sömürü – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 30 Dec 2020 08:57:38 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “İşten Çıkarma Yasağı” Adı Altındaki Sömürü Serbestliği 2 Ay Daha Uzatıldı https://meydan1.org/2020/12/30/isten-cikarma-yasagi-adi-altindaki-somuru-serbestligi-2-ay-daha-uzatildi/ https://meydan1.org/2020/12/30/isten-cikarma-yasagi-adi-altindaki-somuru-serbestligi-2-ay-daha-uzatildi/#respond Wed, 30 Dec 2020 08:57:36 +0000 https://meydan1.org/?p=68253 İktidarın patronlara yaranmak için iş kanununa “geçici” olarak eklenen işten çıkarma yasağının süresi 2 ay daha uzatıldı. Doğrudan Recep Tayyip Erdoğan tarafından uzatılan yasak sayesinde, patronlar 2 ay daha “ücretsiz izin” adı altında işçileri sömürmeye devam edebilecek ve kağıt üstünde işten çıkartmadıkları için işçilerin tazminatlarını gasp etmeyi sürdürecek.

The post “İşten Çıkarma Yasağı” Adı Altındaki Sömürü Serbestliği 2 Ay Daha Uzatıldı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İktidarın patronlara yaranmak için iş kanununa “geçici” olarak eklenen işten çıkarma yasağının süresi 2 ay daha uzatıldı. Doğrudan Recep Tayyip Erdoğan tarafından uzatılan yasak sayesinde, patronlar 2 ay daha “ücretsiz izin” adı altında işçileri sömürmeye devam edebilecek ve kağıt üstünde işten çıkartmadıkları için işçilerin tazminatlarını gasp etmeyi sürdürecek.

The post “İşten Çıkarma Yasağı” Adı Altındaki Sömürü Serbestliği 2 Ay Daha Uzatıldı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/12/30/isten-cikarma-yasagi-adi-altindaki-somuru-serbestligi-2-ay-daha-uzatildi/feed/ 0
Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici https://meydan1.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/ https://meydan1.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/#respond Sat, 20 Apr 2019 16:27:45 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/ İçerisinde yaşadığımız sistemde yaşanan adaletsizlikleri, bu adaletsizliklerin yol açtığı ilişki biçimlerini ve yapıları tanımlamak için pek çok kavramsallaştırma yapılıyor. Felsefe, sosyoloji, ekonomi gibi farklı çalışma alanlarında oluşturulan ve geliştirilen bu kavramlar; sorunsalın kaynağına inmek, sorunu tanımlamak, çözüm için kullanılacak yöntemleri belirlemek ve çözüme kavuşturmak adına önemli bir noktada duruyor. Ne var ki özellikle akademik camianın […]

The post Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İçerisinde yaşadığımız sistemde yaşanan adaletsizlikleri, bu adaletsizliklerin yol açtığı ilişki biçimlerini ve yapıları tanımlamak için pek çok kavramsallaştırma yapılıyor. Felsefe, sosyoloji, ekonomi gibi farklı çalışma alanlarında oluşturulan ve geliştirilen bu kavramlar; sorunsalın kaynağına inmek, sorunu tanımlamak, çözüm için kullanılacak yöntemleri belirlemek ve çözüme kavuşturmak adına önemli bir noktada duruyor. Ne var ki özellikle akademik camianın “çözümleme” konusundaki hegemonyasıyla karşı karşıyayız. Elbette terminoloji önemli, fakat son yüzyılda giderek artan ve artmaya da devam eden bu yeni kavramlar silsilesi, işi içinden çıkılmaz bir hale dönüştürebiliyor. Ekonomik adaletsizlikleri ortadan kaldırmak adına mücadele eden biz işçiler için de benzer bir durum geçerli. Genç İşçi Derneği olarak daha önce çeşitli metinlerimizde, hatta afişlerimizde kullandığımız “mobbing” birkaç zamandır kendi içimizde tartıştığımız bir kavrama dönüştü. Bu kavramı kullanmanın mücadelemizdeki ve en önemlisi toplumdaki karşılığı üzerine yapmış olduğumuz tartışmalardan hareketle, okuyacağınız bu yazıyı yazmaya ve yayınlamaya karar verdik.

Mobbingin Kökeninde Psikolojik Şiddet Var

Son yıllarda sıkça duyduğumuz mobbing kavramı, latince “kararsız kalabalık” anlamındaki “mobile vulgus” sözcüğündeki “mob” kökünden türemiştir. İngilizce’de mob isim olarak düzenli şiddet uygulayan güruh veya çete anlamına gelir, mob’un eylem hali olan “mobbing” ise psikolojik şiddet, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı verme anlamındadır.

İlk olarak biyologlar tarafından 19. yüzyılda kullanılmaya başlayan mobbing kavramı 1960’larda Konrad Lorenz’le beraber yeniden görünür olmaya başlamıştır. Hayvan davranışlarını inceleyen Lorenz, mobbingi, küçük hayvan gruplarının daha güçlü ve yalnız bir hayvana saldırarak uzaklaştırması ya da aynı kuluçkadan çıkan kuşlar arasında yaşanan, diğer kuşların aralarındaki fiziksel olarak en zayıf kuşu yiyecek ve sudan uzak tutarak onu saf dışı bırakması anlamında kullanmıştır. Bu kavramın iş yaşamında kullanılması ise 1980’li yılların başında çalışma psikoloğu Heinz Leymann ile gerçekleşmiştir. Çeşitli iş yerlerinde yaptığı çalışmalarda, çalışanlar arasında uzun süreli düşmanca ve saldırgan davranışlar saptamış ve mobbing’i çalışma psikolojisi alanına sokmuştur.

Mobbing en yalın haliyle bir iş yerinde, patron ile işçiler arasında veya yalnızca çalışanlar arasında ortaya çıkan düşmanca davranışların sistematik hale gelmesidir. Bu davranışlar genelde sözlü şekilde gerçekleşmekte, pek nadir olarak fiziksel şiddet boyutuna ulaşmaktadır. Bir çalışma ortamındaki bireyler arasında, bireye zarar veren ilişki biçimi bu şekilde tanımlanmıştır. Açığa çıkan bu ilişki biçiminde bir veya birden fazla zorba, yine aynı şekilde bir veya birden fazla mağdur bulunmaktadır. Zorba tarafından uygulanan bu davranış şekli, şiddet olarak tanımlanır. Ve bu şiddetin sistematikleşmesi, şiddete maruz kalanı psikolojik olarak yıpratır. İş yerinde mobbinge maruz kalan bireyde uykusuzluk, iştahsızlık ve daha ilerleyen evrelerde depresyon görülebilir. Bu durum bireyin iş yeri içerisindeki performansını etkileyeceği gibi, yaşamının farklı alanlarında da etkisini gösterir.

Bütün Yasalar Patrondan Yanayken Mobbing İşçiden Yana Olabilir Mi?

Belediyelerin hazırladıkları bilboardlarda, hatta devlet iktidarına yakın gazetelerde ve televizyon kanallarında bile “mobbing” ile ilgili bilgilendirmeler bir süredir yapılıyor. Mobbinge maruz kaldığınız takdirde yapacaklarınızın yasal çerçevesi, şikayet edebileceğiniz yerler gibi detaylar bu kanallar aracılığıyla anlatılmakta. Hatta bu konuda çalışmalar yürüten mobbingle mücadele vakıfları, dernekleri bile mevcut. Aslında, şüphe edilmesi gereken şeylerin başında buna benzer örnekler geliyor. İş cinayetlerinden, işçinin hak gasplarına varıncaya kadar devletin ve yasalarının “patron koruyucusu” olduğu açık bir gerçek. Soma Maden katliamından Torunlar katliamına, inşaatlarda “kaza” adı altında katledilen işçilere yönelik devlet tutumunun ne olduğunu bilmeyenimiz var mı? Devletin tüm bu katliam ve sömürüyle nasıl ekonomik bir ilişkisi olduğunu bilmeyenimiz var mı? Öyleyse mobbing kavramının -hem de işçinin lehine- bu kadar yükseltiliyor olması şüphe çekici değil mi?

“Mobbing Yoktur” Sertifikası Gene Başka Bir Şirketten

Sadece devlet kurumları mı? Hayır, mobbinge ilişkin bilgilendirici sunumlar ve çalışmalar şirketler eliyle gerçekleşiyor. Mutlu, huzurlu ve mobbingsiz çalışma koşulları, bizzat sömürünün başında bulunanlarca dillendiriliyor.

Kuşkusuz bu tarz bir stratejinin, şirketlerin verim arttırma yöntemleriyle doğrudan ilişkisi var. “Mobbing yoktur” sertifikalı bir şirket böylece sömürmemiş olacak, kapitalizm denilince akla gelen kötü imajdan kendini uzak tutmuş olacaktır!

Aslında neyin mobbing olup olmadığının şirketler eliyle belirleniyor oluşu, tam da karşısında mücadele edilen sömürü sistemini görünmez kılmakla ilgilidir. Örneğin, kavramın bir de tersi var; ters-mobbing!

Bir iş yerinde çalışıyorsunuz. Ödenmeyen ücretleriniz, verilmeyen haklarınız, yaşadığınız olumsuzluklar nedeniyle sizinle benzer durumda olan diğer işçilerle beraber; bu olumsuzluğu patrona hissettirmek için bir araya geliyorsunuz. Direniş yapıyorsunuz, eyleme geçiyorsunuz, örgütleniyorsunuz… Patrona ters-mobbing yapmış oluyorsunuz!

Mobbing Sömürüyü Görünmez Hale Getiriyor

Aslında tartışmanın önemli kısmı burada yatıyor. Bir fabrikadaki, atölyedeki, herhangi iş yerindeki ilişki biçimini mobbing olarak tanımladığımızda, başka iktidarlı ilişki biçimlerini, örneğin yaşamını sürdürmek için orada emeğin satmaya mecbur bırakılan işçinin varlığını yok saymış olmuyor muyuz?

Yani mobbing olmayan bir iş yerinde sömürü yok mu diyeceğiz? Öte yandan, mülkiyetçi ilişki biçiminin açığa çıkmasından bu yana, mülkiyete sahip olan ve olmayan arasındaki sömürücü ilişki biçimini nereye koyacağız?

Mobbing ve benzeri kavramlarla yapılmaya çalışılan işte tam da bu. İlgiyi patron-işçi ilişkisinde başka bir yere çekerek, örneğin çalışanlarına iyi ya da kötü davranmaya, çok çalıştırıp az çalıştırmaya çekerek; aslında bu iktidarlı ilişkinin kendisini görmezden gelmemize neden olur.

Bir yerde mobbing yoksa, işçi sömürüsü olmamış olur! İşçinin işçi olma durumu normalleşir. Kapitalist sistemin bu yapısı olağanlaştırılır. Mutlu mesut işçiler, mutlu mesut patronlar, mutlu kapitalizm…

Oysa kapitalist sistemin kendisi sömürü üzerine kuruludur. Sömürü sisteminin yok olması, mobbingin olmamasıyla değil; başka bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisiyle mümkündür. Keza bu üretim-tüketim-dağıtım ilişkisi ihtiyaç temellidir ve kimsenin diğerinden daha fazlasına sahip olmasına; diğerini sömürmesine olanak vermez. Merkezi üretim alanlarından çok yerelin ihtiyaçlarıyla şekillenen, “iş” olmayan üretim-tüketim-dağıtım sürecini şekillendirir. Kafa-kol emeği ayrımının ortadan kalktığı, iş bölümünün -dolayısıyla uzmanlaşmanın- olmadığı ve herkesin her işi yapabilmesine imkan veren bir sisteme dayanır.

İşçi mücadelesinde bu ve benzer kavramlara temkinli yaklaşmak, sadece ekonomik alanın değil bilginin de iktidarını elinde tutanların bizimle aynı safta olmadığını anlamak açısından önemlidir. Bu, buna benzer alanlarda kavramlar oluşturulmasına karşı olmak demek değildir. Bu, sömürünün ne olduğunu unutturmamak demektir. Bu, kapitalizmle ilişkisini unutturmadan kendi kavramlarımızı oluşturmanın gerekliliğidir. İçinde bulunduğumuz muğlaklıklar sisteminde buna daha fazla ihtiyacımız var.

 

Fırat Binici

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/feed/ 0
Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi https://meydan1.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/ https://meydan1.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/#respond Fri, 19 Apr 2019 19:48:05 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/ Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler… Emek sömürüsünün en sık görüldüğü alanlarından birisi, yapılmayan sigortalardır. O kadar ki hayatını idame ettirebilmek için bir işte çalışmak zorunda kalan insanların çalıştıkları halde sigortalarının yapılmaması, hemen hemen hepsinin başına gelmiştir. Bu yazıya bu nedenle sigortası yaptırılmayan işçinin […]

The post Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…

Emek sömürüsünün en sık görüldüğü alanlarından birisi, yapılmayan sigortalardır. O kadar ki hayatını idame ettirebilmek için bir işte çalışmak zorunda kalan insanların çalıştıkları halde sigortalarının yapılmaması, hemen hemen hepsinin başına gelmiştir. Bu yazıya bu nedenle sigortası yaptırılmayan işçinin dikkat etmesi gereken noktaları ve atması gereken adımları konu alıyoruz.

Öncelikle belirtmek gerekir ki her ne ad altında çalıştırırsa çalıştırsın patron, bir gün dahi çalışmış olsa işçinin sigortasını yapmak zorundadır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre işçinin işyerinde işe başladığı andan itibaren Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirilmiş ve sigortasının başlatılmış olması gerekir. Deneme süreli olarak çalıştırılan bir işçinin deneme süresine dayanılarak sigortasının yapılmaması gibi bir durum söz konusu değildir.

İşçiye sigorta yapılması zorunluluğu, işçiye zorla imzalatılan bir sözleşmeyle geri alınamaz. Bu nedenle işçinin adli ve idari alanda başvurabileceği çeşitli mekanizmalar mevcuttur. İşçi, herhangi bir idari başvuru yapmadan dahi adli mercilere başvurusunu gerçekleştirebilir.

Sigortası yapılmayan işçi bu nedenle iş mahkemesinde “hizmet tespit davası” adı verilen davayı açabilir. Hizmet tespit davasının amacı, işçinin sigortasız çalıştığı süreyi sigortalı çalışmış gibi telafi etmektir. Bu davada tespiti istenen hususlar, işçinin prime esas kazançlarının ve prim ödeme gün sayılarının tespitini içerir. Hizmet tespit davası sadece hiç sigorta yapılmaması durumunda değil eksik sigorta yatırılması durumunda da açılabilir. Bu davada davalı olarak patron ile birlikte işçilere sigorta yapılıp yapılmadığını denetlemekle görevli Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) da yer almaktadır.

İşçi, bir işte çalıştığını her türlü delille ispatlayabilir. Patronun tutmak zorunda olduğu belgeler, ücret bordroları, taraflar arasındaki yazışmalar gibi işçinin o işte çalıştığını gösterir her türlü belge bu nedenle delil olarak kullanılabilir. Örneğin işyerine giriş çıkışta işçiler tarafından çalışma saatlerinin tespiti için atılan imzalar veya kartla giriş varsa bu kayıtlar delil olarak gösterilebilir. Ayrıca işçiler çalışma durumunu sadece belgelerle değil tanıklar aracılığıyla da ispatlayabilir. Tanıkların delil niteliğinin kuvvetli olması için dinlenecek tanığın o işyerinde kayıtlı olarak çalışmış olması veya komşu işyeri çalışanı olması önem arz etmektedir.

İşçi, sigortasız çalışarak geçirdiği sürenin son yılından itibaren başlamak üzere 5 yıl içerisinde hizmet tespiti davasını açmak zorundadır. SGK’nin herhangi bir denetiminde sigortasız işçi çalıştırıldığı tespit edilmediyse ya da patron tarafından SGK’ye herhangi bir işe giriş veya buna benzer bir bildirge verilmediyse, işçi bu 5 yıl içinde dava açmadığı takdirde bu hakkı elinden alınacaktır. Belirtmek gerekir ki eğer işçi bu davayı açamadan öldüyse miras hakkına sahip olan kişiler de bu davayı açabilecektir.

İdari açıdan başvurular ise SGK’ye yapılabilir. Şikâyet, işçinin çalıştığı işyerinin bağlı olduğu Sosyal Güvenlik İl/Merkez Müdürlüğü’ne ve yazılı olarak yapılmalıdır. Söz konusu şikayette işyeriyle ilgili bilgilerin yanında ilgili işyerinde hangi tarihler arası çalışıldığı gibi bilgilerin yazılması gerekir.

Şikâyet üzerine işyerine gelerek denetim yapılmakta ve halihazırda orada çalışanlar tutanağa alınmaktadır. Bir işçi çalıştıran işyerlerinde gerekli bildirimlerin yapılmaması durumunda söz konusu işyerine idari para cezaları uygulanmaktadır. Patronlar böyle bir durumla karşılaşabileceklerini anladıklarında işçilerin sigortasını da yapmak zorunda kalmaktadır.

Kullan At

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/feed/ 0
Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün https://meydan1.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/ https://meydan1.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/#respond Mon, 04 Mar 2019 10:55:45 +0000 https://test.meydan.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/ Hızlı yaşıyoruz. Hızla yataktan fırlıyor, hızlı ulaşım araçlarıyla işe ucu ucuna yetişiyor, hızlı hızlı çalışıyoruz ki kapasitemizin üzerinde işler yaparak kariyer basamaklarında hızlıca yükselebilelim. İş çıkışı hızlıca eve dönüp ev işleriyle uğraşıyoruz. Her şey bittiğinde saat çok geç oluyor, dinlenmemiz gerekiyor; hızlıca uykuya dalmak için çabalıyoruz. Yarın neleri hızlı hızlı halletmemiz gerektiğini planlarken uyuyakalıyoruz. Haftada […]

The post Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hızlı yaşıyoruz. Hızla yataktan fırlıyor, hızlı ulaşım araçlarıyla işe ucu ucuna yetişiyor, hızlı hızlı çalışıyoruz ki kapasitemizin üzerinde işler yaparak kariyer basamaklarında hızlıca yükselebilelim. İş çıkışı hızlıca eve dönüp ev işleriyle uğraşıyoruz. Her şey bittiğinde saat çok geç oluyor, dinlenmemiz gerekiyor; hızlıca uykuya dalmak için çabalıyoruz. Yarın neleri hızlı hızlı halletmemiz gerektiğini planlarken uyuyakalıyoruz.

Haftada bir ya da iki gün olan çalışmama günlerimizde hızlıca tüketebilmek için çalışıyoruz. Çünkü kapitalizm için hızlı ürettirmek kadar hızlı tükettirmek de bir zorunluluk. Hızlıca içiyor, hızlıca yiyor, hızlıca alışveriş yapıyoruz. Ortada bize dayatılan bir hız var ve bu hıza yetişemedikçe doyumsuzlaşıyoruz. Buna yaşamak denirse “hızlı yaşıyoruz”…

Yaşamın her alanında olduğu gibi giyim sektöründe de hız gün geçtikçe artıyor. Dünyada her yıl 80 milyardan fazla giysi satılıyor ki bu sayı 20 yıl önceki giysi satışının yüzde 400 fazlası demek.

Hal böyleyken dünyada 1951’den itibaren yaygınlaşmış, yaşadığımız coğrafyada ise 1985’te ilk McDonalds’ın açılmasıyla gündelik dile yerleşen fast food kavramı modaya uyarlandı; fast fashion (hızlı moda) kavramı ortaya çıktı.

“Moda”nın Tarihi ve Hızlanışı

Moda kelimesinin kayda geçen ilk kullanımı 1568 tarihli Oxford İngilizce Sözlüğü’nde: “Mevcut zaman diliminde toplum tarafından benimsenen kıyafet biçimi” olarak tanımlanmıştı. Latince “modus” yani “yöntem ve usül” kelimesinden türetilen moda teriminin -16. yy. giysi tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen Ann Rosalind Jones and Peter Stallybrass’a göre- “yerinde duramayan değişiklik” anlamını edinmesi ise 16. yüzyılın sonlarında gerçekleşmişti. Yani Avrupa’da modaya uygun giyinme davranışı en az Ortaçağ’dan beri sürüyor.

Giysilerin Tarihi’ne Bakış (Survey of Historic Costume) kitabında Phyllis G. Tortora ve Keith Eubank’ın anlatımına göre, Ortaçağ’da giysi modasının temel işlevi toplumsal sınıfı belirtmekti; modaya uyabilenler soylular ve kraliyet ailesiydi. Fransız Devrimi’nden sonra ise daha geniş kesimlere hitap eden bir moda anlayışı geliştirilmişti. 19. yüzyılda konfeksiyon yani endüstriyel yöntemlerle giysilerin üretimi başlayınca daha da geniş kesimler modanın gelişimine dahil olmaya başladı.

İçinde yaşadığımız dönemde moda döngüsü -toplumun neredeyse tamamı için- bir şeyin en son çıkanını isteme arzusunu pekiştiren bir süreç; bir giysinin zamanı geçtiğinde onun yerine bir (ya da daha fazla) yenisi alınır ve döngü bu şekilde devam eder. Moda kuramcısı Malcolm Barnard’a göre moda, artık bu planlanmış eskimenin adıdır.

15 yıl öncesine kadar marka başına bir senede çıkarılan koleksiyon sayısı en fazla 4 iken Zara ve H&M gibi fast fashion öncüsü markalar günümüzde neredeyse haftada 1, yılda 50-52 koleksiyon çıkartıyorlar. Şirketler bir giysinin tasarımından mağazaya ulaştığı ana kadar olan süreyi yedi güne kadar indirebildikleri küresel bir zincir oluşturmuş durumdalar.

“Modayla baş etmek balık satmak gibidir. Sudan yeni çıkmış, taze olması gerekir. Aynı son moda kesilmiş trend renklerin yarattığı bir ceket gibi. Dün tutulan balık satmayabilir. Satması için indirim gerekebilir.” diyen Amancio Ortega, İspanya’nın en zengini ve dünyanınsa 6. zengini. Zara, Pull&Bear, Massimo Dutti, Bershka, Stradivarius, Oysho gibi markalardan oluşan Inditex Grup’un kurucusu olan Ortega, hızlı modanın sırrını şöyle açıklıyor: “İşinizin başarısı modayı ne kadar ucuza sunabileceğinize bağlıdır.” Ancak hızlı modanın hızının ve ucuzluğunun sırları bundan çok daha fazlası…

Hızlı Modanın Hızı Kadın Sömürüsünde Saklı

Hızlı modayla yaklaşık haftada bir yenilenen rafları merak eden tüketiciler, mağazaları yılda ortalama 17 kez gezmeye başladı. Yani hızlı moda, tüketiciyi en son moda ürünleri en uygun fiyata satın alabilecekleri bir yarışa sokma amacına başarıyla ulaştı. Moda sektörü, kapitalizmin bir tüketim toplumu yaratmak için kullandığı en etkili araçlarından biri. Ve hedeflenen tüketicilerin ağırlıklı olarak kadınlar olması tesadüf değildi.

Geleneksel olarak ataerki tarafından erkeğe bağımlı cins olarak tanımlanan kadının ikincil konumu kapitalizm tarafından yeniden üretildi. Yani Emma Goldman’ın neredeyse bir asır önce söyledikleri hala geçerliliğini koruyor: “Bizler henüz, kadının bir ruhu olmadığı, erkeğin basit bir eklentisi olduğu, kendi gölgesinden korkacak kadar çok güçlü olan beyefendinin sırf rahatını sağlamak adına onun kaburgasından yaratıldığı mitini aşabilmiş değiliz.”

Bugün ticari bir proje haline gelen kadının bedeni ve ruhu, hem tüketirken hem de üretirken tükeniyor; tüketiliyor. Beden sürekli yeni imajlarla bezenmesi gereken bir meta olarak görülüyor. Bu imajların elbette hızlı modaya uyum sağlayacak şekilde, hızla değişmesi gerekiyor.

Baudrillard’ın tüketim toplumu anlayışında söz ettiği modada kapitalizm tarafından dayatılan modellere karşı konulamıyor çünkü moda sürekli kendini yenileyerek popüler kültür ile birlikte zihinlere işleniyor. Tüketim arzusunu artırmak için kullanılan reklamlar yaşamın her alanında. Tüketiciyi özendirmek için kullanılan modeller de birer tüketim nesnesi. Bugün birçok model, askıda duran kıyafetlere uygun bedenlere sahip olmak için sağlıksız besleniyor; uzun saatler aç kalıyor. Haberlerde bu sebeple yaşamını yitiren modeller sık sık karşımıza çıkıyor. Hızlı modanın sırları bir bir ayyuka çıkıyor.

Kapitalizm bu alanda kadın bedenini metalaştırmakla kalmıyor, yaratılan güzellik algısı ile sömürüsünü toplumun bütün kesimlerine yayıyor. Tüketiciler, tükettikleri kadar kabul görülüyorlar toplumda. Bugün ayrıcalıklı ve biricik kimseler olmanın yolu, hızlı modanın en hızlılarından olmaktan geçiyor. Tüketici ne kadar hızlanırsa hızlansın yetişemiyor modanın hızına, bu hıza yetişemedikçe doyumsuzlaşıyor, mutsuzlaşıyor; tükeniyor.

Işıltılı Vitrinlerin Arkasında Doğanın ve Yaşamın Sömürüsü Var!

Hızlı modanın tek sırrı tükettikçe tükenen tüketiciler değil elbette. Hızlı modayı yönlendiren küresel şirketlerin rekabette diğerlerinden bir adım önde olmak, giysilerin maliyet ve fiyatlarını ucuzlatabilmek için üretim yaptırdıkları şirketlerde işçilerin köle gibi çalıştırılmasını görmezden geliyorlar.

Örneğin ABD’de satılan giysilerin %95’i 1960 gibi yakın bir tarihte bile ABD’de üretiliyorken bugün sadece %3’ü o coğrafyada üretiliyor, %97’si ise Kamboçya, Pakistan, Bangladeş gibi kapitalizm içinde yoksul bırakılan coğrafyalarda. Modanın yükselen hızına en karlı şekilde yanıt vermek isteyen birçok şirketin yöneldiği bu coğrafyalarda, ortalama bir konfeksiyon işçisi günde 16 saat çalışarak yaklaşık 3 dolar kazanıyor ki bu işçilerin çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Bangladeş’te yaşları 5-14 arasında değişen çocukların yüzde 15’i tekstil fabrikalarında, oldukça kötü koşullarda çalıştırılıyor.

Tekstil işçilerinin yaşamları, fast fashion şirketlerinin gözünde ürettikleri giysilerden de işçilerin güvenliği için alınması gereken önlemlerden de çok daha ucuz. Çoğu kişi hatırlar; 2012’nin sadece Eylül ayında Pakistan’da bu şirketler için üretim yapılan fabrikalarda çıkan yangınlar sonucu toplam 314 işçi yaşamını yitirmişti. 2013’te Bangladeş’te gerçekleşen Rana Plaza katliamında bina içinde çatlaklar olduğu defalarca bildirilmesine rağmen, üretim durmasın diye şirket yönetimi tarafından tedbir alınmaması sebebiyle, 1134 işçi göçük altında kalarak yaşamını yitirmişti ve 2000 işçi ciddi şekilde yaralanmıştı.

Bu katliamlar milat kabul edildi ve büyük moda markaları işçilerin çalışma koşulları konusunda daha sorumlu davranacaklarını taahhüt eden sözleşmelere imza attılar. Toplumun her kesiminde tepkiye yol açan bu işçi katliamları bir şey değiştirdi mi peki? Bugün gelinen noktada fast fashion hiç de hız kesmiyor.

Sadece tekstil atölye ya da fabrikalarındaki işçiler değil sömürüye maruz kalan, çiftçiler de farklı bir sömürüyle karşı karşıya kalıyor. Moda sektöründe kullanılan pamuğun büyük çoğunluğunun üretildiği Hindistan’da son 16 yılda 250.000 civarında çiftçi, yani her 30 dakikada bir çiftçi, aldıkları borçlar ve kazançlarındaki düşüş sebebiyle borçlarını ödeyemedikleri için çaresizlikten intihar etti. Çoğunun çocukları pamuk için kullanılan tarım ilaçları yüzünden engelli doğdu veya kanserden yaşamlarını yitirdi. Neden mi çaresizlikten intihar ediyorlar? Yükselen talep sebebiyle daha fazla üretim yapabilmek için Monsanto gibi şirketlerden GDO’lu tohum, bu tohumların sebep olduğu hastalık ve böceklere karşı kimyasal ilaçlar satın almak zorunda kalıyorlar ve maliyet gittikçe artıyor. Bu döngünün içinde giderlerin parasını karşılayamama tehdidiyle karşılaşınca pamuğu büyük üreticilere düşük fiyata satmak zorunda kalıyorlar ve giderler iyice karşılanamaz hale geliyor.

Hindistan vb. coğrafyalarda sömürü sadece çiftçilere yönelik değil elbette. Sadece bir pamuk tişörtün üretiminde 2700 litre su kullanılıyor ki bu miktar bir insanın 900 günlük su tüketimine eşit.

Pamuk üretimi yapılmayan, deri işlenen bölgelerde ise hem milyonlarca hayvan derisi ya da kürkü için katlediliyor hem de her gün milyonlarca litre atık Ganj nehrine dökülüyor. İçme sularına, şebeke sularına, yeraltı sularına krom karışıyor. %100 pamuklu olmayan her giysinin içine katılan polyesteri üretmek için gereken karbon ayakizinden bahsetmiyoruz bile. Moda, günümüzde petrolden sonra en çok kirlilik yaratan, doğayı en çok talan eden ikinci sektör haline geldi, birinciliğe oynuyor.

Sözün özü; hızlı olan sadece moda değil. Bedenlerimiz ve hatta zihinlerimiz günden güne metalaşırken yoksullaşmayı, hastalık ve katliamları, ekolojik yıkımı, yaşamın tamamının talanını hızlı yaşıyoruz; buna yaşamak denirse…

 

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Sömürünün Hızlısı Fast Fashion- Mercan Doğan&Yadigar Aygün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/03/04/somurunun-hizlisi-fast-fashion-mercan-doganyadigar-aygun/feed/ 0
Üreticiden Tüketiciye Aracıların Sömürüsü – Nergis Şen https://meydan1.org/2018/11/08/ureticiden-tuketiciye-aracilarin-somurusu-nergis-sen/ https://meydan1.org/2018/11/08/ureticiden-tuketiciye-aracilarin-somurusu-nergis-sen/#respond Thu, 08 Nov 2018 15:20:51 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/08/ureticiden-tuketiciye-aracilarin-somurusu-nergis-sen/ Geçtiğimiz haftalarda Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, uzun zamandan beri çok tartışılan ve konuşulan aracılar ve komisyoncularla ilgili beklenmedik bir çıkış yaptı. Albayrak “yeni hal yasası” adı altında aracılar ile komisyoncuların sayısının azaltılacağını, ürünlerin makul bir fiyata çekileceğini, ürünlerin kalitelerinin arttırılacağını açıkladı. Bu açıklamanın iki nedeni olabilir. Birincisi yine bir seçim öncesinde tabi ekonomik […]

The post Üreticiden Tüketiciye Aracıların Sömürüsü – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Geçtiğimiz haftalarda Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, uzun zamandan beri çok tartışılan ve konuşulan aracılar ve komisyoncularla ilgili beklenmedik bir çıkış yaptı. Albayrak “yeni hal yasası” adı altında aracılar ile komisyoncuların sayısının azaltılacağını, ürünlerin makul bir fiyata çekileceğini, ürünlerin kalitelerinin arttırılacağını açıkladı.

Bu açıklamanın iki nedeni olabilir. Birincisi yine bir seçim öncesinde tabi ekonomik krizin çok da uzak olmadığı bu dönemde böyle açıklamalarda bulunarak insanların içine su serpmektir. Bir diğeri de, üretici tüketici arasındaki komisyoncu zincirini kimi büyük şirketlere devrederek şeffaflık söylemi altında kapitalistlere peşkeş çekmektir.

Peki, üreticiden çıkıp tüketiciye ulaşana dek ürünlerdeki fiyatların dengesizliği bu kadar aşikarken, yapılması düşünülen bu müdahaleler var olan gerçekliği değiştirebilir mi? Arada kapitalistler ve devlet oldukça, elbette hayır!

Pazara, markete ya da manava gittiğimizde meyve sebzelerin üzerinde yazan fiyatlar adeta cep yakıyor. Fakat öte yandan bu meyve ve sebzeleri üretenler hiçbir şey kazanamadıklarını söylüyor. Peki sizce bunda bir çelişki yok mu? Üretim maliyetleri ortada, satış fiyatları ortada. Bu durumda üreticinin kazanması hatta ve hatta zengin olması gerekmiyor mu? Fakat kazın ayağı öyle değil.

Burada gözden kaçan önemli bir faktör var. Hatta bir değil, birden çok fazla faktör var. İşte o faktörler dediğimiz şey, aracılar ya da komisyonculardır. İşte bu aracılar, hem tüketicinin çok daha ucuza alabileceği gıdalara astronomik rakamlar ödenmesine hem de üreticinin “yeter artık bu sene de mahsul elimizde kaldı.” diyerek tonlarca meyve ve sebzeyi kamyonlarla sokağa dökmesine sebep oluyor.

Elimizdeki tabloya baktığımızda ortada zarar eden iki tarafın olduğu çok açık. İşte iki tarafın zararını topladığımız zaman ortaya çıkan rakam ise aracıların karını gösteriyor. Peki kim bu aracılar? Neden bir ürün tarladan markete gelene kadar bu denli zamlanıyor? Bu süreç nasıl gelişiyor? Şimdi bu süreçlere şöyle bir bakalım.

 

ÜRÜNLER ÜRETİCİ HAL PAZAR MARKET HAL/ÜRETİCİ PAZAR/ÜRETİCİ MARKET/ÜRETİCİ
Kilogram Fiyatı Kilogram Fiyatı Kilogram Fiyatı Kilogram Fiyatı Fiyat Farkı

(%)

Fiyat Farkı

(%)

Fiyat Farkı

(%)

ELMA 1,31 3,06 3,33 5,21 133,59 154,45 297,91
NOHUT 2,94 5,00 9,86 11,02 70,07 235,46 274,72
DOMATES 1,58 2,10 2,83 4,08 32,63 78,95 157,51
PATATES 1,28 1,73 2,42 3,03 35,69 89,54 137,56
KIRMIZI MERCİMEK 1,89 3,20 6,86 6,97 69,31 263,10 268,93

TZOB’un Temmuz ayına ait üretici-tüketici fiyat raporu

Üretici ve Tüketici Arasındaki Zincirler

Çiftçiler farklı üretim şekilleriyle ürünlerini üretirken bizler bu üretim koşullarının bilgisine ulaşamadan neyin tam olarak nereden geldiğini, nasıl üretildiğini bilmeden bu ürünleri alıyoruz ve tüketiyoruz. Soframıza gelmeden önce tarladan çıkan bir meyve veya sebze -üretici ve tüketiciyi dışarıda bırakırsak- en az altı tane aracının elinden geçiyor. İsterseniz bu aracı zincirine sırasıyla bir bakalım. Meyve veya sebze üreticiden çıktıktan sonra; ilk olarak tüccar tarafından alınıyor. İkinci adımda komisyoncuya ulaştırılıyor. Komisyoncu elindeki ürünü üçüncü aracı olan sevkiyatçıya veriyor. Sevkiyatçı zincirin dördüncü halkası olan nakliyeciye, nakliyeci beşinci aracı olan ikinci komisyoncuya ve ikinci komisyoncu ise altıncı ve son aracılar olan pazarlara veya marketlere veriyor.

Bu zincirin her halkasında ürüne, herkes kendi karını ekliyor. Bir de üstüne devletin vergilerini koyduğunuzda, her seferinde ürünün fiyatının üzerine yüzde hesaplamaları ekleniyor. Biraz bunları detaylandırdığımızda da komisyoncu haliyle -biraz kar edebileyim düşüncesiyle- bir miktar eklemelerle fiyatı arttırıyor. Her halci aldığı fiyatın üzerine komisyon bedeli olarak; kendi komisyon bedelinden devlete ödediği %18 oranındaki vergiyi de düşünerek hemen hemen %8 oranında ekleme yapıyor. Sevkiyatçı; halden aldığı ürünü diğer şehirlerdeki hallere sattıran kişi. Sevkiyatçı ürüne bir miktar komisyon ekleyerek başka hallere ulaştırmak için ürünü nakliyecilere veriyor. Ellerine geçen üründe nakliyeciler, kendi kazançları için de bir miktar fiyat arttırma yapıyor. Burada da ürün fiyatına yine ekleme yapmaya sebep olacak nakliyat bedeli altında %18 denk gelen bir vergi ve mazot parası karşımıza çıkıyor. Ayrıca bir de bu durumların hepsine stopaj ekleniyor. Bu da üreticinin tescilli ürünü üzerinden %2’lik oranında kesilen gelir vergisidir. Eğer ürün tescil ettirilmezse bu oran %4’e çıkmaktadır. Bu şekilde ürünün bir bölgeden başka bir bölgeye gelene kadar çok fazla halkalara uğramasıyla, üst üste gelen vergi, komisyon ve masraflarla fiyatların sürekli arttığını görüyoruz.

Peki Üreticinin Kazancı Ne?

Üretici elindeki ürününü kendi yaşamını devam ettirebilmek için satışa sunuyor. Tüccarlar üreticiden var olan ürünü alıyor. Tüccar %2 gelir vergisi stopajını ve %1 bağ-kur kesintisini yaptıktan sonra kalan tutarı üreticiye ödüyor. Haliyle üreticinin de aslında bir şey kazanamadığını görmüş oluyoruz.

TZOB (Türkiye Ziraat Odaları Birliği)’nin bu sene temmuz ayında açıkladığı üretici-market fiyatlarında kirazın üreticiden 2 liradan çıkış yaptığını görüyoruz. Kiraz hale geldiğinde 3,33 lira oluyor. Pazarda karşımıza 3,88 liradan çıkan kiraz markette ise 6,48 lira oluyor. Tüm bu aşamaların sonunda, üretilen meyve veya sebzelerin marketlerdeki fiyatlarından %45’inin aracıların payına ve %11’inin vergilere gittiğini öğrenince fiyatların nasıl pahalı olduğunu görüyoruz.

Hal böyle olunca da elimizde bir kilo olan domatesin üçte birini devlet, üçte birini ise aracılar alıyor. Ee geri kalan kısmı ise biz şehirde domates bekleyenlerle üretici paylaşmış oluyor. Aslında bu, şu anlama geliyor: Akşam kurduğumuz sofraya tam oturmak üzereyken ve sofrada leziz bir menemen bizi beklerken ansızın kapı çalıyor. Kapıyı açıyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki, karşınızda iki kişi… Biri devlet diğeri aracı. “Ooo biz de çok acıkmıştık.” diye teklifsizce kapıdan içeri giriveriyorlar. Sen masaya oturmaya fırsat bulamadan ekmeği banıp banıp menemenin çoğunu bitiriyorlar. Onlar evden ayrılırken sofrada kırıntılarla, sen ve kapıda bekleyen üretici hüzünlü ve aç bir geceye buruk bir merhaba diyorsunuz.

Ürünün her halkasındaki kişiler bu durumun çok normal olduğunu, kendilerinin zaten çok az kazandığını söyleseler de bizlerin cebinden çıkan tutarın kat kat arttığının, üreticinin ise bir şey kazanamadığı gerçekliğinin üstünü hiçbir şey örtmüyor.

Aslında Biz Ne Yiyoruz?

“Çiftçinin farklı üretim şekilleri” diyerek yazıya başlamıştım. Şimdi bu üretim şekillerini ve aslında bu kadar pahalı ne yediğimize bakalım. Yaşadığımız topraklarda çiftçiler genellikle iki farklı şekilde üretim yapmaktadırlar; modern tarım ve geleneksel tarım. Modern tarım; yapay gübrelerin, ilaçların, makinaların kullanıldığı ve genetiğiyle oynanmış yada hibrit (melez) tohumlarla üretimin yapıldığı tarım yöntemidir. Geleneksel tarım ise bunların (gübre, ilaçlama, makina vs.) çok az kullanıldığı ya da hiç kullanılmadığı ve genellikle “atalık tohumlar”ın kullanıldığı bir tarım yöntemidir.

Tüccarlar genellikle ürünü ucuza alabilmek adına modern tarım yöntemiyle elde edilmiş ürünleri tercih etmektedirler. Fakat bu ürünlerin pahalı olmasının yanında besin değeri açısından da hiçbir değeri bulunmamaktadır.

Geleneksel tarımın ise aşamaları hem emek hem de maliyet olarak daha fazla olduğundan tüccarlar bu yöntemle üretilen ürünleri, satabilmeleri pek mümkün olmadığından tercih etmiyorlar. Tabi bu arada geleneksel tarım yöntemi de adına “organik, ekolojik, doğal” denilerek kendi piyasasını yaratmış bulunmakta. Ekolojik pazarlarda veya marketlerin organik reyonlarından bu ürünlere ulaşmak artık çok kolay. Ancak günümüzde bizler modern tarım yöntemiyle üretilmiş ürünleri zaten yüksek rakamlara alırken geleneksel tarım yöntemiyle üretilmiş ürünleri bu ekolojik pazarlarda veya organik reyonlarından çok daha fahiş fiyatlara alıyoruz.

Hem Sağlıklı Hem Ucuz Gıda Mümkün Mü?

Bu sorunun cevabı ise elbette mümkün olmalıdır. Çünkü bunu mümkün kılmak isteyen birçok üretici ve birçok tüketici var. Aracıları ortadan kaldırarak geleneksel tarım yöntemini benimseyen üreticilerin ürünlerini ise, bu ürünleri karşılıksız bir şekilde tüketiciyle buluşturan kolektifler, gıda toplulukları ve kooperatiflerde bulabiliriz. Üstelik herhangi bir aracının olmadığı doğrudan üreticinin ve tüketicinin arasındaki ilişkisi üzerine kurulu bu sistematikte “yediklerimiz gerçekten ne” sorusunun cevabı “temiz, sağlıklı ve güvenilir” olacaktır. Bahsettiğim bu sistematiği benimsemeyen üretici ya da tüketici köylü ya da kentli kurnazları da yok değil. Ancak bırakalım onlar kendi kurnazlıklarının peşinde birbirlerini yesinler. Ben samimiyeti ve doğruluğu benimseyenlerden bahsediyorum.

Bu tarz bir kolektif, gıda topluluğu yada kooperatifin amacı; geleneksel tarım yöntemiyle üretilen meyve ve sebzenin, üreticiden doğrudan, hiçbir kar amacı gütmeden tüketiciye ulaştırmaktır. Ürünün üretiminden, dağıtımına ve tüketimine kadar gerçekleşen sürecin tamamında üretici ve tüketici başta olmak üzere tüm ilgili kesimlerin sözünü söyleyebileceği ve inisiyatif olabileceği yolları geliştirmektir. Tüketici istediği zaman üretim alanlarını ziyaret edebilir hatta üretimin bir parçası olabilir. Bu tarz bir sistematikte daha fazla üreticiyle tanışarak, yeni bileşenleri ile beraber var olan ihtiyaçların doğrultusunda üretimin ne kadar gerçekleşebileceğini zamanla üretici ve tüketici birlikte karar verebilirler. Bu şekilde, aracılar vasıtasıyla aldığımız güvensiz ürünlerin yerine hem üreticisini tanıdığımız hem üretim koşullarını bildiğimiz hem de daha da ucuza aldığımız güvenilir gıdaya ulaşmak mümkün hale gelmektedir.

Nice aracısız yaşama, nice güvenilir ürünlere, nice kolektif ve kooperatiflere…

 

Nergis Şen

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

The post Üreticiden Tüketiciye Aracıların Sömürüsü – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/08/ureticiden-tuketiciye-aracilarin-somurusu-nergis-sen/feed/ 0
KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA https://meydan1.org/2018/10/03/krize-karsl-paylasma-ve-dayanlsma/ https://meydan1.org/2018/10/03/krize-karsl-paylasma-ve-dayanlsma/#respond Wed, 03 Oct 2018 12:45:55 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/03/krize-karsl-paylasma-ve-dayanlsma/       1 Mayıs 2012 tarihinde, 26A Kolektifi Taksim’de bulunan işçilere 5 bin adet sandviç dağıttı. Olmayan Kriz Kabine üyeleri aralarında söz birliği etmiş. Kimse ağzına kriz kelimesini almıyor. Tayyip Erdoğan öyle buyurduktan sonra ters de düşmek istemiyorlar. Kişisel gelişim kitapları gibi; olumlu düşünürsen olumlu olur! Eğer kriz yok dersen kriz olmaz. Ya da […]

The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

 

  1 Mayıs 2012 tarihinde, 26A Kolektifi Taksim’de bulunan işçilere 5 bin adet sandviç dağıttı.

Olmayan Kriz

Kabine üyeleri aralarında söz birliği etmiş. Kimse ağzına kriz kelimesini almıyor. Tayyip Erdoğan öyle buyurduktan sonra ters de düşmek istemiyorlar. Kişisel gelişim kitapları gibi; olumlu düşünürsen olumlu olur! Eğer kriz yok dersen kriz olmaz. Ya da söylem politikası; söyleme döküp var olmasını istemiyorlar! Medya aracılığıyla krizi oldurmamaya çalışıyorlar!

Eğer para biriminiz bir yıl içerisinde %45 değer kaybediyorsa; %17.9’luk enflasyon, %6.25 faiz artırımı, %15’e varan işsizlik oranları ortaya çıktıysa; farklı ürünlerde değil fiyat artımı yaşanması, gizli stratejik “zam sanatları” oluşturuluyorsa; başkanın damadı Hazine Bakanı ara ara çıkıp kısa, orta ve uzun vadeli programlardan bahsediyorsa; kemer sıkma politikalarının yönetilmesi için Maliyet ve Dönüşüm Ofisi kurulmuşsa; ABD kaynaklı olduğu iddia edilen krize, yine aynı kaynaklı ekonomik danışma şirketi McKinsey ile çözüm aranıyorsa; iş yeri kapatmalar, işten atılmalar, ücretlerdeki genel düşüş artmışsa; ekmekten domatese, elektrikten doğal gaza fiyat değişiklikleri sadece bizi şaşırtmakla kalmıyor ihtiyaçlarımızı karşılayamaz bir duruma geliyorsak… O zaman kriz var demektir. Termodinamiğin birinci yasası; enerji yoktan var edilemez, varsa da yok edilemez! Tüm bu somut verilerle, krizin olmadığını iddia edenler var olanı yok etmeye çalışıyorlar.

Daha geçen yıl protesto için dolarlarını yakanlar ya da iphone’larını kıranlar, bugün bu gelişmeleri sessizce izliyor. Ne oldu da ekonomimizi bir ABD şirketine devrettik diye de sormayınca kriz olmayıveriyor!

Ama gerçek ekonomik durum hiç de öyle parlak değil. Kendini ekonomide de tek güç olarak belirleyen Erdoğan, varlık fonuna da kendini başkan olarak atayarak günü kurtarmaya çalışıyor. Sıcak para gelmesi uğruna Venezuela ve Katar gibi ülkelerle ilginç ilişkiler geliştirmesi de, imar barışı bahanesiyle ev sahiplerinden gelecek paraya gözünü dikmesi de bundan.

Son seçimler öncesi her bir oyun peşine düşerek “kardeşinizi destekleyin, görün dövizin faizin halini” diyen Erdoğan, şimdi içine girdiği durumdan nasıl çıkacağını düşünüyor. Bugüne dek olduğu gibi şimdi de ekonomideki kötü gidişin kabahatini hep başkalarına yüklüyor. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabını yapıyor.

Oysa olmadığı iddia edilen kriz bırakalım teğet geçmeyi, tam da 12’den hedefini vuruyor. Çünkü bu sistem, ithalatı artırarak dış borcun daha da kabarmasına yol açan, para politikalarındaki uygulamalarıyla dövizin değerini iki katına çıkaran, rantçıya ve köşe dönücüye teşvik veren bir sistem, bu sistem kapitalizm.

Krizden ve Kapitalizmden Çıkış: Yeni Bir Ekonominin Şimdi Yaratılması

Küresel bir kapitalist sistemde, küresel ölçekte bir güce sahip olanların ve sermayeye sahip olanların ezilenlere dayattığı toplumsal bir gerçeklik olarak kriz; ezilenler için işsizlik ve yoksulluk anlamına gelir. Bu yüzden de yoksulluktan, ezilmekten ve krizden kurtuluşun yöntemi kapitalizmden kurtulmayı gerektirir.

İşte bu bağlamda, farklı farklı coğrafyalarda ve dönemlerde ekonomik krizlere karşı kolektif çabalarla gerçekleştirilen yeni ekonomik işleyişler, sadece ekonomik krizin etkilerine karşı değil, tüm bu krizlerin sebebi olan kapitalizmin var olmadığı bir dünyayı yaratmak adına da önemlidir.

Ekonomik krize, kapitalizmin sömürü, yoksulluk ve katliam sistemine karşı uygulanan, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gereken, kolektif işleyişe sahip pek çok ekonomik çaba bulunmaktadır.

Yerel üretici birliklerinin, gıda topluluklarının, kentlerde üretim ve tüketim kolektiflerinin, kooperatiflerinin kurulması ve bu toplulukların aralarında oluşturdukları ağlarla dayanışmacı ve kolektif bir şekilde üretim ve dağıtım ilişkilerinin yeniden biçimlendirilmesi bahsedilen ekonomik çabalara en önemli örneklerdendir. Bu yollarla rekabete ve kar etmeye odaklı bir ekonomi yerine paylaşma ve dayanışmaya dayalı, ihtiyaçların giderilmesine odaklı bir ekonomik işleyişin kuruluşu sağlanabilir.

Tüketim ağlarını ve bütçelerini ortaklaştırmak, yerellerde dayanışma ilişkileri geliştirmek, bütünlüklü bir mücadele hattı kurmak ve yaşamlarımızı dönüştürmek, alternatif üretim-tüketim ilişkilerinin oluşturulması, yaşamla iç içe oluşturulacak yaşamsal bir kültür aracılığıyla kapitalist ve devletli ilişkilerin yıkıcılığından kurtulmak.

Tüm bu alternatifler, mevcut ekonomik krizlere karşı çözüm için birer ihtiyaç olduğu gibi, kapitalizmden çıkışın ve yeni bir toplumsal yaşamın örgütlenmesinde uygulamamız gereken yöntemlerdir.

Mülkiyete ve Otoriteye Dayalı Tüm Mekanizmalara Karşı Örgütlenmeliyiz!

Tabi ki kapitalizmin etkilerinden kurtulmak ya da kapitalizmden çıkış, sadece alternatif ekonomik çabalar üretmekle gerçekleştirilemez. Kapitalizm özgür bir dünyanın önünde engel olan iktidarın biçimlerinden biri olduğu için, kapitalizmden kurtulmayı istemek, diğer tüm iktidar biçimlerine karşı doğrudan politik faaliyetler yürütmeyi de gerektirir.

Bahsedilen politik faaliyetler, giderek yaklaşmakta olan, tüm toplumu -sistemin tamamına karşı çıkma konusunda- pasifize eden (yerel) seçimler değildir. Sözü edilen, sistemi doğrudan hedef alan faaliyetlerdir. Bu alternatif ekonomik işleyişleri güçlendirecek, toplumsallaştıracak, diğer tüm alanlarda gerçekleşen sosyal ve siyasal krizlere direniş gösterecek, bu krizlere çözüm olacak ve sistemin kendisine karşı verilecek bir bütünlüklü mücadeledir. Bu bütünlüklü mücadele de tüm iktidar biçimlerine karşı örgütlenerek gerçekleştirilebilir.

İçerisinde bulunduğumuz ekonomik, siyasi ve toplumsal durum oldukça belirsiz. Ekonomik krize dair konuşulanlar ya da tartışılanlar ört bas edilmek istense de; ekonominin yakın bir zamanda daha büyük sorunlarla karşılaşacağı aşikar. Hazırlıklı olunması gereken şey, devlet ve kapitalizm dışı bir ekonomiyi kolektif bir şekilde oluşturmanın koşullarını hazırlamaktır. Bu hazırlık, devletin yapay gündemleri dışında, toplumsal muhalefetin örgütlemesi gereken bir süreçtir. Paylaşma ve dayanışma ilişkilerini örgütsel düzeyde somutlaştırmak ve toplumsallaştırmak gereklidir.

Bizleri bir arada ve ayakta tutacak olan öz-örgütlülüğümüzden başka güvenebileceğimiz hiçbir şey yok. İktidarlar “kriz yok” yalanıyla bizleri bir krizin en derinine sürüklerken; patronlar krizden pay kapmaya ve daha da zengin olmaya çalışırken; yapabileceğimiz tek şey yüzümüzü birbirimize dönmektir; dayanışmayı örgütlemektir.

Devletlerin tarih boyunca yarattıkları ekonomik krizlere karşı yaşamanın ve krizden kurtulmanın yolunu yeni bir ekonomik model yaratmakta bulan farklı deneyimlerde olduğu gibi; yapmamız gereken bizleri özgürleştirecek ve kapitalist krizin sıkışmışlığından çıkartacak olan üretim-dağıtım-tüketim kolektiflerini, öz-örgütlülükle oluşturulmuş atölyeleri ve kooperatifleri, paylaşma ve dayanışma temelli ilişkilerle bugünden yaratmaktır.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/03/krize-karsl-paylasma-ve-dayanlsma/feed/ 0
AVM: Patron Alır, İşçi Verir Sömürünün Merkezidir https://meydan1.org/2018/02/16/avm-patron-alir-isci-verir-somurunun-merkezidir/ https://meydan1.org/2018/02/16/avm-patron-alir-isci-verir-somurunun-merkezidir/#respond Fri, 16 Feb 2018 11:25:12 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/16/avm-patron-alir-isci-verir-somurunun-merkezidir/   Genç İşçi Derneği’nin AVM İşçilerine Dağıttığı Bildiri Bizler genç işçileriz. Kimimiz ailesini geçindiriyor , kimimiz okul masraflarını karşılıyor, kimimizin telefon taksidi bitmiyor. Sebep fark etmiyor, çalışıyoruz çünkü ihtiyaçlarımız var. Bizler genç işçileriz. Gençliğimiz fırsat patronlar için. Neden mi? Genciz diye her işi yaptırıp her yükü kaldır diyorlar da ondan. Bir saatte yapılacak işi yarım […]

The post AVM: Patron Alır, İşçi Verir Sömürünün Merkezidir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Genç İşçi Derneği’nin AVM İşçilerine Dağıttığı Bildiri

Bizler genç işçileriz. Kimimiz ailesini geçindiriyor , kimimiz okul masraflarını karşılıyor, kimimizin telefon taksidi bitmiyor. Sebep fark etmiyor, çalışıyoruz çünkü ihtiyaçlarımız var.

Bizler genç işçileriz. Gençliğimiz fırsat patronlar için. Neden mi? Genciz diye her işi yaptırıp her yükü kaldır diyorlar da ondan. Bir saatte yapılacak işi yarım saate indiriyorlar da gık demiyoruz, ondan. Ne yaparsak yapalım, ne kadar çalışırsak çalışalım; yetinmeyenler de yine onlar. “Genç işçinin biri gider, diğeri gelir.”, “Ortalık işsiz kaynıyor.” 6 ay çalışan bu sektörde “emektar” sayılır da ondan. Bugün burada, yarın orada çalışıyoruz. Vasıfsız, sıfatsız diyorlar bizim gibilerine. İşyerinin adı değişiyor, yaptığın iş değişiyor, bir tek sömürü değişmiyor.

Patronların gözünde servis yaptığımız tepsi, düzenlediğimiz raf, toz aldığımız bez, döktüğümüz çöp kadar değerimiz. Gün boyunca sayıp durduğumuz para patronların kasasını dolduruyor, biz asgari ücrete talim ediyoruz. Bu düzen böyle gelmiş böyle gider diyorsan, yanılıyorsun. İşte gerçek bu arkadaşım. Bile bile kabullenmemek. Bizler genç işçileriz. Hep en altta kalanlarız. Vardiyaları ayarlayan müdürler, şefler pek düşünmez kaç saat uyudun, aç mısın tok musun… Patronların gözüne girmek için her bir işçiyi “daha çok ve daha verimli” kullanabilmenin peşindedir onlar. Bu her işyerinde var arkadaşım biliyorsun; ama genç işçi olunca bir başka oluyor, bizim de itirazımız bundan.

Fazla mesailer, esnek çalışma derken gece gündüze, gündüz geceye karışıyor. 10-12 saat uzadıkça uzuyor. 15 saatlik iş yaptırılanlar; karşı çıkmaya kalktığında ise susturulan biz oluyoruz. Zaten çok konuşursak ertesi günü görmeyen de biziz. “Günyüzü görmeyen”leriz yani. Alışveriş mabedlerinde nefes aldıklarını sananların, görkemli tavanların, ışıltılı vitrinlerin, tabelaların arasında sıkışan, boğulan, nefessiz kalan bizleriz.

15 dakikada bir boş bir dükkanı paspaslamak, temiz tepsileri tekrar tekrar silmek, mağazada kimse olmasa dahi ayakta beklemek… Sıkılanlarız, bıkanlarız, anlam veremesek de söyleneni yapanlarız.

Peki yalnız mıyız? Bu dertler, adaletsizlikler bir tek bizim mi başımızda? Hayır, binlerceyiz. Yalnız değiliz.

Bu gidişattan kurtulmanın yolu yok mu? Tek bir yolu var; o da örgütlenmek.

Örgütlenmek hayatımızı değiştirecek. Gel birlikte değiştirelim.

Genç İşçi Derneği’ne katıl, birlikte değiştirelim.

 

Bu bildiri Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.

The post AVM: Patron Alır, İşçi Verir Sömürünün Merkezidir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/16/avm-patron-alir-isci-verir-somurunun-merkezidir/feed/ 0
İyi Ki Varsın Kadın – Ece Uzun https://meydan1.org/2017/12/22/iyi-ki-varsin-kadin-ece-uzun/ https://meydan1.org/2017/12/22/iyi-ki-varsin-kadin-ece-uzun/#respond Fri, 22 Dec 2017 08:11:26 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/22/iyi-ki-varsin-kadin-ece-uzun/ Kasım ayında 27 kadın erkekler tarafından katledildi. 39 kadın erkekler tarafından taciz ve tecavüze maruz bırakıldı. 29 çocuk erkekler tarafından tacize ve tecavüze uğradı. 2017 yılında -aralık hariç- 366 kadın katledildi. Kadına yönelik şiddetle ilgili açıklanan rakamlar bunlarla sınırlı değil elbette. Kayıtlara geçmeyen yüzlerce şiddet, taciz, tecavüz, katliam hikayesi var; üstelik bu rakamlar yalnızca bu […]

The post İyi Ki Varsın Kadın – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kasım ayında 27 kadın erkekler tarafından katledildi.

39 kadın erkekler tarafından taciz ve tecavüze maruz bırakıldı.

29 çocuk erkekler tarafından tacize ve tecavüze uğradı.

2017 yılında -aralık hariç- 366 kadın katledildi.

Kadına yönelik şiddetle ilgili açıklanan rakamlar bunlarla sınırlı değil elbette. Kayıtlara geçmeyen yüzlerce şiddet, taciz, tecavüz, katliam hikayesi var; üstelik bu rakamlar yalnızca bu coğrafyada olanları kapsıyor. Rakamlar dünya genelinde yayıldığında binleri aşıyor.

Kadın olmak, hayata değil bir adım onlarca adım geri başlamak demektir. Daha çocukken öğretilenler vardır “sen kız çocuğusun, edebinle oturmayı öğreneceksin”, “bir kız çocuğuna yakışacak şekilde davranacaksın”, “erkek çocuklarıyla oynamayacaksın” ve benzeri onlarca cümle…

Çocukluğu geride bırakan ama kadın değil “genç kız” olan kadının artık utanması gerekir. Genç bir kız olmanın getirileri vardır; çok konuşmayacak, ulu orta yerlerde gezmeyecek, erkeklerle dolaşmayacaktır.

Büyüdükçe işler daha da sertleşir. Kılık kıyafetine, sokakta yürüyüşüne, eve geldiği saate dikkat etmesi gereken kişidir artık. Kadın dediğin “elinin hamuruyla” her işe karışmamalı, ona verilen “anne” ve “eş” sıfatıyla var olmayı kabul etmelidir. Ne olursa olsun çocuk doğurmalıdır, çocuk doğurmazsa “yarım” kalır. Çocuk doğurmakla da bitmez iş, o çocuğu layığıyla büyütmesi gerekir. Çalışırken patronun mobbingine ses çıkarmaması, her zaman erkeklerin gerisinde olmayı, erkeklerin baskısıyla çalışmayı kabullenmesi gerekir.

Kadın olmak, bitmek bilmeyen çilelerin sahibi olmaktır. Dayak yiyip susmak zorunda olmak, “ne olursa olsun o senin kocan” cümlelerine maruz kalmak, yolda yürürken tacize uğramak, kısa etek giydiği bahanesiyle tecavüze uğramak, namus denilerek katledilmek; susmayı tercih etmeyip de mahkemeye gidersen tahrik etmekle suçlanmak, her gün sistematik şiddet uygulayanların aklanmasını seyretmek zorunda kalmaktır.

Her 25 Kasım’da olduğu gibi bu yıl da şiddete, tacize, tecavüze, kadın katliamlarına sessiz kalmayan kadınlar, itaat etmeyeceklerini bir kez daha haykırdılar. “Kadınlar öldürülüyorsa biz ne yapalım?” diyenlere inat, polis ablukasına ve yürüyüşü engelleme çabalarına rağmen sokaklardan, meydanlardan vazgeçmeyeceklerini söylediler.

Kadın olmanın erkeğin gerisinde durmak olduğunu dayatanlara inat “iyi ki kadınım” dediler. “İyi ki kadınım erkek egemenliğe karşı mücadele etmeyi öğrendim; adaletsizlikler karşısında susmamayı, kadın dayanışmasını büyüterek kazanmayı öğrendim. Yaşamı yaratan olduğum için benden korktuklarını, iyi ki kadınım diyenlerden korktuklarını gördüm. Kadın olmak yaşamdı, kadın olmak mücadele etmekti.”

İyi ki varız! Erkek egemenliğine, sömürüye ve adaletsizliğe karşı, savaşlara ve yıkımlara karşı, bizi görmezden gelmeye ve yok etmeye çalışanlara karşı varız. Tacize, tecavüze, yaşamlarımızın her alanına sızan şiddete karşı; iyi ki varız.

İyi ki varım, iyi ki varız, iyi ki varsın kadın!

Ece Uzun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır. 

The post İyi Ki Varsın Kadın – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/22/iyi-ki-varsin-kadin-ece-uzun/feed/ 0
Dünyada 250 Milyon Göçmen İşçi Var https://meydan1.org/2017/11/13/dunyada-250-milyon-gocmen-isci-var/ https://meydan1.org/2017/11/13/dunyada-250-milyon-gocmen-isci-var/#respond Mon, 13 Nov 2017 08:25:21 +0000 https://seninmedyan.org/?p=20480 Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre dünya üzerindeki 232 milyon göçmenden 150 milyonunu ekonomik nedenlerle göç edenler oluşturuyor. Göçmenler 1990’da dünya nüfusunun yüzde 2.8’ini oluştururken bu oran günümüzde yüzde 3.3’e yükseldi. Bunların çoğunluğu inşaat, hizmet ve sanayi sektöründe çalışıyor. ‘Union to Union’un yayımladığı raporda 250 milyon civarında olduğu tahmin edilen ve sayıları giderek artan göçmenlerin en karakteristik özelliklerinin esnek işgücü […]

The post Dünyada 250 Milyon Göçmen İşçi Var appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre dünya üzerindeki 232 milyon göçmenden 150 milyonunu ekonomik nedenlerle göç edenler oluşturuyor. Göçmenler 1990’da dünya nüfusunun yüzde 2.8’ini oluştururken bu oran günümüzde yüzde 3.3’e yükseldi. Bunların çoğunluğu inşaat, hizmet ve sanayi sektöründe çalışıyor.

‘Union to Union’un yayımladığı raporda 250 milyon civarında olduğu tahmin edilen ve sayıları giderek artan göçmenlerin en karakteristik özelliklerinin esnek işgücü olmaları olduğu söyleniyor. Onlar olmaksızın pek çok ülkede üretimin ve hizmet sektörünün “yıkıma uğrayacağı”, bir kısım göçmenin köleliği andıran koşullarda çalıştırıldığı değerlendirilmesi yapılıyor.

‘Arena Ide’ adlı düşünce kuruluşunun  Araştırma Şefi Lisa Pelling, göçmen işçilerin “ticaret malı, yer değiştiren işgücü” olarak adlandırılmasına karşı çıkılması gerektiğini belirterek söz konusu olan göçmenlerin aileleri olan ve geçinmek için göç etmek zorunda kalan insanlar olduklarının unutulmaması gerektiğinin altını çizdi.

Kadın göçmenlerin çoğunlukla Filipinler, Hindistan, Nepal ve Bangladeş’ten geldiklerine ve ev işlerinde çalıştırıldıklarına dikkat çeken Pelling, ILO’nun kadın işçilerin haklarının güvence altına alınması için 2011 yılında hazırladığı sözleşmeye İsveç hükümetinin hâlâ imza atmamasını eleştirdi.

Pelling, düşük ücretle ve zor koşullarda çalışmak zorunda kalan göçmen işçilerin gelirlerinin önemli bir bölümünü pasaport, yol ve iş bulma karşılığında insan tacirlerine ödemek zorunda kaldıklarını hatırlattı.

The post Dünyada 250 Milyon Göçmen İşçi Var appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/13/dunyada-250-milyon-gocmen-isci-var/feed/ 0
Sömürülen Dünya Çocukları https://meydan1.org/2017/10/20/somurulen-dunya-cocuklari/ https://meydan1.org/2017/10/20/somurulen-dunya-cocuklari/#respond Fri, 20 Oct 2017 10:13:30 +0000 https://seninmedyan.org/?p=6521 Buz fabrikasında çalışan çocuk işçi… 4 Mayıs 2008… Bağdat, Irak… Afgan çocuk işçinin elleri…Tuğla Fabrikası… Kabil, Afganistan… 14 Mayıs 2010… Czoton, 7 yaşında… Bangladeş’de bir balon fabrikasında çalışıyor…Günde 12 saat…. Sadece o değil 20’ye yakın çocuk daha çalışıyor…23 Kasım 2009 Hintli bir çocuk göçmen… Bir Sari(Hint elbisesi) fabrikasında çalışıyor… 12 Haziran 2012… Katmandu, NEPAL… Birmanyalı bir […]

The post Sömürülen Dünya Çocukları appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Buz fabrikasında çalışan çocuk işçi…

4 Mayıs 2008… Bağdat, Irak…

Afgan çocuk işçinin elleri…Tuğla Fabrikası… Kabil, Afganistan… 14 Mayıs 2010…

Czoton, 7 yaşında…

Bangladeş’de bir balon fabrikasında çalışıyor…Günde 12 saat…. Sadece o değil 20’ye yakın çocuk daha çalışıyor…23 Kasım 2009

Hintli bir çocuk göçmen…

Bir Sari(Hint elbisesi) fabrikasında çalışıyor… 12 Haziran 2012… Katmandu, NEPAL…

Birmanyalı bir çocuk…

Başında çimento taşıyor…Naypyidaw’da yeni bir otelin inşaatında…6 Aralık 2011…

4 yaşındaki Jacques Monkotan…Taş kırıyor.

Benin’in 200 km doğusunda Dassa-Zoume’de bir kazı alanında. Çocuklar aileleri tarafından okuldan alınıyor ve çalıştırılmaları için bu kazı alanlarına getiriliyorlar… 25 Şubat 2007

Bangladeş’li bir çocuk…

Aliminyum tencere fabrikasında çalışıyor…Bangladeş’te 14 yaşın altında çalışan 6.3 milyon çocuk işçinin olduğu düşünülüyor…19 Nisan 2012…

Kamyonun altında bir çocuk..

12 Haziran 2012….Hindistan, Yeni Delhi…

Darfur bölgesinden bir çocuk…

Çamur tuğlaları yapıyor… Eylül 2011…

Taze kahve hasadı işinde çalışan bir çocuk… kürek işçisi…4 Şubat 2011…Houndras…

Kamboçyalı bir çocuk…

Tuğlaları hazırlıyor,güneşin altında kuruması için…2 Mayıs 2011…

Afgan bir çocuk…

Tuğla fırınlarında yakılmaya hazır tuğlaları toplamak için at sürüyor…6 Kasım 2009…Kabil, Afganistan…

 

14 ve 15 yaşındaki maden işçisi Pablo ve Jose Gonzales kardeşler… 15 Kasım 2010… Potosi, Bolivya…

Hindistanlı çocuklar…

Ailelerinin yanlarında Jawaharlal Nehru Stadyumu karşısındaki inşaatta çalışıyorlar…Para kazanıyorlar, ekmek ve süt için…

Ocak 2010. Yeni Delhi, Hindistan.

6 yaşındaki çocuk işçi Mesud’un elleri… Oto tamircide günde 17 saat çalışıp 1 dolar kazanıyor… 29 Şubat 2012… Dakka, Bangladeş

Çocuk bir madenci…

Safir toplamak  için derin ve dar bir kuyudan aşağı iple iniyor… 14 Eylül 2008

The post Sömürülen Dünya Çocukları appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/10/20/somurulen-dunya-cocuklari/feed/ 0
OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor https://meydan1.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/ https://meydan1.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/#respond Thu, 13 Jul 2017 09:14:15 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/ Devletin OHAL’i patronlara yaradı; patronlar için işçiyi daha fazla sömürmenin, emeği gasp etmenin önü açıldı. İşten atmalar OHAL uygulamalarıyla kolaylaştırıldı. OHAL’in ilanından bu yana sendikal baskı arttı, işçi grevleri “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı. OHAL sonrasında işsizlik, OHAL öncesine göre 20 kat daha arttı. Ancak devletin OHAL’i, işçilerin sömürünün her haline karşı olan direnişlerini engelleyemedi. İşçiler […]

The post OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Devletin OHAL’i patronlara yaradı; patronlar için işçiyi daha fazla sömürmenin, emeği gasp etmenin önü açıldı. İşten atmalar OHAL uygulamalarıyla kolaylaştırıldı. OHAL’in ilanından bu yana sendikal baskı arttı, işçi grevleri “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı. OHAL sonrasında işsizlik, OHAL öncesine göre 20 kat daha arttı.

Ancak devletin OHAL’i, işçilerin sömürünün her haline karşı olan direnişlerini engelleyemedi. İşçiler yasaklanan grevlere, fabrika önlerine getirilen TOMA’lara, devlet kapitalizm işbirliğine ve sömürüsüne karşı direnmeye devam etti.

***

Devletin OHAL’i bizleri dışarıda tutsaklaştırırken, içerideki tutsaklar için de ağır tecrit koşullarını getirdi. Devletin OHAL’i tutsaklar için engellenen telefonlar, kısıtlanan mektuplaşmalar, iletişim cezaları oldu. Sayısız hapishanede “kapasitenin üzerine” çıkıldı; tutsaklar tecritin sıkışmışlığında bir de kalabalığa mahkum edildi.

OHAL sonrası başlatılan “terör hükümlüsü” yaka kartı uygulamasıyla tutsaklar ve aileleri fişlenmek istendi. Ama tüm bunlara karşı tutsaklar direnmeye devam etti. Giderek arttırılan baskı ve tecrit politikalarına karşı bedenlerini direniş alanına çevirdi; “çare biziz ve mücadelemiz” diyerek devletin OHAL’ine ve tutsaklığın her haline karşı özgürleşti.

***

İktidar eliyle zaten değiştirilmekte olan toplumsal değerler, kadına ve farklı cinsel kimliklere yönelik yargılar OHAL bahane edilerek doğrudan sözlü ve fiziksel saldırılara dönüştü. Şort giymek, parkta spor yapmak, evde yalnız olan bir göçmen olmak ve her zaman da yalnızca kadın olmak bu saldırıların hedefi olmaya yetti.

Ama kadınlar “Her halinize karşı direniyoruz” diyerek erkek devletin OHAL bahanesine karşı da mücadeleyi seçti. Sokaklarda ve yaşamın her alanında var olma kavgası veren kadınlar, Onur Yürüyüşleri yasaklanan LGBTi’ler, bitmeyen OHAL’de de var olabilmenin ve özgürleşebilmenin kavgasını vermeyi seçti.

***

Yok sayılan, kentleri bombalanan ve katledilen halklar için de OHAL’in anlamı değişmedi. Devlet kendinden olmayana yönelik saldırısını OHAL adıyla meşrulaştırdı.

Evinde uyurken panzerle ezilen çocukların, sokak ortasında askeri araçla ezilerek katledilen kadınların, devlet eliyle yok edilmek istenen bir halkın varlığı bu kez de OHAL ardına gizlendi.

Ancak yıllardan bu yana var olmak ve yalnızca yaşamak için direnen halklar için devletin OHAL’i de fark etmedi. Savaşa, talana ve katliamlara karşı var olabilmek için mücadele OHAL’de de sürdü.

***

OHAL’le birlikte saldırılar bütün bir yaşama yöneldi. Doğaya ve yaşama yönelik saldırılar OHAL KHK’larıyla yasal kılıflara uyduruldu. Rant ve talan meşrulaştırıldı; daha da hoyratlaştı. Kalekollar ve çılgın projeler için gerçekleştirilen ekolojik yıkımlar, ÇED raporlarına verilen jet onaylar, Cerattepe eylemlerinin yasaklanması, hayvan katliamlarının önünü açan yasalar, kentsel dönüşümde Bakanlar Kurulu’na yetki veren KHK, tekrar başlatılan Yeşil Yol Projesi… Hepsi devletin yaşama olan düşmanlığının OHAL’deki yansımasıydı.

Devletin doğaya ve yaşama yönelik düşmanca saldırıları OHAL’de sürdüğü gibi bu saldırılara karşı direniş ve mücadele de sürdü.

***

OHAL’den önce patron-devlet işbirliğiyle işçilerin yoksullaştırılmasına karşı, tutsakların yaşamına yönelik baskı ve şiddete karşı, ataerkinin tacizlerine, tecavüzlerine, cinayetlerine karşı, kendi kimliğiyle özgürce yaşamak için mücadele eden halkların katledilmesine karşı, devletin talan ve rant politikalarıyla yaşam alanlarına dönük saldırılarına karşı ezilenler nasıl direndiyse OHAL’den sonra da direnişler, eylemler devam etti. Mücadeleler sinmedi, devletin yaşam düşmanlığına karşı yaşam her alanda savunuldu.

Birinci yıl dönümünde devletin artık olağanlaştırdığı OHAL’e karşı özgür bir yaşama inanların mücadelesi sürüyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır. 

The post OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/feed/ 0
Krizin Faturası Kadına – Merve Arkun https://meydan1.org/2017/03/02/krizin-faturasi-kadina-merve-arkun/ https://meydan1.org/2017/03/02/krizin-faturasi-kadina-merve-arkun/#respond Thu, 02 Mar 2017 15:00:27 +0000 https://test.meydan.org/2017/03/02/krizin-faturasi-kadina-merve-arkun/ Ekonomik krizin yaşandığı Venezüela’da günde yaklaşık 200 kadın, gıda, ilaç ve bebek bezi gibi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için saçlarını satmaktadır Kapitalizm yarattığı krizden çıkmanın yollarını ararken, devletler ve şirketler krizin faturasını işçilere ve işsizlere kesmeye çalışırken; küresel çaptaki sosyal ve ekonomik krizlerin en ağır faturası yine biz kadınlara kesiliyor. Sadece kriz dönemlerinde değil erkek egemenler tarafından […]

The post Krizin Faturası Kadına – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Ekonomik krizin yaşandığı Venezüela’da günde yaklaşık 200 kadın, gıda, ilaç ve bebek bezi gibi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için saçlarını satmaktadır

Kapitalizm yarattığı krizden çıkmanın yollarını ararken, devletler ve şirketler krizin faturasını işçilere ve işsizlere kesmeye çalışırken; küresel çaptaki sosyal ve ekonomik krizlerin en ağır faturası yine biz kadınlara kesiliyor. Sadece kriz dönemlerinde değil erkek egemenler tarafından ucuz iş gücü olarak görülen, beden ve emek sömürüsüne her koşulda maruz kalan yine kadın oluyor.

Kadın tarihçi Joan Scott’un 1986 yılında ilk kez belirttiği, “kadın tarihinin, sadece bir eksiklikler tarihinin tamamlaması olamayacağı fikri”, hem yeni bir tarih yazımında hem de kadın çalışmalarında önemli tartışmaları beraberinde getirmiştir. Scott bahsettiği kadın tarih yazımında, kadınları temelde erkeklerin olan tarihe eklemek yerine, toplumsal cinsiyeti belirleyici bir faktör olarak kullanmıştır. Böylelikle sosyal bilimlerin hemen tamamında önemli bir değişim gerçekleşmeye, yeni bir perspektif açığa çıkmaya başlamıştır. Bu açıdan düşündüğümüzde, toplumsal cinsiyet perspektifi küresel çapta yaşanan ekonomik ve sosyal krizlere dair değerlendirmelere de dahil oldukça, krizin kadınlar üzerindeki etkisini anlamaya, toplumsal cinsiyet faktörünün de krize yönelik etkilerini ve yarattığı sonuçları görmemize fayda sağlamaya başlamıştır.

Toplumsal Cinsiyet ve Kriz İlişkisini Kurmak

Ekonomik krizlerin, küresel çapta, üzerimizde yarattığı etkileri birkaç başlıkta toplamak mümkün. Bu etkilerin ilki özellikle “kadın istihdamı”na yönelik olarak karşımıza çıkarken; ev içi emeği de bu etkiler kapsamında değerlendirmek gerekir.

Ekonomik kriz dönemlerinde daha fazla gündeme gelen istihdam, çoğu zaman güvencesizliği, esnekliği ve kayıt dışılığı da yaratmaya başlar. Kriz dönemlerinde artan yoksullaşma ise, krizden etkilenen her birey için olduğu kadar biz kadınlar için de, çalışma zorunluluğunu beraberinde getirir. Patronlar bu zorunluluğu, daha fazla kazanmak için birer fırsata dönüştürürken; bizim için kriz dönemlerinde daha fazla açığa çıkan çalışma zorunluluğu, “ev işlerinin kadın işi olarak kaldığı koşullarda” daha fazla sömürü anlamına gelir.

“Kadınların İşi Hiç Bitmez”

Biz kadınların ev içi emeği, cinsiyete dayalı iş bölümünün ve kapitalizmden güç alan ataerkinin etkisiyle tarih boyunca “doğal” olarak kurgulanmıştır ve bu alandaki işler de kadının “doğal işi” olarak dikte edilmiştir. Çocuk bakımı ya da temizlik gibi “iş”lerin biz kadınların asli görevi olduğu iddiası, ev dışındaki başka bir alanda çalışırken çifte vardiya ile sömürülmemizin zeminini hazırlar.

Kriz dönemlerinde giderek artan işsizliğin, yoksulluğun ve güvencesizliğin yanında, ev dışı bir alanda “ücretli olarak” çalışıyor olsak dahi, erkeğe oranla daha ucuz olan ve kolay kontrol edilebilen “yedek işgücü” haline getiriliriz. “Sınırsız esneklikte çalışma biçimleri” olan işler “kadına uygun iş” olarak tanımlanır; bu tanımın en somut hali ise ev içi işlerde karşımıza çıkar. Ev içi kadın emeği “hayalet emeğe” dönüştürüldükçe, krizin etkisiyle zaten sömürülmekte olan biz kadınlar için sömürü daha da katlanır; krizin etkisi daha da belirginleşir.

Bazı örneklere göz atmak, biz kadınların krizden nasıl etkilendikleri sorusunu yanıtlamakta faydalı olacaktır. 1997 yılında yaşanan Güney Kore Krizi sonrasında işten atılan kadınların sayısının, aynı dönemde işten atılan erkeklerin sayısından 7 kat fazla olduğu açıklanmıştır. 2005 yılında küresel çapta yapılan bir araştırmada ise görüşülen kişilerin %40’ı, kriz dönemlerinde iş olanakları kısıtlı hale geldiğinde, erkeklerin çalışma “hakkı”nın kadınlardan daha fazla olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Yaşadığımız coğrafyada ise geçtiğimiz son bir yılda İŞKUR’a yapılan başvurular yüzde 123 oranında artış göstermiş; geçen yıldan bu yana işten atılan toplam 500 bin kişinin 343 bininin kadın işsizler olduğu açıklanmıştır. Bu gibi örnekler aslında biz kadınların özellikle kriz dönemlerinde “istihdam piyasasında ilk feda edilecekler” olmalarının açık göstergesidir; bu göstergeyi yaratan sebep ise dünyanın hemen her yerinde karşımıza çıkan “ekmek kazananın erkek” olduğu illüzyonudur.

Kriz ve Zorunlu Göç

Kriz, biz kadınları elbette yalnızca çalışma hayatında ki adaletsizlikler ya da egemenlerin istihdam politikalarıyla etkilemez. Kriz sebebiyle giderek artan yoksullaşma, gıdaya ya da sağlık hizmetine erişimin olanaksızlaşması gibi etmenler, yaşam alanlarımızı doğrudan etkiler. Var olan yaşam alanlarında kriz sebebiyle artık yaşayamayacak hale getirilen biz kadınlar, bazen krizin çözümünü başka coğrafyalara göç ederek aramaya başlarız.

Kriz sebebiyle yaşadıkları topraklardan başka coğrafyalara göç etmek zorunda bırakılırken “daha iyi koşullarda çalışabilmeyi uman” kadınlar, cinsiyet temelli iş bölümünün mevcut yapısı nedeniyle, yine “kadın işlerinde” çalışmak zorunda bırakılır. Çoğunlukla düşük ücretli, sosyal güvencesi olmayan ve kötü çalışma koşulları olan bu işler, krizden kaçarak yeni bir yaşam hayalinin peşine düşmüş olanlarımızı, yeni bir krizin içerisine sürüklemiş olur. Böylelikle hem göçmen, hem işçi, hem de kadın sıfatıyla sınırsız sömürüye ve ezilmeye maruz bırakılırken, aynı zamanda içine itildiğimiz yeni krizden çıkış yolları aramaya zorlanılırız.

Krizle Artan Kadına Yönelik Şiddet

Özellikle devletlerin ekonomik kriz dönemlerinde uyguladıkları politikalar, biz kadınlara karşı psikolojik şiddeti beraberinde getirir. Kriz dönemlerinde işten atılanların eşlerine destek olmaları istenir; yani kadının erkeğe psikolojik destek sunup onu rahatlatması, böylelikle krizin yol açacağı depresyon halinde bir sibop etkisi yaratması umulur. Yazının yukarıdaki kısmında bahsettiğimiz Güney Kore Krizi örneğine yeniden geri dönmek gerekirse; 1997 yılındaki kriz sonrasında uygulanan devlet politikası tam da bu duruma örnek niteliğindedir. Kriz sürecinde koreli kadınlara yönelik olarak “Kocalarınıza enerji verin” sloganını üreten ve kullanan Güney Kore hükümeti, bu yolla krizin erkekler üzerindeki etkisini kadınların azaltmasını istemiştir. Özetle biz kadınlar, bu ve benzeri devlet politikalarıyla işsizliğin ve yoksulluğun arttığı kriz dönemlerinde, yaşanması muhtemel bir toplumsal kırılmaya karşı tampon olma görevini üstlenmiş oluruz.

Kriz döneminde artan elbette yalnızca devlet şiddeti değildir. Devletin ekonomik ve psikolojik şiddetinin yanı sıra, kadına yönelik erkek şiddeti de özellikle kriz dönemlerinde artış gösterir. Yine 1997 Güney Kore Krizi’nde ev içi şiddete uğradığı için Kadınlar için Yardım Hattı’nı arayan kadınların sayısı, krizden hemen sonra 1998 yılında bir önceki yıla göre yedi kat artış göstermiştir. Tayland’da ise Kadın Hakları’nı Koruma Merkezi’nin verilerine göre kadına yönelik ev içi şiddet vakası 1997 yılında 534 iken, bu sayı 1998’de 812’ye ulaşmıştır.

Yaşadığımız topraklara ilişkin verilere göz atmak gerekirse; 2008 ekonomik krizinin ardından ölümle sonuçlanan kadına yönelik şiddet vakalarında da belirgin bir artış söz konusudur. 2008 yılında yaşanan ekonomik krizin ardından 2009 yılında 105 kadın erkekler tarafından katledilmişken, krizin etkilerinin sürdüğü 2013’te bu rakam 214’e çıkmıştır. Anlaşılacağı gibi, “toplumsal bir buhrana” yol açan ekonomik krizin kendisi, erkekler üzerinde de bu buhranın etkisini belirgin derecede arttırmış; ekonomik kriz, biz kadınlara yönelik doğrudan fiziksel şiddettin artışına neden olmuştur.

Krizin Cinsiyeti, Kadının Ezilmesi

“Krizin cinsiyeti olur mu?” sorusunun cevabı aslında krizin yaşamlarımız üzerinde yarattığı etkileri göz önünde bulundurdukça ortaya çıkacaktır. Tarih boyunca itildiğimiz “ikincil konum” özellikle kriz dönemlerinde daha da fazla açığa çıkmaya başladıkça; hem emeğimiz hem de bedenimiz böyle dönemlerde sömürünün temel odaklarından biri haline geldikçe, krizin cinsiyetinin ne olduğunu anlamak da kolaylaşır.

Tarih boyunca ataerkiden bağımsız gelişmeyen kapitalizm, bugün kendi yarattığı krizlerin etkisini de yine kendisini besleyen ataerkinin unsurlarından olan toplumsal cinsiyet etmeni ile arttırmakta ve belirginleştirmektedir.

Ekonomik krizler, dünyanın farklı coğrafyalarında biz kadınlar için sınırsız sömürüyü ve güvencesizliği yaratırken; krizden çıkış yollarını bedenimizi ve emeğimizi sömüren kapitalizmde, varoluşumuzu yok sayıp bizleri kimliksizleştiren ataerkil sistemde aramamalıyız. Erk’ek egemenlerin yarattıkları krizden çıkmanın ya da bu krizleri topyekûn ortadan kaldırmanın gücünü, biz kadınlar ancak ve ancak kendi mücadelemizle, dayanışmamızla ve örgütlülüğümüzle bulacağız.

Merve Arkun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.

The post Krizin Faturası Kadına – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/03/02/krizin-faturasi-kadina-merve-arkun/feed/ 0