tablet – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 07 Nov 2020 11:42:19 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Online ya da Yüz Yüze: Eğitilmeyeceğiz https://meydan1.org/2020/11/07/online-ya-da-yuz-yuze-egitilmeyecegiz/ https://meydan1.org/2020/11/07/online-ya-da-yuz-yuze-egitilmeyecegiz/#respond Sat, 07 Nov 2020 11:42:16 +0000 https://meydan.org/?p=66300 Canlı ders, uzaktan eğitim ya da başka bir deyişle “İnterneti, tableti olan buyursun; diğerleri bizi ilgilendirmiyor!” Peki bugün kaçımızın elinde dersleri takip edebileceği bir alet var? Ya da sınırsız internet? Derslere katılabileceği bir alan? Bu sorular ve çok daha fazlası… Hiçbiri bugün kitaptan tablete geçince, okuldan çıkıp eve sıkışınca oluşan sorular ve sorunlar değil bizim için. 6 […]

The post Online ya da Yüz Yüze: Eğitilmeyeceğiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Canlı ders, uzaktan eğitim ya da başka bir deyişle “İnterneti, tableti olan buyursun; diğerleri bizi ilgilendirmiyor!” Peki bugün kaçımızın elinde dersleri takip edebileceği bir alet var? Ya da sınırsız internet? Derslere katılabileceği bir alan?

Bu sorular ve çok daha fazlası… Hiçbiri bugün kitaptan tablete geçince, okuldan çıkıp eve sıkışınca oluşan sorular ve sorunlar değil bizim için. 6 yaşından itibaren parçası olduğumuz eğitim sisteminin adaletsizliği yine karşımızda.

Fırsat Eşitliği Mümkün mü?

Tüm bu adaletsizlik, yaşadığımız sistemin ezenler ve ezilenler olarak ayrılmasına dayanıyor. Asgari ücretle geçinen bir işçiyi düşünelim, çocuğunun karnını zor doyururken fiyatları dudak uçuklatan o teknolojik aletleri alabilecek gücü var mı? Diyelim ki aldı ya da devlet ücretsiz tablet ve internet dağıtımı yaptı. Gerçekten tüm sorunlar çözülecek, adalet sağlanacak mı?

Ezenlerin çocukları -ki onlar zaten ailesinden gelen servete daha doğmadan sahip olmuştur- özel dersler, özel hocalar vb. birçok “özel” ayrıcalıkla okurken ezilenlerin çocukları asla bu ayrıcalıklara sahip olmayacak ve zengin olanla yoksul olan arasındaki uçurum her zaman derinleşecek; bunu görmek için iktisat kitaplarını okumaya gerek yok. İçinde yaşadığımız sistemin amacı çarklarını döndürmek için her zaman yeni ezenler ve yeni ezilenler üretmek. Eğitim sisteminin de sistemin bütününden ayrı düşünülemeyeceğini hesaba katarsak eğitimde fırsat eşitliğinin mümkün olmadığını, adaletli eğitim sistemi diye bir şeyin olamayacağını görüyoruz.

Fasa Fiso Yapan Bakan

Bakan “Ülkemiz eğitimde pandemi sürecinde diğer ülkelere kıyasla daha başarılı ilerledi.” derken öğrencilerin giremediği online eğitim uygulamalarını, tablet ya da telefonu olmayan öğrencilerin kaybettikleri bir yılı, çatıya internet çeksin diye çıkan öğrencinin düşerek yaşamını yitirmesini, köy okullarında okuyan öğrencileri -ki onlar bu sistemde hep unutuldu- görmüyor, duymuyor; işine öyle geliyor.

Tabi bir de tableti, telefonu olan öğrencilerin EBA’ya veya bir diğer sisteme girerken çektiği çileler var. “Sistem çöküyorsa çok öğrenci giriyordur, bu olumlu bir gelişme.” diyen bakan üç maymunu oynuyor. Bu da o çok övünüp durdukları online sistemin aslında sadece “-mış gibi” olduğunu gösteriyor.

Sorumluluk Kimin?

Okulların açılması tartışılırken MEB, okula gelecek öğrencilerin sözleşme imzalamaları koşuluyla okula alınacaklarını bildirdi. Sözleşmenin içeriği ise şuydu: “Öğrenci virüs kaparsa MEB bundan sorumlu değildir.” Okula giderken kullanılan araçlar, sınıftaki öğrenci sayısı, yetersiz hijyenle okullar açıldığında bu tam olarak kimin sorumluluğu olacak?

Zoom yani canlı dersler, herkesin içinde aniden sorulan sorular, derslerin aniden kesilmesi, sesin geç gidip gelmesi, hocaların zorla açtırdığı kameralar… Öğrencinin kendine ait bir hayatı, meşguliyetleri yokmuş gibi akşam saatlerine konulan dersler de fazladan mesai niyetine öğrencilere yükleniyor. Bu sürecin tüm yükünü biz çekerken yaşadığımız stres, başa çıkmaya çalıştığımız sorunlar peki… Onlar için de hazırlanan bir sözleşme var mı?

Sisteme girmeyenlerin sistem tarafından yok sayılması; elde olmadan yazılan devamsızlıklar… Yaşamımızla oyuncak bir top gibi oynuyorlar, oradan oraya vurup duruyorlar.

Şimdi de yeni bir tespit yapıldı aynı kişiler tarafından: “Açılan okullardaki vaka sayısı açılmayan okullardaki vaka sayısından daha çok”muş. Bu cümleyi anlayabilen var mı? Öyleyse söyleyelim: “Hiçbir şey yolunda değil sayın bakan!”

Okul Terörü Bitti, Sırada Aile Evi Terörü…

Hepimiz okullardan çok okuldaki arkadaşlarımızı, teneffüs aralarına sıkıştırdığımız sohbetleri, okula gitme bahanesiyle gezip dolaşabileceğimiz sokakları özledik aslında. Başka şehirde, aileden uzakta, kendi sorumluluğunda yaşamak bile tüm zorluğuna rağmen bir çoğumuz için aile baskısına karşı geçici de olsa bir çözümdü. Sonra bir anda tüm bu rahatlığımız tepetaklak oldu. Şehir dışında okuyanlar aile evlerine göç etti, bir anda baskı altında bir daireyle kaplandı. Bir de virüs yüzünden evden çıkamayınca bu durum büyük bunalımlara, aileyle çatışmaya sebep oldu. Bu da psikolojik anlamda bir çoğumuzu yıprattı.

Aslında yıllardır istediğimiz buydu: “Zelzeleler olsun da okula gitmeyelim!”. Oldu. Fakat bu sefer de okul terörü bitti, var olan aile evi terörü yükseldi.

Ee Peki Eğitim? Krizi Fırsata Çevirelim!

Eğitim, bireyin sisteme uyumlu hale getirilmesi için iktidarlar tarafından oluşturulan kullanışlı bir araçtan başka bir şey değil. Eğitimin amacının bireylerin bilgi alışverişi olmadığını, bilginin niteliğinin ya da veriliş yönteminin yine iktidarların düşüncelerine ve stratejilerine uygun şekilde kurgulandığını görüyoruz. Nerede görüyoruz dersek… Her iktidar değişiminde yeniden düzenlenen müfredat, her sene yenilenen sınav sistemi, okulda maruz bırakıldığımız kurallar, davranışlar… Saymakla bitmez belki, bunlar aklımıza gelenler, buraya sığdırabildiklerimiz.

Şimdi ise eğitim bir anda bambaşka bir döneme girdi, haliyle bizler de. Bugüne kadar olduğu gibi, bugün de kaygı içindeyiz. “Gelecek”… Ve bu gelecek, yıllar değil birkaç ay sonraya dair. Daha da kötüsü birkaç ay sonra başımıza ne “geleceği”ni bilmiyorken eğer bu “yarışta” kaybedersek geleceğimizin nasıl şekilleneceği çok açık. Yani gelecek, artık düşlemesi güzel bir şey değil hiçbirimiz için.

Kimin umrunda ki? Bakanlar nasıl bizi daha fazla oyalayabileceklerinin peşine düşmüş. Yalanlar, hileler, kandırmacalar sürüyor. Kapitalistler her krizde olduğu gibi “Korona virüs salgını sürecinde yaşanan eğitim krizinde de nasıl yeni bir sektör yaratabilirim?”in peşinde. Yeni bir dershanecilik anlayışı, yeni tablet sistemleri, yepyeni teknolojiler…

Ailelerimiz ise bizim peşimizde! Bir yandan bizim geleceğimiz için kaygılanıp diğer yandan bu kaygıyı bize baskı olarak yaşatıyorlar.

Biz? Her birimiz bu zorlu süreçte düşlediklerimizin peşinden gidelim. Çünkü ancak bu şekilde bu zorlu süreci en güçlü şekilde atlatabileceğiz. Bu sefer düşümüzün içinde alacağımız bir diploma olmasın da diplomaların olmadığı rekabetsiz bir dünya olsun. Bu sefer özgürlük olsun düşlediğimiz ve özgürlüğümüz için bizim gibi özgürlük isteyenlerle beraber eyleyelim.

Eylül İncekaya & Umut Aydemir

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Online ya da Yüz Yüze: Eğitilmeyeceğiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/07/online-ya-da-yuz-yuze-egitilmeyecegiz/feed/ 0
Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/ https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/#respond Mon, 13 Nov 2017 09:09:38 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/   Neden Sürekli Yorgunuz? İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” […]

The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 


Gece kafamızı yastığa koyduğumuzda saatlerce uyuyamıyor muyuz? Sabah üç kat aşağımızda yaşayan komşumuzu bile uyandıran alarmı duyamıyor, uyanamıyor muyuz? 8 saat uyusak bile yorgun mu uyanıyoruz? Geçmeyen bu yorgunluk, gün boyunca yapacağımız işlere engel olacak boyutlara mı ulaşıyor? Yorgunluk hissiyle verimsizleşiyor muyuz? Bu sorulardan bir veya birkaçına cevabımız evetse, ortada bir problem var; YORGUNUZ…


Neden Sürekli Yorgunuz?

İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” gerekçesiyle gittiğini söylüyor.

Dünya çapında yaşanan bu sıkıntı, elbette beraberinde birçok çalışmayı ve çözüm arayışını getirdi. Bu çalışmaların birçoğu, yorgunluğun ve uykusuzluğun sebebi olarak, vücudun mitokondrinin etkin çalışmasını sağlayacak hormonları yeterli salgılayamaması olduğunu öne sürüyor. (Hücrelerimizde bulunan mitokondri organelleri oksijen, şeker, yağ ve proteinleri “ATP” adı verilen kimyasal enerjilere çevirir. Yani mitokondrinin yeterli çalışmaması enerji üretiminin azalmasına sebep olur.)

Buradan hareketle, son yıllarda “Sirkadiyen Ritim” kavramı, uykuya ve bedenin gündelik diğer faaliyetlerine olan etkisi daha çok konuşulur oldu.

Sirkadiyen Ritim Ne Demektir?

Sirkadiyen Ritim kavramı, Latince “circa” (yaklaşık) ve “dies” (gün) kelimelerinden türetilmiştir ve aslında yalnızca uyku ile alakalı bir kavram değildir. Bitkilerin, hayvanların, insanların ve siyanobakterilerin -yaklaşık- 24 saat içinde gerçekleştirdiği biyokimyasal ve psikolojik davranışlarının bütünü anlamına geliyor. Sirkadiyen Ritim, dünyanın hareketleriyle oluşan gece-gündüz döngüsünün canlılar üzerindeki etkisini araştıran “kronobiyoloji” bilim dalının inceleme alanlarından biridir. “Biyolojik ritim” ya da “vücut saati” de denilebilir.

2017 Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan araştırmacıların bile konusu olan sirkadiyen ritim meselesinin ilk kez gündeme gelmesi, 1972’de sinirbilimcilerin hipotalamustaki küçük bir bölgenin vücudun ana saati olduğunu bulmasıyla gerçekleşmişti. “Suprakiazmatik çekirdek” denilen, yaklaşık 20.000 sinir hücresinden oluşan bu bölge, 24 saatlik döngümüzün işlemesi için gerekli sinyalleri yolluyor, enerjimizi 24 saatlik döngüler halinde açıp kapatarak yüzlerce yaşamsal faaliyeti düzenliyor ve bunları yaparken, zaman hesabını güneş ışığına göre yapıyor.

Bu çekirdek, gözden gelen ışık sinyallerini işleyip; uyku döngüsü, büyüme hormonu sentezi gibi pek çok görevi yerine getiriyor. Hava kararıp gözümüze giren ışık azaldıkça bu bilgiyi epifiz bezine iletiyor ve epifiz bezi uykumuzun gelmesini sağlayan melatonin hormonunu salgılıyor. Bu süreç eğer ortamda -özellikle mavi- ışık yoksa gün doğana kadar olağan seyrinde ilerler. Gündelik yaşam normal kabul edilen seyrin dışında işlediğindeyse, işte o zaman sırasıyla birincil ve ikincil sirkadiyen ritimlerimizde bozulmalar başlar.

Sirkadiyen Ritimlerimiz Nasıl Bozuluyor?
Yapay ışıktan sıcaklığa, yediğimiz yemekten egzersiz yapıp yapmamamıza ve sosyal etkileşimlere kadar sirkadiyen ritmimizi bozabilen pek çok dış etken olsa da, gündelik yaşamda yapay ışığın en etkilisi olduğunu söyleyebiliriz.

Gün boyunca kapalı alanda maruz kaldığımız yapay aydınlatma, izlediğimiz televizyon, çalıştığımız bilgisayar, gece uyumak için yatağa girdiğimizde dahi sosyal medya hesaplarımızı kontrol ettiğimiz tablet ya da akıllı telefon; farkında olsak da olmasak da sirkadiyen ritimlerimize karşı geliyor. Çünkü bu ekranlardan, öğle saatindeki gün ışığı olarak algıladığımız mavi ışık yayılıyor. Mavi ışık, -amiyane tabirle- saatimizin ayarıyla oynayıp duruyor.

Elektriğin bulunmasından bugüne, ritmimizi bozma konusunda büyük bir deneyin hem sürdürücüsü hem de deneği konumundayız, risk altındayız.

İnsandaki Sirkadiyen Ritmin Keşfi

Kronobiyolojinin tarihi aslında 60’lara kadar gidiyor. O dönemde bazı sürüngenlerin ve memelilerin sirkadiyen ritme sahip oldukları biliniyordu. Bir mağarabilimci olan Michel Siffre, ilk deneyini 1962’de yaptıktan sonra, 1972 yılında uyku ve sirkadiyen ritmi araştırmak için 6 ay boyunca karanlık bir mağarada zamandan izole bir şekilde yaşam sürmüştü. Tek ışık kaynağı, ihtiyaç duyduğunda kullandığı kamp lambası olan Siffre için zaman farklı işlemiş ve alışkın olduğumuz 24 saatlik uyku-uyanıklık döngüsü yerine, bir süre sonra vücudu 48 saate adapte olmuştur.(36 saat uyanıklık-12 saat uyku) Bu deneyler neticesinde insanların da sirkadiyen ritimleri olduğu açığa çıkmıştır. 


En Güvenilir Saatlerimiz Bozulunca…

Sirkadiyen ritimlerimizi düzenleyen genlerin hepsi metabolizmaya bağlıdır, dolayısıyla biri bozulduğunda diğeri de etkilenir. Bir örnekle anlatacak olursak, gece geç saatte -metabolizmamız savunmasının gardını indirdikten sonra- yediğimiz yemek, obeziteye yakalanma riskimizi arttırıyor. Karaciğerimiz yağlanıyor, iltihap ve kanser olasılığı yükseliyor.

Risk altında olan, sadece birbiriyle etkileşim halinde olan organlarımız değil; aklımız tehlikenin tam ortasında. Normal zaman kabul edilen zamanda uyumayı engelleyen hastalıklardan muzdarip bireylerin %70’inin ciddi depresyon ve anksiyete gibi rahatsızlıklarının da olduğu söyleniyor. Bipolar bozukluktan yakınan bireylerinse üçte ikisinin anormal uyku döngüsü var.

Sirkadiyen ritim bozukluğunun tetiklemesiyle uykusuzluktan obeziteye, karaciğer yağlanmasından pankreas iltihabına, şeker hastalığından kansere ve hatta kalp hastalıklarına varan sonuçlar doğabiliyor.

Sirkadiyen Ritim Bozukluğu Hastalık mı, Uyumsuzluk mu?

Sadece insanlarda değil, hayvanlarda da işlediği bilinen sirkadiyen ritmin “bozulması” belirlenimine dair çeşitli eleştiriler de bulunuyor. Her bireyin uyuma, uyanma ve başkaca yaşamsal faaliyetlerinin yakın zamanlarda olmayabileceği, güneş ışığının davranışları belirleme konusunda bu kadar etkili ilan edilmemesi gerektiği iki çeşit kuş (baykuş ve tavuk) üzerinden anlatılıyor. Elbette bu iki hayvanın gündelik yaşamı eş zamanlı değildir.

Bu tartışmalarda, kronobiyoloji araştırmalarının, ancak bireylerin yaşamlarının tektipleştirilmesine faydasının olacağını, sistemin “uyumsuz” dediği bireylerin “hasta oldukları” ön kabulüyle yapıldığını iddia edenler bile var.

Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, bu eleştirilerin haklılık payını gözardı etmesek de bir kenarda bırakarak meselenin çok da bahsedilmeyen boyutuna vurgu yapmak istiyoruz.

Bozukluk Bizde mi?

Kimilerimiz vardiyalı işlerde çalışıyor, haftanın belirli günlerinde gece vardiyasında oluyor. Bazılarımız masa başında bilgisayarla çalışıyoruz. Çoğumuz gün boyu okulda ya da işyerinde kapalı alanlara hapsedilip rutin bir işle uğraştığımız için geceleri televizyon izleyerek yaşantımıza renk katmaya çalışıyoruz. Yine çoğumuz güneşi pek görmüyor ve sağlıksız besleniyoruz. Neredeyse hepimiz -gün boyu zaten elimizden düşürmediğimiz- tablet ya da cep telefonumuzla her gece son bir kez sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz… Her gün sirkadiyen ritimlerimizi daha da bozacak hareketler yapıyoruz.

Bütün bunları yapmak zorunda mıyız? Aslında hayır! Ama bunları bize dayatan sisteme uyum sağlamak zorunda hissettirildiğimiz için “evet” diyoruz.

Peki bozukluk, bu koşullarda yaşadığı için sirkadiyen ritimleri bozulan bizlerde mi?

Yoksa başlangıçta uykusuzluk, zamanla yorgunluk ve bitkinliğin getirdiği sosyal ölüm; şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği, karaciğer yağlanması gibi rahatsızlıklarla yavaş yavaş ölüm; kanser gibi biraz daha hızlı ama sancılı bir ölüm ya da kalp krizi gibi ani bir ölüm dışında seçenek bırakmayan sistemde mi?

Çeşitli ölüm seçeneklerinden birinde mi karar kılacağız yoksa bizi öldüren sistemi mi yıkacağız? İşte asıl sorumuz bu!

Emircan Kunuk

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/feed/ 0