sistem – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 10 May 2020 13:23:21 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika https://meydan1.org/2020/05/10/krizler-sistemi-kapitalizm-ve-biyopolitika/ https://meydan1.org/2020/05/10/krizler-sistemi-kapitalizm-ve-biyopolitika/#respond Sun, 10 May 2020 12:40:29 +0000 https://meydan.org/?p=58263 Kapitalizm, yapısı itibariyle krizleri içeren bir sistemdir. Bu çıkarım daha önce defalarca dünyaca ünlü ekonomistler ve teorisyenler tarafından yapıldı. Varoluş sebebi ismini de aldığı sermaye ve o sermayenin katlanarak büyümesi için gereken kârın maksimize edilmesidir. Kapitalizmi sadece bu yönüyle ele almak, bizi marksistlerin düştüğü tuzağa düşürecektir. Kapitalizm sadece ekonomik altyapı ile ilgili değildir. Toplumsal olan, […]

The post Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalizm, yapısı itibariyle krizleri içeren bir sistemdir. Bu çıkarım daha önce defalarca dünyaca ünlü ekonomistler ve teorisyenler tarafından yapıldı. Varoluş sebebi ismini de aldığı sermaye ve o sermayenin katlanarak büyümesi için gereken kârın maksimize edilmesidir. Kapitalizmi sadece bu yönüyle ele almak, bizi marksistlerin düştüğü tuzağa düşürecektir. Kapitalizm sadece ekonomik altyapı ile ilgili değildir. Toplumsal olan, politik olan, yaşamsal olan bütün alanlarda kendini, tıpkı ekonomide olduğu gibi kriz potansiyeli ile var etmektedir.  

Kendiliğinden sorunlu ve krize hazır bu sistem nasıl oluyor da bu krizlerle sarsılmasına rağmen kendiliğinden yıkılıp gitmiyor? Burada da tarih sahnesinde kendisine bulduğu suç ortağı devreye giriyor: Devlet. Kapitalizm, devlet gücü sebebiyle her fırsatta kendisinin neden olduğu krizlere karşı yasalar, uygulamalar, prosedürler geliştirebiliyor ve bu sayede kendini daha fazla güçlendirebiliyor. Bu uygulamaların aracı tabi ki her zaman yargıçlar, polisler, meclisler vb.. kurumlarıyla devletin kendisi oluyor. Bu uygulamalar bir yandan devlet iktidarını ileride de kullanılmak üzere güçlendirirken bir yandan da kapitalizme ve sermaye sahiplerine nefes alacak alanlar yaratıyor. Bu konuyla ilgili bütün alanları tek tek sayamasak da birkaç örnekten bahsetmek istiyoruz. 

Toplumsal ve Ekonomik Krizler

Hayatımıza dahil olan hemen hemen bütün meseleler aslında bu alanın konusuna giriyor. Kapitalist sistem özellikle neoliberal politikalarıyla insanları tüketmeye dayalı bireyci bir sisteme itti. Bu tüketim bireyleri sadece metalara sahip olabilirlerse değerli olacakları anlayışına ve sonunda “Her koyun kendi bacağından asılır” inancına sürükledi. Sistem içerisinde kendine iyi bir yer bulamayan ve adaletsizlik içinde ezilen herkes sistemin çeperlerine ötelendi. Bu insanlar suça, yalnızlaşmaya, ezilmeye, uyuşturucuya, kendilerine ve çevrelerine yabancılaşmaya mahkum edildiler. Sisteme “yeteri kadar” entegre olamayan kişiler psikopatiler geliştirip akıl hastanelerinde yatarken ya da hayatta kalmak için hakları olan ekmeği almalarının bedelini hapishanelerde öderken buldular. Kapitalizm, her seferinde yardımına koşan ekonomik, sosyal ve politik iktidarlarla anlaşarak bu krizleri kendini ilerletmek için kullandı. 

Tükenmişlik sendromu ve yabancılaşma içerisinde misiniz? Kapitalizm size yeterli antideprasan üretebilecek ilaç şirketlerine ve bu ilaçların piyasada rahatça satılması için gerekli yasaları çıkartabilecek devlet kurumlarına sahip. Elinizden insani bütün özellikleriniz alınmış gibi hissediyor, hayatınızın kontrolü sizde değilmiş gibi mi hissediyorsunuz? Kapitalizm sizin ihtiyaçlarınıza göre sahte mutluluk sağlayan uyuşturucular üretebilir ve sizi sefil bir bağımlıya dönüştürebilir. Eğer bunu yaparken aşırıya kaçarsanız tabi ki sistemin bütün kurumları size belirli bir ücret karşılığında hizmet etmeye hazırdır. Ya da bütün ömrünüzü ezilerek geçirdikten sonra küçük bir hırsızlık için hapse mi atıldınız? Boşuna telaş yapıyorsunuz; vergi borcu silinecek olan şirketler, karşılıksız alınan kredilerle yeni hapishaneleri inşa etmeye çoktan başladılar bile. Kapitalizm bunları yaparak kendini bütün “iş alanları” içerisinde var etmeye devam eder.

Devlet ise bunun karşılığında, ezilmesinin tek sebebinin kendi yetersizliği olduğunu düşünen bir grup yaratır. Bu grupları kontrol etme bahanesiyle eğitim alanında, sağlık alanında, inşaat alanında yeni yasalarla elini gitgide güçlendirir. Resmi ideolojisi her neyse onu dayatmak için kaynaklar bulur. Peki ya bu resmi ideolojiye o kadar da inanmamış olanlar? Rezil ve kepaze yaşam koşullarımızın arkasındaki gerçek sorumluların kapitalistler ve devlet iktidarı olduğunu görüp buna karşı sokağa dökülen insanlar? Bu insanların aktörü olduğu toplumsal patlamalara, devletli kapitalizmin cevabı nedir? Bu sorunun cevabı kolluk kuvvetleri ve devletin “güvenlik politikaları”. Yaşadığımız coğrafyadaki Gezi İsyanı’na devletin verdiği cevabın ne olduğunu hatırlayın. Her gün dünyanın bütün kıtalarındaki eylemliliklere devletlerin verdiği cevaplara bakın. Hepsi aynı. Bu süreçlerden sonra kapitalistler ve devletler kendilerini tehdit eden “krizi” öteledi. Genelde burada olana benzeyen, baskıcı “iç güvenlik yasalarını” yürürlüğe soktu. Bu krizler sonucunda, baskıcı ve otoriter politikaları en azından için halkın bir kısmında meşru bir zemin buldular.

Ekonomik krizlerde de benzer yaklaşımı görmek mümkün. Sistemin kilitlenmesine sebep olan krizler ya halihazırda zengin olan patronlara para aktararak çözülmeye çalışıyor ya da devletler belli alanlara el koyma, icra, tekelleşme gibi uygulamalar ile baskıcı ekonomik planları uyguluyor. Bunların sonucunda sistem ve devlet kendini bekleyen sonu biraz daha öteleyip baskısını ve adaletsizliğini biraz daha arttırırken krizlerin faturasını her zaman ezilenler ödüyor. Bir örnekle konuyu açıklığa kavuşturabiliriz:  İspanya’daki Mortgage krizi esnasında bankalara ödeme yapamadıkları için evlerine banka tarafından el koyulan insanları düşünün. Kriz bir şekilde ötelendi, bankalar ve devlet bu krizden güç kazanarak çıksa da yoksulluğa mâhkum edilen yine halklar oldu. Normal bir zamanda bir şirketin bir insanın evine el koyması halk nezdinde karşılık bulamayacakken, ekonomik kriz yine meşruluk zeminini oluşturmuştu. Aklınıza gelebilecek bütün ekonomik krizleri düşünün; hepsinin bedelini ezilenler ödemedi mi?

Korona Virüs ve Biyopolitika

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel çapta yaşanılan en büyük olayla karşı karşıyayız. Korana virüs salgını. Bu salgın, yapısı itibariyle toplumsal ve ekonomik elementler içerse de doğası gereği biyolojik bir kriz. Yukarıda açıklandığı gibi her krizde kendini kurtarmaya ve mümkünse güçlendirmeye çalışan kapitalizm ve devletler, kendilerini bu krizden kurtarmak için bir yol arayışına girdiler. Çözümün çıkış noktası ise diğer konularda olduğu gibi sorunun olduğu alana yönelik olmalıydı. Yani mevcut konu özelinde toplumsal ve ekonomik elementler içeren bir “biyopolitika”. 

Koronavirüs sürecinde entelektüel çevrelerde “biyopolitika” tartışmalarına şahit olduk. Agamben’in başlattığı tartışmaya sonrasında Jean-Luc-Nancy ve Roverto Esposito da dahil oldu. Bu tartışmaları anlamlandırmak ve aslında ötesini de düşünebilmek adına öncelikle biyopolitika gibi anlaşılması güç bir kavramı kaynağından tartışmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. 

Biyopolitika, Foucault tarafından yaygınlaştırılsa da kavramın ilk kullanıcısı İsveçli siyaset bilimci Rudolf Kjellen’dir. Kavramın ilk kullanımı birey ve devletin birleştirilip devletin canlı bir organizma olarak düşünülmesiyle ortaya çıkmıştır. Kjellen’e göre devlet canlı bir organizma yani biyolojik bir yapıysa politika da biyolojinin yasalarına uygun hareket etmeliydi. Bu sebeple devletlerin varoluş savaşı biyopolitik bir mücadeleye dönüşmüştü. Kavram daha sonraları Foucault tarafından sıklıkla kullanıldı. Kavramı ilk kez 1974’teki derslerinden birinde şu şekilde kullandı: “…Kapitalist toplum için biyolojik ve bedenle ilgili olan biyopolitika her şeyden çok önemliydi. Beden biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir.” Bu kavram ilk kez burada kullanılsa da bu kavramın öncülerini Foucault’nun “büyük kapatılma” teorisinin olduğu bütün eserlerde görebiliriz. Foucault’ya göre iktidar, gücünü insanların bedenlerini kapatmaktan ve bu kapatmaların yapıldığı kurumlar olan hapishaneler, hastaneler ve okullardan alıyordu. Yani bedenlerimiz ancak kapatılabildiği, izlenebildiği ve disipline edilebildiği sürece iktidarlar ve kapitalizm için değerliydi.  Korona virüs salgını da kapitalizme ve devletlere bunları meşru bir şekilde yapabilecekleri bir ortam hazırladı. Tıpkı toplumsal ve ekonomik krizlerde olduğu gibi bu biyolojik krizde de mekanizma aynı şekilde işliyor. 

Devletlerle devasa teknoloji şirketleri arasında bugüne dek görülmemiş bir koordinasyon olduğunu biliyoruz. Google konum bilgilerimizi paylaşıyor. Evde kalanlar, kalmayanlar tespit ediliyor. Virüsle mücadelede örnek gösterilen Güney Kore’nin bunu hastalanmış insanlara yerleştirilen çiplerle ve oradan aldığı verilerle hazırladığı akıllı telefon uygulamaları ile başardığından ise o kadar da bahsedilmiyor. Çin’in komünist yönetimi sebebi ile sıkı askeri yöntemlerle virüsü kontrol altına aldığından bahsediliyor ancak geçtiğimiz senelerden beri hazırlıkları süren Wechat uygulaması ile Çin halkını sürekli gözlem altında tutmasından bahsedilmiyor. İnsanlar ise bunları ya bilmiyor ya da bilse bile kendi sağlığından daha önemli görmüyor. Bize aşılanan ölüm korkusu sonucunda kapatılmak için hapishaneleri, okulları, hastaneleri bile kullanmıyoruz; evlerimiz bize yetiyor. Dünyanın çoğu yerinde akıllı telefonlarla -Güney Kore gibi nadir yerlerinde de çiplerle- verilerimizi kendimiz teslim ediyoruz. Kapitalizm ve devletler iktidarlarını yeniden üretmek, güçlendirmek, tarih sahnesindeki yerlerini sağlamlaştırmak için büyük kapatmalara, masraflara ve yasalara ihtiyaç duymuyor. Bunları bize korku salarak ve alanında uzman veri analistleriyle, eskisine oranla çok daha kolay bir şekilde yapabiliyor.

Eskiden en azından toplumun hepsi gözetim altında tutulmuyordu. Tutulan kesimlerin ise bütün zamanları izlenilerek geçmiyordu. Bir şekilde alanlar yaratılabiliyordu. Modern iktidarlar ilk defa bu kadar genel bir rıza yaratabilecek bir biyopolitika uyguluyorlar. Yüksek ihtimalle Foucault’un kendisi bile biyopolitikanın bu denli “başarılı” olabileceğini öngörememişti. Onun “Panoptikon” tasarısında kulede her hareketimizi gözetleyen bir gardiyan yoktu ama bugün kurulmaya başlanılan izlenme dünyasında her daim nerede olduğumuzu bilen bir devlet ve suç ortağı kapitalizm ile yaşama ihtimalimiz doğmuştur.

Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/10/krizler-sistemi-kapitalizm-ve-biyopolitika/feed/ 0
Piyasanın Kanunu İşe Gitmek, Mecburen – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2017/11/15/piyasanin-kanunu-ise-gitmek-mecburen-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2017/11/15/piyasanin-kanunu-ise-gitmek-mecburen-gursat-ozdamar/#respond Wed, 15 Nov 2017 08:17:44 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/15/piyasanin-kanunu-ise-gitmek-mecburen-gursat-ozdamar/ Hatırlarsanız, daha önceki aylarda “Zerre” isimli filmle ilgili yazdığımız yazıda “kapitalizmde zerre kadar değerimiz yok” ibaresini kullanmıştık. Elbette bu durum yalnızca bize özgü değil, dünyanın hemen her yerinde “piyasanın kanunu” bu. İşte, her ne kadar Türkçe’ye “İnsanın Değeri” olarak çevrilmiş olsa da 2015 yapımı “La loi du marché” (Piyasanın Kanunu) filmi, Avrupa’nın göbeğinde, Fransa’daki çalışma […]

The post Piyasanın Kanunu İşe Gitmek, Mecburen – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hatırlarsanız, daha önceki aylarda “Zerre” isimli filmle ilgili yazdığımız yazıda “kapitalizmde zerre kadar değerimiz yok” ibaresini kullanmıştık. Elbette bu durum yalnızca bize özgü değil, dünyanın hemen her yerinde “piyasanın kanunu” bu. İşte, her ne kadar Türkçe’ye “İnsanın Değeri” olarak çevrilmiş olsa da 2015 yapımı “La loi du marché” (Piyasanın Kanunu) filmi, Avrupa’nın göbeğinde, Fransa’daki çalışma yaşamı üzerinden kurduğu öyküsüyle kapitalizmin hallerini yalın bir şekilde izleyiciye aktarıyor.

Film, çalıştığı fabrikanın “küçülüyoruz” şeklindeki açıklamasının ardından atılarak işsiz kalan Thierry’nin iş arama serüveni üzerinden ilerliyor. Thierry neredeyse emeklilik yaşına gelmiştir ama engelli oğlu ve eşine bakabilmek için çalışmak zorundadır. Ayrıca mortgage sistemiyle aldıkları evin daha beş yıl sürecek ödemeleri vardır. Ödemezlerse evleri de ellerinden alınacaktır. Ancak işsiz kalmasının üzerinden 15 ay geçmesine rağmen bir iş bulamamıştır.

Thierry başvurduğu iş-işçi bulma şirketlerinin birinin yönlendirmesiyle gittiği ücretli vinç operatörlüğü kursunu başarıyla tamamlamasına rağmen çeşitli bahanelerle hala bir işe kabul edilmemiştir. Üstelik başvurduğu yerlerde eski konumundan daha düşük konumda olmayı ve dolayısıyla daha az maaş almayı kabul etmek zorunda kalmasına rağmen, yazdığı CV’nin yetersiz olması gerekçesiyle ciddiye bile alınmaz.

Gittiği bankadan bir bankacı, ay sonunu başka türlü getiremeyeceğini söyleyerek evini satışa çıkarmasını önerir. Bankacının söylediğine göre evi satarsa daha düşük kiralı bir eve geçmeleri mümkün olabilecek, ileride yine ev alma imkanları olabilecektir. Thierry çaresizdir, bankacıya evi satmayı düşünmediğini söylese de bir sonraki sahnede evi almaya talip olan bir çifte evi gezdirirken, fiyat üzerinden pazarlık yaparken görürüz.

Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Stéphane Brizé, tüm bu olayların yalnızca Thierry’nin başına gelmediğini, kapitalizmde sıradan olduğunu göstermek istercesine filmi durgun bir biçimde ilerletmeyi seçmiş. Ayrıca, iş-işçi bulma şirketinde de, bankada da, gittiği iş görüşmesinde de Thierry’ye aşağılayıcı biçimde davranıldığını, ona hiç “değer” verilmediğini görüyoruz.

Bu anlatımın izleyiciye geçmesinde kuşkusuz Thierry karakterini oynayan Vincent Lindon’un başarılı performansının payı büyük. Nitekim Lindon bu oyunculuğuyla Cannes Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu dalında Altın Palmiye ödülü kazandı. Filmin sadeliğini ve dolayısıyla vuruculuğunu sağlayan bir diğer etmen ise, diğer rollerde amatör oyuncuların görev alması sayılabilir.

Film, farklı işlere başvuran, mülakatlara giren Thierry’nin bir süpermarkette güvenlik görevlisi olarak işe alınmasıyla yeni bir evreye girer. Thierry düzenli maaşa kavuştuğu için bankadan kredi çekebilir duruma da gelir. Ama kapitalizmde huzur beklemek nafiledir. Süpermarkette işe başladığı gün emekli olan bir çalışan için yapılan bir törende patron tarafından yapılan “her şeyden önce işini düşünen, tatillerde bile işinin başında olan” şeklindeki konuşma aslında ayrılandan çok diğer çalışanlara yapılmış gibidir. İş yerinin kriterleri bellidir, önce iş! Bu piyasanın da kanunu değil midir zaten!

Artık mağazanın güvenliğinden sorumlu olan Thierry gün boyunca kameralardan müşterileri takip etmekte, “şüpheli” davrananları marketin bodrumunda bir odaya götürerek “işlem” yapmaktadır. Örneğin, bir şarj cihazının parasını ödemeden marketten çıkmaya çalışan bir genç sorgulanır burada. Emektar bir kasiyerin müşteriler için hazırlanan indirim kuponlarını kullandığının ortaya çıkması üzerine sorgulanması, o kasiyerin işinden olmasıyla sonuçlanır. Ama bunu gurur meselesi yapan kasiyer, ertesi gün işe gelip kendi masasında intihar eder. Patron çalışanları toplayıp intiharın iş yeriyle ilgili olmadığını, onun iş dışında da bir yaşamı olduğunu, özel hayatındaki sorunlardan dolayı intihar etmiş olduğunu söyleyerek kendini ve şirketini aklar. İnsanlar geçici, iş daimidir ne de olsa!

Thierry bu intihardan oldukça etkilenir, ama onun için asıl kırılma başka bir olayda gelir. Bu kez siyah bir çalışan, bir müşteri için kendi indirim kartını kullandığı için “sorgulanır”. Kadının “Bunun için işten atılacak değilim herhalde” sorusuna Thierry “Bilmiyorum” diye yanıtlar: “Bilmiyorum”! Oysa bu yanıt kendine verilen yetkiyi kullanmak istememekle ilgili verilen net bir yanıttır. Bir itaatsizliktir, işsiz kaldığında neyle karşılaşacağını bile bile sistemin kendisinden bekleneni yapmaması üzerine bir isyandır.

Biliyoruz ki, kapitalizm nüfuz ettiği her yerde insanları çaresizleştiriyor, onları sorgulamayan, her şeyi kabullenen robotlar haline getirmek için örüyor. Ama bu sistem ne kadar güçlü olduğunu düşünse de Thierry gibileri çıkıp bu işleyişe dahil olmamayı seçebiliyor. Her gün farklı farklı Thierry‘ler sistemin baskısını daha da fark eder, daha da sorgular hale geliyor. Sorguladıkça da yükselme ve başarı üzerine kurulu bu sistemin dişlilerinden sıyrılmayı daha çok başarıyor. İşte ancak o zaman yaşamın gerçek değerinin farkına varılabiliyor.

Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. Sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Piyasanın Kanunu İşe Gitmek, Mecburen – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/15/piyasanin-kanunu-ise-gitmek-mecburen-gursat-ozdamar/feed/ 0
Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/ https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/#respond Mon, 13 Nov 2017 09:09:38 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/   Neden Sürekli Yorgunuz? İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” […]

The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 


Gece kafamızı yastığa koyduğumuzda saatlerce uyuyamıyor muyuz? Sabah üç kat aşağımızda yaşayan komşumuzu bile uyandıran alarmı duyamıyor, uyanamıyor muyuz? 8 saat uyusak bile yorgun mu uyanıyoruz? Geçmeyen bu yorgunluk, gün boyunca yapacağımız işlere engel olacak boyutlara mı ulaşıyor? Yorgunluk hissiyle verimsizleşiyor muyuz? Bu sorulardan bir veya birkaçına cevabımız evetse, ortada bir problem var; YORGUNUZ…


Neden Sürekli Yorgunuz?

İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” gerekçesiyle gittiğini söylüyor.

Dünya çapında yaşanan bu sıkıntı, elbette beraberinde birçok çalışmayı ve çözüm arayışını getirdi. Bu çalışmaların birçoğu, yorgunluğun ve uykusuzluğun sebebi olarak, vücudun mitokondrinin etkin çalışmasını sağlayacak hormonları yeterli salgılayamaması olduğunu öne sürüyor. (Hücrelerimizde bulunan mitokondri organelleri oksijen, şeker, yağ ve proteinleri “ATP” adı verilen kimyasal enerjilere çevirir. Yani mitokondrinin yeterli çalışmaması enerji üretiminin azalmasına sebep olur.)

Buradan hareketle, son yıllarda “Sirkadiyen Ritim” kavramı, uykuya ve bedenin gündelik diğer faaliyetlerine olan etkisi daha çok konuşulur oldu.

Sirkadiyen Ritim Ne Demektir?

Sirkadiyen Ritim kavramı, Latince “circa” (yaklaşık) ve “dies” (gün) kelimelerinden türetilmiştir ve aslında yalnızca uyku ile alakalı bir kavram değildir. Bitkilerin, hayvanların, insanların ve siyanobakterilerin -yaklaşık- 24 saat içinde gerçekleştirdiği biyokimyasal ve psikolojik davranışlarının bütünü anlamına geliyor. Sirkadiyen Ritim, dünyanın hareketleriyle oluşan gece-gündüz döngüsünün canlılar üzerindeki etkisini araştıran “kronobiyoloji” bilim dalının inceleme alanlarından biridir. “Biyolojik ritim” ya da “vücut saati” de denilebilir.

2017 Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan araştırmacıların bile konusu olan sirkadiyen ritim meselesinin ilk kez gündeme gelmesi, 1972’de sinirbilimcilerin hipotalamustaki küçük bir bölgenin vücudun ana saati olduğunu bulmasıyla gerçekleşmişti. “Suprakiazmatik çekirdek” denilen, yaklaşık 20.000 sinir hücresinden oluşan bu bölge, 24 saatlik döngümüzün işlemesi için gerekli sinyalleri yolluyor, enerjimizi 24 saatlik döngüler halinde açıp kapatarak yüzlerce yaşamsal faaliyeti düzenliyor ve bunları yaparken, zaman hesabını güneş ışığına göre yapıyor.

Bu çekirdek, gözden gelen ışık sinyallerini işleyip; uyku döngüsü, büyüme hormonu sentezi gibi pek çok görevi yerine getiriyor. Hava kararıp gözümüze giren ışık azaldıkça bu bilgiyi epifiz bezine iletiyor ve epifiz bezi uykumuzun gelmesini sağlayan melatonin hormonunu salgılıyor. Bu süreç eğer ortamda -özellikle mavi- ışık yoksa gün doğana kadar olağan seyrinde ilerler. Gündelik yaşam normal kabul edilen seyrin dışında işlediğindeyse, işte o zaman sırasıyla birincil ve ikincil sirkadiyen ritimlerimizde bozulmalar başlar.

Sirkadiyen Ritimlerimiz Nasıl Bozuluyor?
Yapay ışıktan sıcaklığa, yediğimiz yemekten egzersiz yapıp yapmamamıza ve sosyal etkileşimlere kadar sirkadiyen ritmimizi bozabilen pek çok dış etken olsa da, gündelik yaşamda yapay ışığın en etkilisi olduğunu söyleyebiliriz.

Gün boyunca kapalı alanda maruz kaldığımız yapay aydınlatma, izlediğimiz televizyon, çalıştığımız bilgisayar, gece uyumak için yatağa girdiğimizde dahi sosyal medya hesaplarımızı kontrol ettiğimiz tablet ya da akıllı telefon; farkında olsak da olmasak da sirkadiyen ritimlerimize karşı geliyor. Çünkü bu ekranlardan, öğle saatindeki gün ışığı olarak algıladığımız mavi ışık yayılıyor. Mavi ışık, -amiyane tabirle- saatimizin ayarıyla oynayıp duruyor.

Elektriğin bulunmasından bugüne, ritmimizi bozma konusunda büyük bir deneyin hem sürdürücüsü hem de deneği konumundayız, risk altındayız.

İnsandaki Sirkadiyen Ritmin Keşfi

Kronobiyolojinin tarihi aslında 60’lara kadar gidiyor. O dönemde bazı sürüngenlerin ve memelilerin sirkadiyen ritme sahip oldukları biliniyordu. Bir mağarabilimci olan Michel Siffre, ilk deneyini 1962’de yaptıktan sonra, 1972 yılında uyku ve sirkadiyen ritmi araştırmak için 6 ay boyunca karanlık bir mağarada zamandan izole bir şekilde yaşam sürmüştü. Tek ışık kaynağı, ihtiyaç duyduğunda kullandığı kamp lambası olan Siffre için zaman farklı işlemiş ve alışkın olduğumuz 24 saatlik uyku-uyanıklık döngüsü yerine, bir süre sonra vücudu 48 saate adapte olmuştur.(36 saat uyanıklık-12 saat uyku) Bu deneyler neticesinde insanların da sirkadiyen ritimleri olduğu açığa çıkmıştır. 


En Güvenilir Saatlerimiz Bozulunca…

Sirkadiyen ritimlerimizi düzenleyen genlerin hepsi metabolizmaya bağlıdır, dolayısıyla biri bozulduğunda diğeri de etkilenir. Bir örnekle anlatacak olursak, gece geç saatte -metabolizmamız savunmasının gardını indirdikten sonra- yediğimiz yemek, obeziteye yakalanma riskimizi arttırıyor. Karaciğerimiz yağlanıyor, iltihap ve kanser olasılığı yükseliyor.

Risk altında olan, sadece birbiriyle etkileşim halinde olan organlarımız değil; aklımız tehlikenin tam ortasında. Normal zaman kabul edilen zamanda uyumayı engelleyen hastalıklardan muzdarip bireylerin %70’inin ciddi depresyon ve anksiyete gibi rahatsızlıklarının da olduğu söyleniyor. Bipolar bozukluktan yakınan bireylerinse üçte ikisinin anormal uyku döngüsü var.

Sirkadiyen ritim bozukluğunun tetiklemesiyle uykusuzluktan obeziteye, karaciğer yağlanmasından pankreas iltihabına, şeker hastalığından kansere ve hatta kalp hastalıklarına varan sonuçlar doğabiliyor.

Sirkadiyen Ritim Bozukluğu Hastalık mı, Uyumsuzluk mu?

Sadece insanlarda değil, hayvanlarda da işlediği bilinen sirkadiyen ritmin “bozulması” belirlenimine dair çeşitli eleştiriler de bulunuyor. Her bireyin uyuma, uyanma ve başkaca yaşamsal faaliyetlerinin yakın zamanlarda olmayabileceği, güneş ışığının davranışları belirleme konusunda bu kadar etkili ilan edilmemesi gerektiği iki çeşit kuş (baykuş ve tavuk) üzerinden anlatılıyor. Elbette bu iki hayvanın gündelik yaşamı eş zamanlı değildir.

Bu tartışmalarda, kronobiyoloji araştırmalarının, ancak bireylerin yaşamlarının tektipleştirilmesine faydasının olacağını, sistemin “uyumsuz” dediği bireylerin “hasta oldukları” ön kabulüyle yapıldığını iddia edenler bile var.

Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, bu eleştirilerin haklılık payını gözardı etmesek de bir kenarda bırakarak meselenin çok da bahsedilmeyen boyutuna vurgu yapmak istiyoruz.

Bozukluk Bizde mi?

Kimilerimiz vardiyalı işlerde çalışıyor, haftanın belirli günlerinde gece vardiyasında oluyor. Bazılarımız masa başında bilgisayarla çalışıyoruz. Çoğumuz gün boyu okulda ya da işyerinde kapalı alanlara hapsedilip rutin bir işle uğraştığımız için geceleri televizyon izleyerek yaşantımıza renk katmaya çalışıyoruz. Yine çoğumuz güneşi pek görmüyor ve sağlıksız besleniyoruz. Neredeyse hepimiz -gün boyu zaten elimizden düşürmediğimiz- tablet ya da cep telefonumuzla her gece son bir kez sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz… Her gün sirkadiyen ritimlerimizi daha da bozacak hareketler yapıyoruz.

Bütün bunları yapmak zorunda mıyız? Aslında hayır! Ama bunları bize dayatan sisteme uyum sağlamak zorunda hissettirildiğimiz için “evet” diyoruz.

Peki bozukluk, bu koşullarda yaşadığı için sirkadiyen ritimleri bozulan bizlerde mi?

Yoksa başlangıçta uykusuzluk, zamanla yorgunluk ve bitkinliğin getirdiği sosyal ölüm; şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği, karaciğer yağlanması gibi rahatsızlıklarla yavaş yavaş ölüm; kanser gibi biraz daha hızlı ama sancılı bir ölüm ya da kalp krizi gibi ani bir ölüm dışında seçenek bırakmayan sistemde mi?

Çeşitli ölüm seçeneklerinden birinde mi karar kılacağız yoksa bizi öldüren sistemi mi yıkacağız? İşte asıl sorumuz bu!

Emircan Kunuk

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/feed/ 0