşmayla ilgili olan boyutuna dair bir fikir vermektedir. Elbette dernek halinde olan ve salt olarak dünyayı değiştirmeyi yahut kurtarmayı amaçlamaktan ziyade belli bir faaliyet alanını destekleyen kuruluşların varlığı mevcuttur. Dolayısıyla verilen sayılara bunların da dahil olduğunu ifade etmek gerekir. Bunların dışında “muhtaç” olanlara “yardım amaçlı” olarak kurulan derneklerin sayısının ve bu derneklerin gelirlerinin kısa bir süre içerisinde artmasının yanı sıra var olan toplumsal adaletsizliklerin de şiddetle devam ediyor oluşu, bize bu sektörün kime fayda getirdiğini sorgulatmaktadır.

Sonuç

Günümüz kapitalist toplumunun çarpık yardımlaşma ağlarının bir tezahürü olarak yükselen hayırseverlik olgusu, yine kapitalistler tarafından bir kurtuluş yolu olarak gösterilmektedir. Öyledir ki kâr odaklı şirketleriyle toplumsal üretimi kontrol ve üretilenleri gasp etmeyi sürdüren bu kişiler kâr amacı gütmeksizin varlığını sürdürdüğünü iddia ettikleri yardım kuruluşlarını bir imaj paravanı olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca bu kuruluşlar, kapitalistlerin sistemin içinde nasıl bir konumda olduklarına dair yükselecek olan mücadelenin önünü kapayarak apolitikliği öğütler konumdadırlar. Nihayetinde dünyayı kurtarması beklenen hayırseverlik, kısa vadede işe yarar kazanımlardan çok uzun vadede sistemin şu andaki durumunu sürdürmeye yaramaktadır. Velhasıl üçüncü sektörün kapsamakta olduğu dernekleşmeler ve hayırseverlik faaliyetleri yeni bir iş sahası olarak sistemin çarklarından bir diğeri haline gelmiştir. En büyük marifeti devlet, özel sektör ve kendinin dahil olduğu üçgenin bozulmadığı alana kadar yükselme çabasıdır.

Kaynak

1) https://meydan1.org/gundem/2012/10/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kapitalistlerin-hayirseverlik-kumpasi/

2) https://www.siviltoplum.gov.tr/dernekler-bilgi-sistemi-derbis-kullanici-sayisi

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/09/hayirseverligin-sektor-hali-ucuncu-sektor-vakfi-selahattin-hantal/feed/ 0