tarikatlar – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 25 Oct 2020 15:47:52 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Selefiler-Tarikatlar İktidar Savaşında https://meydan1.org/2020/10/25/selefiler-tarikatlar-iktidar-savasinda/ https://meydan1.org/2020/10/25/selefiler-tarikatlar-iktidar-savasinda/#respond Sun, 25 Oct 2020 15:47:51 +0000 https://meydan.org/?p=65718 Gündelik yaşamdaki yoğunluğu, devlet iktidarının politikaları paralelinde gün geçtikçe artan muhafazakarlaşma, farklı veçheleriyle gündeme gelerek kendisini bir şekilde tartıştırıyor. Geçtiğimiz temmuz ayında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında görünürlüğü artan, 15 Temmuz 2016’da sokaktaki varlığını gördüğümüz, yurtlarında cinsel saldırı haberlerinin eksik olmadığı tarikat ve cemaatler, devletin toplumu muhafazakarlaştırma politikalarında önemli bir zemin oluşturuyor. Devlet iktidarının eski ortağı […]

The post Selefiler-Tarikatlar İktidar Savaşında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gündelik yaşamdaki yoğunluğu, devlet iktidarının politikaları paralelinde gün geçtikçe artan muhafazakarlaşma, farklı veçheleriyle gündeme gelerek kendisini bir şekilde tartıştırıyor. Geçtiğimiz temmuz ayında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında görünürlüğü artan, 15 Temmuz 2016’da sokaktaki varlığını gördüğümüz, yurtlarında cinsel saldırı haberlerinin eksik olmadığı tarikat ve cemaatler, devletin toplumu muhafazakarlaştırma politikalarında önemli bir zemin oluşturuyor. Devlet iktidarının eski ortağı olan ancak daha sonra “FETÖ” olarak kodlanan Cemaat’in yokluğunun doğurduğu “boşluk” söz konusu yapıları daha görünür kıldı.

1950’lerde iktidarda bulunan Demokrat Parti etrafında kümelenerek güç biriktirmiş olan tarikat ve cemaatler, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında devletin iç-dış politik tasarrufları paralelinde önemli birer ekonomik ve siyasi güç haline gelmişti. Bu noktada, söz konusu bu yapıların ekonomik güç haline gelmelerinde 12 Eylül sonrası Özal döneminde çıkarılan Özel Finans Kurumları Kanunu’na ayrı bir parantez açmak gerek. Bu yasa ile serbest piyasa hareketliliği içinde kendisine yer bulan “faizsiz bankacılık sistemi” 1980’leri izleyen on yıllar boyunca tarikat ve cemaatlerin ekonomik gücüne zemin oluşturdu.

Tarikat ve cemaat örgütlenmeleri, her ne kadar 28 Şubat 1997 sonrası “irtica ile mücadele” adı altında devletin görece hedefinde yer alsalar da hem kullanışlılıkları her zaman işe yarayacak birer enstrüman olmaları hem on yıllar boyunca devlet içindeki kökleşmiş ilişkileri nedeniyle çok ciddi bir güç yitimine uğramadılar. Kaldı ki 1994’ten beri Milli Görüş gelenekli partilerin yerellerdeki iktidarı ve 2002’de aynı kökenden gelen AKP’nin genel seçimleri kazanması, bu görece ve kontrollü güç yitimini durdurmuştu.

AKP ile Cemaat arasında 2013’e kadar yaşanan ittifak 15 Temmuz sonrası açık bir husumete dönüşürken, bu tarihten sonra başta İsmailağa ve Menzil olmak üzere farklı tarikat ve cemaatlerin adını daha sık duyar olduk.

İsmailağa Cemaati’nden Cübbeli Ahmet Hoca adıyla bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün geçtiğimiz ay içinde yaptığı ancak farklı zamanlarda da dile getirdiği “selefi derneklere” yönelik uyarılar, gözleri bir kez daha devlet iktidarının cemaat, tarikat ve benzeri yapılarla ilişkisine çevirdi.

Cübbeli Ahmet (Ünlü), açıklamasında iki bin civarında selefi derneğinin varlığından ve bu derneklerin silahlandığından söz etti. Bu açıklamanın, son örneği Uşşaki bağlantılı bir tarikatta görülen cinsel saldırı vakaları, arazi kayırmacılığı, devlet bürokrasisindeki görünürlüklerinin artması gibi konular nedeniyle zaten gündemde olan tarikat ve cemaatlerle bağdaştırılması sonrası Ünlü, sadece dernek adı altında örgütlenen selefilerin yarattığı “tehlikeye” dikkat çekmek istediğini söyledi.

Söz konusu açıklamada tarikat ve cemaatlerin, “devletin-milletin yanında yer alan hayır kurumları” hüviyeti korunarak örgütlenme zemini bulmaları “tehlikesine” karşı dikkat çekilen selefilik, Suriye Savaşı’nda IŞİD ve El Kaide türevi cihatçı çetelerden kamuoyunun tanıdığı ve aşina olduğu bir akım. Kendisi dışındaki birçok İslam yorumunu olduğu gibi tarikat ve cemaatleri de tekfir eden (kafir ilan eden) selefilerle Cübbeli Ahmet’in açıklamasında belirginleşen tarikat ve cemaatler arasındaki iktidar savaşına devletin nasıl bir yaklaşımda bulunacağı ise önemli. Bu yaklaşıma göre ileride selefiliğin yaşadığımız coğrafyadaki örgütlenme zeminine dair fikir sahibi olunabilir.

IŞİD’in öldürülen lideri Ebubekir el Bağdadi’nin 2019’daki bir videosunda “Vilayet Türkiye” adıyla bir grubun, cihatçı çeteye biat ettiği ortaya çıktıktan uzun süre sonra İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, söz konusu “Vilayet” yapılanmasının emirinin yakalandığını duyurmuştu. Ancak aynı günlerde “Türklerin müslüman olmadığını, cihatçı çetelerle yaşanan çatışmalarda ölen TC askerlerinin şehit sayılamayacağını” ve -açık bir şekilde- IŞİD’i desteklediğini söyleyen “selefi lider” Murat Gezenler hakkında herhangi bir soruşturma açılmaması, devletin bu konuda iki farklı yaklaşım içinde olabileceği izlenimi uyandırıyor.

Yaşadığımız coğrafyada 2015-2017 arasındaki 5 Haziran HDP Amed mitingi, Suruç, 10 Ekim, Reina, Sultanahmet, İstiklal Caddesi patlamalarını hatırladığımızda, devletin kontrolü dahilinde ve dışında olmak üzere iki farklı biçimde IŞİD saldırılarının gerçekleştirildiğini görebiliriz. Bu anlamda son günlerde, tarikat ve cemaatlerle selefiler arasında yaşanan bu soğuk savaşta, devlet “Vilayet Türkiye” tarzı kapalı hücreler dışında, kontrolü altında tutabileceğini düşündüğü oranda, “sözlü davete dayalı” selefi örgütlenmenin önünü kapamayabilir.

Bu noktada önümüzdeki süreçte, devlet iktidarının muhafazakar politikalarına “biat etmiş” selefilerle onların, kendileriyle aynı hedef kitleye ve devlet bürokrasisindeki benzer kurumlara oynadığını düşünen tarikat ve cemaatler arasında yaşanacak gerilimi görebiliriz.

Şimdilik medyadaki görünürlükleri ve devlet bürokrasisinin kurumlarındaki varlıkları tarikat ve cemaatlerin bu “savaşta” bir adım önde olduğu izlenimi uyandırsa da devletin 2015-2017 döneminde selefilerle olan “iltisakını” hatırladığımızda bu gerilimde dengelerin değişebileceği unutulmamalı.

Emrah Tekin

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayınlanmıştır.

The post Selefiler-Tarikatlar İktidar Savaşında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/10/25/selefiler-tarikatlar-iktidar-savasinda/feed/ 0
Kursu, Yurdu, Vakfıyla Müridi, Hocası, Şeyhiyle Dinsel Şiddet – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2019/11/08/kursu-yurdu-vakfiyla-muridi-hocasi-seyhiyle-dinsel-siddet-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2019/11/08/kursu-yurdu-vakfiyla-muridi-hocasi-seyhiyle-dinsel-siddet-huseyin-civan/#respond Fri, 08 Nov 2019 06:04:10 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/08/kursu-yurdu-vakfiyla-muridi-hocasi-seyhiyle-dinsel-siddet-huseyin-civan/ Kuran kurslarında, tarikat yurtlarında, medreselerde, cemaat evlerinde, vakıf yatakhanelerinde ardı arkası kesilmeyen cinsel şiddet vakalarıyla, yaşanılan coğrafyanın farklı yerlerinden gelen haberlerle sarsılıyoruz. İçinde yaşanılan dünyanın gerçekliğini anlama ve sorgulama çağındaki çocuklar ve gençler, yaşamlarının kalanında telafisi zor fiziksel ve psikolojik travmalara maruz kalıyorlar. Mevcut duruma ilişkin eleştirel değerlendirmeler iki farklı koldan yükseliyor. İlki eğitimsiz toplum, […]

The post Kursu, Yurdu, Vakfıyla Müridi, Hocası, Şeyhiyle Dinsel Şiddet – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Kuran kurslarında, tarikat yurtlarında, medreselerde, cemaat evlerinde, vakıf yatakhanelerinde ardı arkası kesilmeyen cinsel şiddet vakalarıyla, yaşanılan coğrafyanın farklı yerlerinden gelen haberlerle sarsılıyoruz. İçinde yaşanılan dünyanın gerçekliğini anlama ve sorgulama çağındaki çocuklar ve gençler, yaşamlarının kalanında telafisi zor fiziksel ve psikolojik travmalara maruz kalıyorlar.

Mevcut duruma ilişkin eleştirel değerlendirmeler iki farklı koldan yükseliyor. İlki eğitimsiz toplum, cehalet, geri kafalılık üstünden seküler otoriter uygulamalarla sorunu aşma önerilerinde bulunuyor. Bunu yaparken doğal olarak cumhuriyetçi devlet geleneğinin “tekke ve zaviyeler” politikasının devamcısı stratejiler öneriyorlar. Modern devletin “ortaya çıkan suçun ortaya çıkmasını engelleyici olmayan ama ortaya çıkan suçu cezalandırmaya odaklanan” yüzyıllık çözüm önerileri yineleniyor.

Diğer değerlendirme, gerçek dinin ne olup olmadığı üzerinden yapılıyor. Çocuklara ve gençlere yönelik cinsel şiddetin dinde yerinin olmadığını, bunu yapanların dinle alakasının olmadığı dillendirilerek, bir anda bir hokkabazlıkla işin faili konumunda bulunanlar ortadan yok ediliyor. Böylelikle açığa çıkan durumların gündemde kalmasının önüne geçilmiş olurken, sorunun altyapısının üstü örtülmüş oluyor. Sistem hatalara rağmen sürdürülebiliyor.

Aslına bakılacak olursa ilk değerlendirmenin sonunda varılan yer çok da uzak bir yer değil. Seküler değerlendirmeler de gerçek dinin bu olmadığı, dinin daha modern bir versiyonunun devlet kontrolüyle işleyebileceğini düşünüyor.

Oysa durumun nedenlerini belki çok başka yerde aramak gerekiyor. Bugün haber kanallarını, gazete sayfalarını dolduran ve her yeni olayda bir önceki olayı unuttuğumuz bu toplumsal sorun, sadece yaşadığımız toprakların sorunu değil. Olayı böyle geniş bir ölçekte ele almak, bu topraklarda da yaşanılan benzer olayların neden ve çözümünü düşünmek adına daha radikal olanaklara yüzümüzü dönmemizi, düşünmemizi sağlayabilir.

Toplumsal Bir Gerçeklik Olarak Tarikatlar

Bu coğrafyada, 30 tarikat ve bunlara bağlı 400 küçük tarikat olduğu tahmin ediliyor. 3 milyon üzerinde insanın tarikatlarla ilişkisi var. Bu sayının çok daha fazla olduğunu dillendirenler yok değil. Sadece İstanbul’da 500’e yakın tekkenin olduğu ve işlediği biliniyor. İstanbul dışında; Siirt, Amed, Mardin, Van, Adıyaman, Batman, Hakkari, Şırnak, Ağrı, Muş, Bitlis, Antep ve Urfa’da bine yakın medrese olduğu varsayılıyor.

Bunların dışında kaç evin medrese olarak kullanıldığı, kaç apartman dairesinde küçük tarikatların eğitim verdiği bilinmiyor. Bunlarla beraber düşünülünce, bu olgunun hiç de önemsenmeyecek bir olgu olmadığı göze çarpıyor.

1983’le beraber başlayan “demokratikleşme” sürecinde, siyasal partilerin “oy stratejileri”nin bir mecrası olarak gördükleri tarikatlar bir meşruiyet sağlayarak siyasal ve toplumsal yaşamın kaçınılmaz bir parçasına dönüşüyor. 90’lara yaklaşırken sadece din eğitimi verilen bir mecra olmaktan çıkan tarikatlar, ekonomilerini büyütme, bürokraside örgütlenme ve devlet kadrolarını alma gibi hamlelere girişiyor. Bu ekonomik ve siyasal hamleler, 2000’lerle beraber kurulan şirketler, holdingler ve okullarla daha büyük bir boyut kazanıyor.

Şimdilerde, eğitim ve sağlık sektöründe sektörün en önemli figürleri olan iştiraklerin tarikatlarla ilişkisi gizlenmiyor. Bu alanlarda, bakanlıktan memurluğa devlet kademelerindeki örgütlenmeler biliniyor, yazılıyor ve konuşuluyor. Dünyanın farklı yerlerinde hareket eden yardım dernekleri ve kuruluşlar, tarikatların varlıklarına bir yandan küresel bir boyut kazandırıyor bir yandan toplumsal meşruluğu pekiştiriyor. Medya-yayın sektöründeki örgütlenmelerle toplumun farklı kesimlerine nüfuz edilebiliyor.

Cumhuriyetçi devlet geleneğinde yasaklanmış tarikat ve cemaatlerin kavuştuğu bu meşruiyeti akılda tutmak önemli. 3. sayfa haberlerine konu olan çocuklara yönelik cinsel şiddet ve bu “meşruiyet” arasında doğrudan bir bağ var.

Mürid-Mürşid İlişkisi: Rabıta

Her ne kadar, İslam’da tanrı ve insan arasında bir aracının varlığının kabulu bir tartışma olsa da tarikatların toplumsal gerçekliği, din içerisindeki farklı yorumlar ve dinin hiyerarşik yapısı “yol gösterici”nin varlığının meşrulaşmasına yol açmış.

Bu meşruluk, ortaya çıkan hiyerarşinin ve otoritenin, dinsel bağlamı yüzünden sorgulanamaz bir boyuta ulaştırmıştır.

ŞEYHİN HUZURUNDA GEREKEN EDEPLER

Ruhaniyet için perde, uzaklık, yakınlık, madde ve müddet yoktur.Bundan dolayı mürşidin ruhaniyetinin hazır olması müridin kalbinin hazır olmasıyla beraberdir. Mürşid, maksud (istenilen Allah’a kavuşmay)a vesile olduğu için, mürid mürşidini unutmamaya gayret etmelidir.

Öncelikle genel anlamda uyulması gereken üç edep vardır:

Birincisi:Abdestli olmak

İkincisi: Bütün günahlardan, kusurlardan ve gafletten(nefsin arzusuna uymaktan) on yahut onbeş kere istiğfar etmek.

Üçüncüsü: Fatiha ve ihlas-ı şerif okuyup,mürşidin ruhaniyetine hediye etmektir.Sayılan bu üç şey (mürşidin huzuruna) yürümeye başlamadan öncedir.

(Bu vazifeleri,mürşidini ziyaret etmek üzere henüz yola çıkmadan önce yapmalı,) yürüme esnasında ise,feyiz almak için kalbini mürşidin kalbine tamamen (birliktelik sağlayarak) bağlamalıdır.Lakin kibirlenmekten, kendisini beğenip üstün görmekten uzak tutup, bu rabtı (ilgiyi) ihlas ve muhabbet şekli üzere son dece yalvarma ve inkisar (kırgı ve üzgün olma hali) ile olmalıdır.

Rabıtaya devam, kalpte zikri meydana getirir, zikir ise huzur temin eder.Onun için sadık müritlerin en mühim vazifesi huzur halini buluncaya kadar sıdk-ı sadakatle rabıtaya devam etmektir.

Bahsi geçen alıntı, internet üzerinden basit bir aramada çıkan herhangi dinsel içeriğe sahip tarikat ve cemaat sitelerinden yapılmıştır. İnanç, insan ve tanrı ilişkisinin dışında; iki insan arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği tanımlanmıştır. Bu ilişkide gözlerden kaçmaması gereken, mürşid diye bahsedilen “şeyh”in kutsal varlığıdır. Alıntıda dinsel hiyerarşik zincirde konum elde eden şahsa gösterilmesi gereken dinsel saygı biçimlerinden ayrıntılı bir şekilde bahsedilmektedir. “İlgi, sevgi, yalvarma ve mahcubiyet” bu şahısla kurulan ilişkide istenilenlerdir.

* Mürid, mürşidin yüzüne bakmayarak, (mürşidin karşısında) boynunu eğip şöyle durmalı ki: Sanki kendisi, sahibi olan efendisinden kaçmış ve daha sonra yakalanıp geri getirilmiş bir köle gibi tevazu ile durmalıdır.Boynu bükük ve kusurunu itiraf eden bir kişi gibi olmalı ve daima huşu, huzur, saygılı ve hürmetkar olmaya dikkat etmelidir.

* Mürşidi emretmediği müddetçe oturmamalıdır.

* Dini bir ihtiyaç yahut tasavvufta bir müşkülü (problemi) yahut da mürşide ait bir iş olmadıkça kendiliğinden yani konuşması emredilmeden konuşmaya başlamamalıdır.

* Mürşidin huzurunda bulunanlar ile konuşmamalıdır.Mürid olan kimse her ne kadar yaşlı bile olsa bundan kaçınmalıdır.

* Aşık olan kimse, aşık olduğu kimseden başkasına ihtiyaç duymadan nasıl duruyorsa, öyle durup, mecliste olanlarla asla ilgilenmemeli yani yüz çevirip bakmamalıdır.Çünkü müridin mürşide olan aşkı gerçekte Mevla Teala’ya olduğundan, mürşide tazim ve aşık olmak, gerçekte Mevla’ya dır.

* Ve yine suskun ve gözleri kapalı olarak durup şeyhinden fayiz almak için (kalpten) yalvarma ile beraber şeyhin kalbine yönelici olmalıdır.

* Mürid, mürşidiyle beraber yemek yemesin, elbisesini giymesin, ona ait olan kaseden su içmesin, bineğine binmesin, mürşidin mekanına oturmasın.Eğer bunlardan birini yapmasını mürşidi emrettiyse yapsın.

* Mürid, mürşidin kovmasını ve azarlamasını çirkin görmeyip bilakis bir lutuf olarak görmelidir.

İntisab, irşad, muhabbet, samimiyet, sohbet, hizmet, rabıta, halvet… Şeyh ve müridinin ilişkisini anlamlandırmak için kullanılan birçok kavram var. Bu kavramların ortak noktası, şeyhin iktidarlı pozisyonunu pekiştirmek ve bu pozisyonun devamlı varlığını sağlamak için kavramı her yere çekilebilir kılan muğlaklık…

Rabıta, sohbet, samimiyet vb. adı altında cinsel şiddetten ekonomik sömürüye dek birçok şey meşrulaştırılmaktadır. Cemaat içinde dinsel mertebesinin yükseleceği ve cennete kavuşacaklarına razı edilerek ya da tanrının gazabına uğrayacağı tehdidiyle ikna edilerek cinsel şiddete maruz kalınmaktadır.

Bu duruma maruz kalanların yaşı küçüldükçe, şiddetin boyutu artmaktadır. Tarikatların fiiliyatta işlettiği “gizli” kuralları içinde, çocuğa yönelik cinsel şiddet olağanlaştırılmaktadır. Özellikle utanç ve suçluluk hissi, çocuk ve genç bireylerin sessiz kalmasına ve durumu kabullenmesine yol açmaktadır. Din kurumları ve din adamlarına gösterilen saygı, olası bir durumda bu dinsel otoriteye ters düşmemek gibi baskı unsurları, bu çocuk ve genç bireylerin aile tarafından da yalnızlaşmasına yol açmaktadır.

Meseleyi Radikal Bir Zeminde Tartışmak: Din Olgusu

Ortaya çıkan olumsuz tüm örneklerde sorun, ya cinsel şiddeti açığa çıkaran bireylere ya da bu yanlış bireylerin kurduğu anlayış ve topluluklara yüklenmektedir. Bu birey ya da toplulukların olmadığı bir ortamda sorunun ortaya çıkmayacağı düşünülmekte, yazının başında da belirttildiği üzere “gerçek din” bu değildir denilmektedir.

Oysa çocuklara yönelik cinsel şiddet olgusu, yalnız bu topraklara özgü bir sorun değildir. Sadece Katolik kilisesinin çocuğa yönelik cinsel şiddet vakalarının boyutunun ne olduğuna popüler bilgi kaynaklarından ulaşılabilir. Kaynakların ne kadar kapsamlı olduğu görülebilir. Çocuklara yönelik cinsel şiddetin boyutunu, “dinsel istismar” başlığı açacak kadar vahim olduğu görülebilir.

Bu örnekler, dünyanın farklı yerlerinde, farklı dinlerde benzer şekilde karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir veriyle karşı karşıya gelmek ne anlama gelir? Bu durumu anlamlandırmak önemlidir.

Cinsel şiddet vakaları konuşulurken, dinsel otoriteye sahip insanların pozisyonu gündem edilmemekte, önceden kabul edilmiş bir gerçeklik olarak görülmektedir. Ancak bu “suistimal” potansiyeline sahip pozisyonu, sorunun ana kaynağı olarak koymaya ihtiyaç var.

Dinsel Düşünme Biçimi

İnsanın kendini anlama, içinde bulunduğu doğayı anlama, diğer insanlarla beraber oluşturduğu toplumu anlama açısından din, insanlık tarihinde bir durak olarak görülebilir.

Peki bu anlamalar nasıldır? İnsan ve tanrı arasındaki ilişkiden yola çıkar. Merkeze tanrıyı, onun etrafına insanı “kul” olarak koyan bir düşünme biçimidir. Yani insan bir dolayımdır. “Hep var olmuş ve olacak karşısında”, “her şeye gücü yeten karşısında”, “hatasız olan karşısında” bir dolayım…

Varlığı başka bir şeyin varlığı ile anlamlı olan; o olmazsa olmayan, kendi başına var olamayan bir insan vardır dinde. Dolayısıyla bu düşünce içinde insan geçici, güçsüz/aciz, hataya açıktır. Kendi varlığını, diğer bir varlığa bağlı kılan aciz bir varlık olarak insan…

Bu iki varlık arasındaki ilişki nasıl okunabilir? Cevabı açık: Bir iktidar ilişkisi olarak.

Bu iktidar ilişkisi konuşulmadan, tartışılmadan dinsel pozisyona sahip bireyler ve bu bireylerin diğerleriyle kurduğu ilişki görmezden gelinir. İktidar hiyerarşisinde kendi paylarını alanlar, diğer bireylerin tanrıyla kurduğu ilişki neyse ona benzer bir “kulluk” beklerler. Zira yukarıda alıntılanan “şeyhe karşı nasıl davranmak gerekir” başlığı buradan okunabilir.

Varlığı kendinden olan, sorgusuz ve sualsiz kılınan iktidara benzer olarak, dinsel hiyerarşide konumu bulunan şeyh, hoca, mürşid vs. de sorgusuz ve sualsiz kılınır. Onun etrafındaki herkes onun kulu pozisyonunda, ona tabi kılınır. Tanrı karşısındaki içselleştirilmiş acziyet nasılsa, bu dinsel pozisyondaki şahıslar karşısındaki acziyet de aynı olmalıdır. Onların bu konumu, onlardan gelen her ne olursa olsun kabulü ve sessizliği içerir.

Açıkça belirtelim: Gerçek neden, din olgusunun kendisinde, kurumsallaşmış inanç biçimlerinde aranmadan; bu ilişkinin, bir iktidar ilişkisi olduğu açık bir şekilde ortaya konmadan tespit yapılamaz, çocuklara yönelik cinsel şiddet vakalarının nedenleri de anlaşılamaz.

İhtiyaç Olan Nedir?

Dini böyle bir iktidar ilişkisi olarak kavradıktan sonra; dinle aynı gibi görünen etik, ahlak gibi kavramları dinden ayrıştırmamız gerekiyor. Ahlakın temellerini daha geniş bir düşünsel zeminde yeniden oluşturmaya ihtiyacımız var. Ahlaki duyguların, metafizik değil rasyonel kökeni ve kaynaklarının olduğunu konuşmaya ihtiyaç var. Gerçekçi ve yeni etik bir sisteme ihtiyaç var.

Ahlakın dinden özgürleştirilmiş temellerini ortaya koymaya; ahlakın din ve metafizik ile bağlantısını reddederek, etiği doğalcı temeller üzerine kurmaya ihtiyaç var. İnsanın yalnızca gerçekliğin dünyasında kalarak hakikaten ahlaklı bir yaşam için kuvvet bulabilmesine ihtiyaç vardır.

Adaletin olmadığı yerde, ahlakın olmadığını bir ilke olarak içselleştirmeye ihtiyaç var.

Bir de Mihail Bakunin’in şu söylediğine kulak vermeye;

“Tanrı fikri, insan mantığı ve adaletten feragat etme demektir; insan özgürlüğünün en kesin yadsımasıdır ve kaçınılmaz olarak insanlığın hem kurumsal olarak hem de uygulamada köleleştirilmesine neden olur.”

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51.sayısında yayınlanmıştır.

The post Kursu, Yurdu, Vakfıyla Müridi, Hocası, Şeyhiyle Dinsel Şiddet – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/08/kursu-yurdu-vakfiyla-muridi-hocasi-seyhiyle-dinsel-siddet-huseyin-civan/feed/ 0
DEVLETin Normali de Anormali de YOLSUZLUKTUR https://meydan1.org/2014/01/07/devletin-normali-de-anormali-de-yolsuzluktur/ https://meydan1.org/2014/01/07/devletin-normali-de-anormali-de-yolsuzluktur/#respond Tue, 07 Jan 2014 11:03:18 +0000 https://test.meydan.org/2014/01/07/devletin-normali-de-anormali-de-yolsuzluktur/ Abdülhamit’in nasıl bir istihbarat sistemi kurduğu, Osmanlı’daki siyaset geleneğiyle ilgilenenlerin bildiği bir durumdur. Abdülhamit’in bu istihbarat sistemi sayesinde, çevresindeki yolsuzlukların, rüşvetlerin, imtiyaz satışlarının farkında olduğu söylenir. Bunun, Abdülhamit’in iktidarını devam ettirmede bir politika olduğu açıktır. Siyasi iktidarlar, bu durumu teşvik ederek tahakküm politikalarının bir parçası olarak kullanır. Yolsuzluk ve rüşvet yoluyla siyaset sahnesindeki tüm oyuncular […]

The post DEVLETin Normali de Anormali de YOLSUZLUKTUR appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Abdülhamit’in nasıl bir istihbarat sistemi kurduğu, Osmanlı’daki siyaset geleneğiyle ilgilenenlerin bildiği bir durumdur. Abdülhamit’in bu istihbarat sistemi sayesinde, çevresindeki yolsuzlukların, rüşvetlerin, imtiyaz satışlarının farkında olduğu söylenir. Bunun, Abdülhamit’in iktidarını devam ettirmede bir politika olduğu açıktır. Siyasi iktidarlar, bu durumu teşvik ederek tahakküm politikalarının bir parçası olarak kullanır. Yolsuzluk ve rüşvet yoluyla siyaset sahnesindeki tüm oyuncular kazanılmış olur. Yolsuzluk ve rüşvet, devlet içi siyasette bir denge politikasıdır.

 

TC’nin Yolsuzluğu

Kuruluş itibarıyla TC, zaten bir yolsuzluklar devleti olmuştur. Gayrimüslim halklara uygulanan politikalarla yolsuzluk “milli iç politika” haline gelmiştir. Peşkeş çekmenin, kayırmacılığın, patronajın ilk örnekleriyle zengin yetiştirmeciliğine başlamıştır TC. Sonrasında;

1930’larda Koçlara, Sabancılara teşvik primleri, krediler; 1950’lerde Menderes’in yolsuzlukları; 1970’lerde Demirel’in kardeşine Ziraat Bankası tarafından verilen usulsüz krediler, peşkeş çekilen TCDD arsaları, yeğenlerinin karıştığı hayali ihracatlar, vergi yolsuzlukları; 1980’ler ve 90’larda Özal döneminde servetlerine servet katan “dostlar”, tarikatlar, faşistler, patronlar, Engin Civanlar ve Selim Edeslerin isimlerinin geçtiği Civangate yolsuzluğu, ihracat teşvikleri; 1990’larda el konulan bankalar, kurtarılan bankalar (1993-97 arasında 130 trilyonluk batık banka kredisi), bankaları kurtarmak için halktan alınan vergiler, maaş kesintileri; DYP-SHP koalisyonunda aklanan İLKSAN yolsuzluğu, İSKİ yolsuzluğu, Anavatan-Doğruyol Koalisyonu döneminde örtülü ödenekler, Çiller’in gayrimenkulleri, TOFAŞ, TEDAŞ yolsuzlukları; Refah Partisi-Doğruyol Partisi koalisyonu döneminde Süleyman Mercümek Olayı, Karadeniz Otoyol İhalesi, GSM ihalesi, SEKA arazisinin bedelsiz tahsisi, malvarlığı soruşturmaları…

Aslında devletin yolsuzluk politikasına aşinayız hepimiz. Tüm bunları gerçekleştirmek için çıkarılan kanunlar, yönetmelikler… Devlet, yolsuzluk politikalarının merkezi kurumsallaşmasından başka bir şey olarak düşünülebilir mi?

Dünyanın Yolsuzluğu

Fransa;

Fransa’da yaşanan yolsuzluklar, üst düzey siyasetçiler ve şirket patronlarının aynı okullarda eğitim görmesi ile ilişkilendiriliyor. Bu yakın ilişki sayesinde bir patron siyaset sahnesinde kendine kolayca yer bulabilirken, aynı şekilde siyasetçiler de şirketlerin üst düzey yöneticisi olabiliyor. Bu yakın ilişki özellikle yabancı sermayenin şirketlere kapalı olma durumuna neden olurken, yapılacak yolsuzlukların gizli bir şekilde gerçekleşmesini sağlıyor.

Yakın bir zamanda, sosyalist hükümetin başında bulunan Cumhurbaşkanı Hollande’in adı yolsuzluk davasına karışmıştı. Telekom şirketinde yolsuzluğa karışan üç devlet yetkilisi ile ilgili soruşturma başlatmayan Hollande, ülkede krize neden olmuştu.

Şu an IMF’nin başında bulunan Christina Lagarde da, Maliye ve Ekonomi bakanıyken (2008 yılında), Adidas eski patronu Bernard Tapie’ye illegal ödemeyle 403 milyon Avro vermiş ve krize neden olmuştu.

Ancak Fransa’da yolsuzluk denince akla gelen ilk isim Nicolas Sarkozy’dir. 2002-2004 yılları arasında, usullere aykırı kaynağı belli olmayan parayı Emniyet Genel Müdürü’ne vermiş ve aslında çok daha kapsamlı bir yolsuzluk krizine yol açmıştı. Aynı yolsuzluk kapsamında, İç İşleri Bakanı’na açıktan yüksek miktarda para vermekle yargılanan Sarkozy’nin en büyük yolsuzluğu bunların hiçbirisi değildi. 2007 yılındaki seçim kampanyasında Sarkozy’ye 150 bin Avro aktaran L’oreal şirketinin karıştığı yolsuzluk ülke gündemini çok meşgul etmiş, Sarkozy’nin sonraki seçimlerde düşmesine neden olmuştu. Kozmetik devi L’oreal’in yöntemini uygulayan birçok şirket, kamulaştırma riskine karşı hükümetlere rüşvet vermeyi seçiyor.

Afganistan;

Afganistan, Dünya Şeffaflık Örgütü verilerine göre dünyada en fazla yolsuzluğun yaşandığı devletlerin başında geliyor. 2010-2013 yılları arasında, Başkan Hamid Karzai ve çevresindeki isimlerin karıştığı Kabil Bankası’nda yaşanan finans yolsuzluğu, bu yolsuzlukların başında geliyor. Bu yolsuzluk kapsamında, Hamid Karzai ve çevresi bankanın 1 milyar dolarını kendi lüks çıkarları için kullandı.

Ülkenin kuzeyinde bulunan Balkh Eyaleti’nde sık rastlanan başka bir yolsuzluk, ordunun bu bölgedeki kişilerin topraklarına keyfi el koymasıdır. Ülkenin ABD güdümünde, kukla yöneticilerin elinde olması, bu yolsuzlukların oluşmasına daha fazla zemin hazırlıyor.

İtalya;

Siyasi yolsuzluk, İtalya’da, özellikle Calabria dahil olmak üzere Güney İtalya’da önemli bir sorun olarak devam etmektedir. Bu noktada en yozlaşmış kurum olarak siyasi partiler gözükmektedir. Kamu görevlileri ve parlamento da yaşanan yolsuzluklar da en çok ön plana çıkanlar arasındadır. Organize suçların, özellikle İtalya’nın yolsuzluğun yoğunlaştığı bölgelerde rastlanması bir rastlantı değildir. İhale süreçleri, yol ve demiryolu projelerinde yapılan yolsuzluklar İtalya siyasetinde normal karşılanır durumlar haline gelmiştir. Neredeyse her hükümetin, yolsuzluklara karıştığı İtalya’da, Berlusconi başkanlığında gerçekleşen yolsuzluklar yakın dönemin en çok ses getiren ve siyasi dengeleri altüst eden yolsuzluklardandı.

Ermenistan;

Şeffaf olmayan vergi ve gümrük gelirleri, haksız ihaleler, tercihli muamele, üst düzey hükümet yetkilileriyle kapitalizmin hızla büyüdüğü bir ortamda iş sektörü arasındaki ilişkiler Ermenistan’da yaşanan politik yolsuzlukların başında geliyor. Bu yolsuzlukların başında, 2004 yılında Erivan’ın altyapısı için Dünya Bankasının Ermenistan’a verdiği 30 milyon dolarlık kredi ile ilgili yolsuzluk geliyor. Özellikle su ve kanalizasyon altyapısı için alınan kredinin, projeyi alan bürokratik yapılarca kişisel kullanım gerekçesiyle harcanması ülkede büyük bir krize yol açmıştı.

Afganistan’da olduğu gibi Ermenistan’da da arazi ve mülk kamulaştırmaları devlet içindeki yöneticilerin kişisel gelirleri için kullanılan bir yönteme dönmüştür. 2007 yılında Dünya Bankası, Ermenistan’daki vergi ve gümrük kurumlarının karıştığı birçok yolsuzluk sorunundan kaynaklı, Ermenistan devletine yaptırımda bulundu.

Kanada;

Sponsorgate Skandalı, 1993 ve 2004 arasında Kanada’da yaşanan bu yolsuzlukta adı geçen bir numaralı parti, dönemin hükümetini oluşturan Liberal Parti’ydi. Özellikle Quebec bölgesinde, bölgenin bağımsızlığını savunan Quebecois Parti’sinin etkisini kırmak amacıyla gerçekleştirilen bir politika sonucunda yaşanmıştır. Liberal Parti’nin Quebec’e yaptığı yatırımlar ve sanayi hamlelerinin farkındalığını arttırmak amacıyla, reklam şirketleriyle yapılan milyon dolarlık anlaşmalarda yapılan yolsuzlukları kapsar. 2004’e kadar, bu niyetle 14 milyon dolarlık yatırım yapılmış olmasına rağmen, ortaya bir iş konmamış, buraya aktarılan paralar şirket sahipleri ve bürokratik yapılanmalar arasında paylaşılmıştır. Skandal, Liberal Parti’nin hükümetten düşmesiyle sonlanmıştır.

Şili;

2005 yılında, Quillota eyaletinde vali Luis Mella’nın karıştığı yolsuzluk ülke gündeminde bomba etkisi yaratmıştı. İş geliştirme programı kapsamında, eyaletlere ayrılan ödeneklerin kendi partisinin seçim çalışmalarında kullanması, sadece Mella’nın başında bulunduğu yönetimin görevi bırakmasına neden olmadı. Şili’nin farklı eyaletlerinde de benzer durumların yaşanıyor olduğu gerçeği bu şekilde açığa çıktı.

Hindistan;

Hindistan’da yaşansan yolsuzluklar, Hindistan halkının ekonomik durumunu etkileyen önemli konulardandır. 2005 yılında Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından yürütülen bir çalışmada, Hindistan halkının %62’sinin kamu dairelerindeki işlerini halletmek için rüşvet ödemek zorunda bırakıldı ortaya çıkmıştı. 2008 yılında yine aynı örgüt tarafından açıklanan bir raporda ise Hindistan halkının %40’ının rüşvet ödeyerek ya da kişisel bağlantılarını kullanarak (torpil yoluyla) kamu dairelerinde iş bulabildiği rapor edildi.

Hindistan’daki devlet hastanelerinde ilaç bulunamaması ya da var olan ilaçların sayısının arttırılması konusunda yaşanan yolsuzluklar oldukça yaygın. İhtiyaç duyulan ilaçlar konusunda doktorlarla görüşme, onay alma ve tanı hizmetleri servisinin sunulması, yolsuzluğun yaşandığı alanlardan. Hindistan’da büyük ölçekli yolsuzluk iddialarına konu olmuş programlardan biri, hükümetin sağlık konusundaki çalışması olan Ulusal Kırsal Sağlık Çalışması. 2005 yılında Sağlık Bakanlığı tarafından yönetilmeye başlanan bu sosyal harcama ve hak programının, Hindistan’ın kırsal bölgelerinde yaşayanların sağlık durumlarına ilişkin bir çalışma yürütmesi umuluyordu. 2004-2005 yılları içinde Hindistan hükümeti 277 rupilik harcamayı koruma altına aldı ve her sene bunu %1 oranında arttırdı. Ulusal Kırsal Sağlık Çalışması bunun ardından, büyük ölçekli bir yolsuzluk skandalıyla gölgelendi, birkaç üst düzey hükümet yetkilisi tutuklandı ve bazıları da cezaevinin “esrarengiz” koşullarında öldü. Yolsuzluğun sebep olduğu zararın, 2 milyar doları aşkın olduğu söylendi.

Endonezya;

6 Mart 2012 tarihinde Jakarta Yolsuzluk Mahkemesi, Enerji ve Mineral Kaynaklar Bakanlığı’nda görevli Rıdwan Sanjaya’yı 2009 yılında bir güneş enerjisi sistemi projesinin ihalesine fesat karıştırmak sebebiyle altı yıl hapis cezasına çarptırdı.

Zimbabve;

Partnership Africa Canada(PAC) grubundan yapılan açıklamada, Zimbabve’de son dönemlerde gerçekleşen elmas hırsızlığının, “İngiliz sömürgesinin yaptığı talandan sonra en büyük soygunlar olduğu” belirtildi. PAC’ın raporunda, Marange’de yapılan soygunlarla Zimbabve hükümet yetkililerinin, uluslararası değerli taş tüccarlarının ve yerli işbirlikçilerinin zengin olduklarının altı çizildi. PAC’ın “Ne ekersen onu biçersin: Zimbabve Marange Elmas Madeni’ndeki Açgözlülük ve Yolsuzluk” adlı raporu, hükümetin Viktorya Şelalesi’nde düzenlediği “Elmas Ticareti Konferansı’na denk getirilmesi dikkatlerden kaçmadı. Öte yandan Zimbabveli resmi yetkililer, hırsızlık olayını yalanladılar. Elmasın kaynağını araştırarak, teröre finans akışının önüne geçmek için uluslararası elmas ticaretini gözleyen “Kimberley Süreci”, Zimbabve’nin değerli taş ticaretine yapılan ambargoyu 2011’de kaldırmıştı.

Kamu Sektöründe Yolsuzluk: Zimbabwe Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından yaptırılan 2000 ankete göre, vatandaşlar ülkenin en yozlaşmış sektörü olarak kamu sektörünü kabul ediyor. Bu araştırmada katılımcıların tercihi; siyasi partiler, parlamento / yasama, kamu görevlileri / memur ve yargının ardından en yozlaşmış olarak polis. 2008 yılında, Uluslararası Şeffaflık yönetimi, Zimbabve’de her gün 5 milyon doların yolsuzlukla kaybedildiğini duyurdu.

Güney Afrika;

Travelgate skandalında, meclis üyesi 40 kişi, kişisel kullanım için 18 milyon dolarlık parlamento seyahat çeklerinden kullanmıştı. Eski Ulusal Polis Komiseri ve eski Interpol Başkanı; Jackie Selebi, çete lideri Glenn Agliotti’den en az 120 000 $ aldığı için Temmuz 2010 yılında yolsuzluk suçlamasıyla mahkum edildi.

Güney Afrika Devlet Başkanı Jacop Zuma ile eski lider Thabo Mbeki’ye uzanan milyar dolarlık savunma sanayi yolsuzluk soruşturması başladı.1999’da gerçekleşen silah satışı nedeniyle Zuma’nın ekonomi danışmanı Schabir Shaik, 2005’te rüşvet suçlamasıyla 15 yıla mahkum olmuştu. Zuma’nın davası ise 2009’da devlet başkanı seçilmesi sebebiyle düşmüştü.

Güney Afrika’da ırkçı rejimin ardından savunma sanayiini yenilemek için Almanya, İtalya, İsveç, İngiltere ve Fransa firmaları ile yerli üreticilere verilen siparişte fiyatların şişirildiği anlaşılmıştı. Piyasa değeri 3 milyar dolar olan tank, denizaltı, savaş gemisi ve helikoptere 7 milyar dolar ödenmişti.

İspanya;

İspanya’nın batık bankalarından olan ve kamulaştırılan Bankia ve BFA’nın (Tasarruf ve Finans Bankası) eski yöneticileri hakkında yolsuzluk iddiasıyla dava açıldı. Ulusal Mahkeme Hakimi Fernando Andreu, yolsuzlukla mücadele savcısı ile İlerici Birlik ve Demokrasi Partisi (UPyD) tarafından sunulan Bankia hakkındaki dava dilekçesini kabul etti. 33 sanık arasında, eski IMF başkanı (2004-2007) ve Ekonomi Bakanı (1996-2004) olan Rodrigo Rato; geçmiş Aznar hükümetinde İçişleri, Adalet ve Kamu Yönetimi Bakanı olan Angel Acebes; eski Bancaja Başkanı Jose Luis Olivas; eski Maliye Bakanlığı Müsteşarı Rodriguez Ponga; eski İspanya İşadamları Örgütleri Konfederasyonu Başkan Yardımcısı Arturo Fernandez gibi önemli isimler de bulunuyor. 33 sanık, yıllık hesaplarda ve bilançolarda sahtekârlık, kötü ve hileli yönetim, gerçeği saptırmak ve haksız kazançla suçlanıyor.

Yunanistan;

Vergi kaçakçılığı ve siyasi yolsuzluklar, Yunanistan siyasetinde sık rastlanan durumlardandır. Hatta siyasetçiler eliyle gerçekleştirilen “vergi kaçırma”, medya tarafından ironik bir şekilde “ulusal spor” olarak adlandırılıyor. Vergi kaçırmada ulaşılan boyut senelik 30 milyar Avro. Fakelaki adı verilen küçük zarflarla kamu kurumlarında gerçekleşen rüşvet, daha iyi hizmet alabilmek adına vatandaşların başvurmak zorunda bırakıldığı yöntemlerden.

Girit Bankası’nda ve Yunanistan İstatistik Kurumu’da yaşanan yolsuzluklar son dönem Yunanistan’da yaşanan kriz dalgasıyla ilintili. Yunanistan’da yaşanan yolsuzluk durumları, sokaklardaki eylemlerin de en büyük nedenlerden biri.

Sonuç yerine

Varoluşu yolsuzluk olan devletin, normali anormali de yolsuzluktur. Şimdilerde yolsuzluk gündemi, anormal bir şeymiş gibi tartışılmakta. Halbuki bir iç çatırdama sonrasında, açığa çıkan bu gündem, devletin normal seyrinde de sürmekteydi. Kapitalist sistemin içinde yaşarken katlanmak zorunda bırakıldıklarımız, istemediklerimiz, isteyip de yapamadıklarımız yolsuzluk değil midir?

Bu yazıda her devletin farklı farklı dönemlerde farklı farklı iç ya da dış çatırdamalarından dolayı açığa çıkan yolsuzluklarını yazdık. Ancak hükümetlerin adı, devletlerin adı değişse de yolsuzluk onların varoluşlarında olduğu için kaçınılmazdır. Devletin “vatandaşıyla kurduğu” ilişki, her daim “vatandaşının” sömürüldüğü bir sistem üzerinedir. Ezilenlerin yaşamsal standardının karın tokluğuna geçim olduğu; zenginin yaşam standardının ise yemek, yedikçe doymamak olduğu bu sistemin kendisinin, sürekli yolsuzluk olduğunun bir göstergesi değil midir? Şu an yolsuzluk diye bahsedilen her şey her dönemde olduğu gibi şimdi de devlet güvencesine alınıp, yasal bir zemine oturtulup, yolsuzluk konumundan kurtulacaktır. TC devletinin kuruluşundan-devletlerin kuruluşundan bu yana kurumsallaşan ve yasa güvencesine alınan devletin yolsuzluklarıdır. Devlet bu yolsuzluklarıyla, ezenlerin politikalarını meşrulaştırmayı, kendi iktidarlarını sağlamlaştırmayı ve ezilenleri baskı altında tutmayı hedeflemiştir. İşte bu yüzden devlet yolsuzluktur.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post DEVLETin Normali de Anormali de YOLSUZLUKTUR appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/01/07/devletin-normali-de-anormali-de-yolsuzluktur/feed/ 0