Turgut özal – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Mon, 14 Sep 2020 06:32:26 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 12 Eylül Devlettir, 12 Eylül Kapitalizmdir https://meydan1.org/2020/09/12/12-eylul-devlettir-12-eylul-kapitalizmdir/ https://meydan1.org/2020/09/12/12-eylul-devlettir-12-eylul-kapitalizmdir/#respond Sat, 12 Sep 2020 16:41:39 +0000 https://meydan.org/?p=63911 Yaşadığımız coğrafyada toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal olarak değişimine neden olan 12 Eylül Darbesi’nin üzerinden 40 yıl geçti. 12 Eylül 1980 Darbesi, 1970’lerin özellikle ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen devrimci sokak muhalefetini bastırmak ve ekonomik olarak da devletin kapitalist karakterini küresel anlamda esen neo-liberalizm rüzgarına entegre etmek gibi bir “işlevsellik” taşıyordu. Bu bağlamda 12 Eylül’ü, […]

The post 12 Eylül Devlettir, 12 Eylül Kapitalizmdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yaşadığımız coğrafyada toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal olarak değişimine neden olan 12 Eylül Darbesi’nin üzerinden 40 yıl geçti. 12 Eylül 1980 Darbesi, 1970’lerin özellikle ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen devrimci sokak muhalefetini bastırmak ve ekonomik olarak da devletin kapitalist karakterini küresel anlamda esen neo-liberalizm rüzgarına entegre etmek gibi bir “işlevsellik” taşıyordu. Bu bağlamda 12 Eylül’ü, aynı yılın 24 Ocak tarihinde ilan edilen, ekonomik anlamda yapısal dönüşüm sağlayan kararlardan ve o kararın “mimarlarından” Turgut Özal ile onun temsil ettiği, şu anda da iktidarda bulunan, kendilerini de devamcısı addettikleri siyasi gelenekten ayrı düşünemeyiz. Dolayısıyla 12 Eylül, sadece askeri bir kliğin iktidarı ele geçirmesi değil, “sivil siyasette de” uzantıları olan ve toplumu siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda “dönüştürmeye” odaklı bir darbedir.

12 Eylül’ün bu askeri ve “sivil” bileşenlerinin dışında, mevcut muhafazakar iktidarın güç tahkimini ve “yol temizliğini” kolaylaştıran, dış politika bağlamında bir başka faktörün de -bir başka söylemle fırsatın- altı çizilmeli. Dönemin Soğuk Savaş koşulları içinde düşünülmesi gereken bu “fırsatın” dinamiklerinden biri, ABD’nin SSCB ve komünizm tehdidine karşı devletlerin muhafazakar yapılarını güçlendirmeyi hedefleyen ve “Yeşil Kuşak Doktrini” olarak adlandırılan projesiydi. 1979’daki SSCB işgali sonrası ABD’nin ilk olarak Afganistan’da hayata geçirdiği bu proje, 12 Eylül Darbecileri için son derece kullanışlı oldu, askeri yönetim dönemi sonrası da istisnasız tüm iktidarlar için geçerliydi.

Bölgesel iktidar değişiklikleri bağlamında ise 12 Eylül’ü “çağıran” bir diğer gelişme 1979’da İran’da ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiki olan Şah Rejimi’nin devrilmesiydi. Afganistan ve İran’dan sonra bölgede bir diğer önemli müttefiki kaybetme kaygısı yerini, 1974’teki Kıbrıs işgali ile başlayan ambargonun sessiz sedasız bitirilmesi ve nihayetinde 12 Eylül’ün ilk saatlerinde darbenin Washington’a “our boys did it- bizim çocuklar başardı” şeklinde müjdelenmesine bıraktı.

12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbe, 24 Ocak 1980’de ilan edilen yol haritasını eksiksiz bir biçimde uygulamak gibi bir hedefe sahipti. Ancak bu “hedefi” gerçekleştirmek için yaşanan grevleri, direnişleri, fabrika işgallerini ve bütün bu devrimci dinamiği harekete geçiren toplumsal örgütlenmeyi ortadan kaldırmak gerekiyordu. Darbenin, devrimcilere yönelik idamlar, hapis cezaları, işkenceler şeklinde tezahür eden bilindik “rakamsal” sonuçlarının dışındaki asıl bakiyesi ise -günümüzde x,y,z kuşağı gibi tanımlamalarla da karşılanan ve dönemsel olarak başarılı olduğu söylenebilecek- toplumun depolitizasyonu oldu. Ancak 12 Eylül’ün murad ettiği depolitizasyonun 1987-88 öğrenci direnişleri, işçilerin sokaklara çıktığı ve 1990’daki Zonguldak Madenci Grevi-Ankara Yürüyüşü ile devamını getirdikleri 1989 Bahar Eylemleri, 1980’lerin ikinci yarısında yükselişe geçen Kürt Özgürlük Mücadelesi, devletin yasakladığı her 1 Mayıs ve Newroz’da alanlara çıkılarak, günümüze gelindiğinde de Gezi Direnişi gibi toplumsal ve tarihsel kesitlerde tıkandığı görüldü.

İçinden geçtiğimiz süreçte ise 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştiren ya da darbeyi zımnen destekleyen kimi aktörleri hoşnut edecek gelişmeler gündemden düşmüyor. Korona Krizi’nin başında, devletin en tepesindeki ismin patronlara yönelik “yüzünüz gülüyor” komplimanları, dönemin patron örgütü TİSK Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül’ü selamladığı “şimdi gülme sırası bizde” şeklindeki coşkusunun 40 yıl sonraki güncellenmiş hali. Benzer şekilde aynı “tepe ismin” patronlara, OHAL sayesinde grevleri engelleme icraatlarını duyurması da zihinlerdeki tazeliğini koruyor. Diğer taraftan darbenin “mağdurları” arasında gösterilen MHP’lilerin o dönem 12 Eylül’ü “fikri iktidarda kendisi zindanda” şeklinde tanımladığını hatırladığımızda, aradan geçen 40 yılın MHP’ye fikren ve bedenen bir iktidar bahşettiğini görüyoruz.

Aradan geçen 40 yılda Kürtler açısından devlet baskısı anlamında değişen çok fazla bir şeyin olmadığı ise sembolik anlatımı güçlü bir cümlede özetlenebilir: “Kamber Ateş nasılsın?”. Dönemin Kürt siyasi tutsağı Kamber Ateş’in hapishane görüşüne gelen annesinin ezberleyebildiği tek Türkçe cümle olan ve görüş boyunca defalarca tekrarlanan “Kamber Ateş nasılsın?” sözleriyle 12 Eylül, Kürtlere sadece ve sadece Türkçe konuşmayı dayatmıştı. Aradan geçen 40 yılda, kayyum atanan belediyelerdeki Kürtçe tabelaların, park ve meydan adlarının değiştirilmesi, mahkeme tutanaklarına geçen “bilinmeyen bir dil” ibareleri aslında 40 yıl öncesi ile sınırlı olmayan inkar politikasının bugün de devam ettiğini gösteriyor.

Ancak tüm baskılarına rağmen darbeler, ezilenlerin örgütlenme ve mücadelelerini tamamen bitiremiyor. Gerçekleşen her darbe sonrası, orta ya da uzak bir zaman diliminde yükselişe geçen mücadeleler, toplumdaki mücadele dinamiklerinin darbelerle tümden ortadan kaldırılamayacağını gösterdi. İçinden geçtiğimiz süreçte de bu genel doğrunun altını çizmek gerek. 12 Eylül mirasçısı mevcut iktidar, ilan edilmiş ya da fiili OHAL’ler ile bu dinamikleri ve bu dinamiklerin harekete geçme potansiyelini ortadan kaldırdığını düşünedursun, devletin ortadan kaldıramadığı bu toplumsal dinamikler çatlakları derinleştiriyor ve iktidarın içinde bulunduğu krizi perçinliyor.

Emrah Tekin

The post 12 Eylül Devlettir, 12 Eylül Kapitalizmdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/09/12/12-eylul-devlettir-12-eylul-kapitalizmdir/feed/ 0
“Şalter İnecek, Bu iş Bitecek!” – Fırat Binici https://meydan1.org/2015/02/09/salter-inecek-bu-is-bitecek-firat-binici/ https://meydan1.org/2015/02/09/salter-inecek-bu-is-bitecek-firat-binici/#respond Mon, 09 Feb 2015 19:00:59 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/09/salter-inecek-bu-is-bitecek-firat-binici/ Son günlerde, işçi sınıfı mücadelesi adına heyecanlı günler yaşıyoruz. 22 Ocak’ta grev kararı alan 15.000 metal işçisinin bir patron sendikası olan Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası’na (MESS) karşı aldığı grev kararı ve muhtemel sonuçları, sınıfın hareketlenmesi adına bir dönüm noktası olabilir. Bu dönüm noktasının nasıl olacağını anlamak için, işçi sınıfının tarihine bakmak yeterli olacaktır; yani sınıfın […]

The post “Şalter İnecek, Bu iş Bitecek!” – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Son günlerde, işçi sınıfı mücadelesi adına heyecanlı günler yaşıyoruz. 22 Ocak’ta grev kararı alan 15.000 metal işçisinin bir patron sendikası olan Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası’na (MESS) karşı aldığı grev kararı ve muhtemel sonuçları, sınıfın hareketlenmesi adına bir dönüm noktası olabilir. Bu dönüm noktasının nasıl olacağını anlamak için, işçi sınıfının tarihine bakmak yeterli olacaktır; yani sınıfın öz-örgütlenme deneyimleri ve sendikal bürokrasiye karşı mücadele tarihine. Coğrafyamızdaki mücadele tarihinin önemli kazanımları, 29 Ocak’ta MESS’in tüm dayatma ve tehditlerine karşın çıkılan grevde olduğu gibi, devletle her daim işbirliği içinde olan bu işçi düşmanı patron örgütlenmelerine karşı mücadele ederek elde edilmiştir.

Devletin, sermaye sınıfıyla işbirliği içinde, metal işçilerinin grevine karşı 29 Ocak’ta yayımladığı yasaklama kararı, son 13 yılda 7. grev yasağı. İşçilerin mücadele araçlarına ve örgütlenmesine karşı devletin saldırılarını yoğunlaştırdığı bu süreçte, metal işçilerinin 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesi gerçekleştirdiği MESS direnişlerinin, o dönemde bu önemli patron örgütlenmesini yenilgiye uğrattığını hatırlamak gerekir.

1959’da kurulan MESS(Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası), o yıllarda yavaş yavaş sendikal örgütlenmeye yüzünü dönen işçi sınıfının mücadele ivmesini yavaşlatmayı; metal iş kolu ve tüm iş kollarında “çalışma barışının sağlanması” adı altında işçilerin sermaye sınıfına karşı koşulsuz itaatini amaçlıyordu. Kuruluş bildirgesine bu maddeyi koyan MESS, öte yandan işçi ücretlerinin arttırılması, sosyal hakların geliştirilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi, iş güvencesinin sağlanması gibi talepleri toplu sözleşme masasında müzakere etmeye bile yanaşmıyordu.

15-16 Haziran 1970’in büyük işçi direnişinde mücadele pratiği anlamında ilk kez işçilerin karşısına çıkan MESS, bu süreçte DİSK’in kurucu sendikalarından olan Maden-İş’e karşı bir karalama kampanyasına girişti. MESS yöneticileri, o yıllarda devletin muhalifleri üzerinde bir baskı aracı olarak yasalaşan DGM’yi (Devlet Güvenlik Mahkemeleri: Yakın zamana dek yürürlükte olan Özel Yetkili Mahkemeler’in benzeridir.) desteklediler ve Maden-İş kurucularının bu mahkemelerde yargılanması için kulisler yaptılar. Bu dönemde MESS yönetiminde, daha sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın bulunması, patron sınıfı ve devletin çıkar birlikteliğine dair iyi bir tarihsel örnek olmasının yanı sıra içinden geçtiğimiz süreçte yasaklanan metal işçileri grevinin önemini gösteriyor.

Anayasa Mahkemesi’nin 11 Ekim 1975’de iptal ettiği Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasası’nın 1976’da dönemin sağ partilerince (MHP-MSP-AP) oluşturulan Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti tarafından yeniden öne sürülmesi ve DGM’lerin yeniden yasallaştırılma girişimlerine karşı yaygın işçi direnişleri ve gösteriler başladı.

DİSK yönetiminin süreci geçiştirmeye yönelik göstermelik olarak siyah çelenk koyma “eylemlerine” ve işçilere somut bir mücadele hedefi koymaktan uzak “eylem konusunda işçilerin serbest bırakılacağı” kararı karşısında işçiler; İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Antalya, Adana, Mersin, Diyarbakır, Kayseri, Sakarya, Balıkesir’de iş bıraktı. Demir-Çelik işçilerinin yanı sıra Aliağa ve İpraş Rafinerileri, Erdemir, Türk Demir Döküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renault fabrikalarında üretim “DGM’ye Hayır!”, “MC’ye Hayır!” sloganları eşliğinde tamamen durduruldu. DGM direnişi, yaşanan gözaltılara ve işten atmalara karşın başarıyla sonuçlandı ve DGM yasası engellendi.

“DGM’yi ezdik, sıra MESS’de” şiarıyla hareket eden işçiler, 1977 yılında, grev ve direniş süreçleri karşısında işten çıkarmalar ve lokavt gibi işçi düşmanı tavırlarını daha da katılaştıran MESS’e karşı mücadelesini büyüttü. 1977,78 ve 80 yıllarında gerçekleşen MESS direnişlerinin odağında aslında işçi ücretleri ve ekonomik taleplerden öte politik mücadelelerini önceleyen ve bu doğrultuda örgütlenme haklarının engellenmesine yönelik patron ve devlet saldırılarına karşı bir mücadele hattı vardı. Bu direnişlerin böylesi bir doğrultuda örülmesi ve dahası başarıya ulaşması, bu topraklardaki işçi ve ezilenler mücadelesinin bundan sonraki seyrine yönelik önemli ipuçları veriyor.

İşçi sınıfının örgütlülüğüne ağır bir darbe indiren 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra MESS, azgınca saldırıya girişti. DİSK ve Maden-İş darbeyle birlikte kapatılmıştı. Ama Türk-İş’e bağlı işbirlikçi Türk Metal’e dokunulmamıştı. MESS, 1983’te yasalarda yapılan değişikliklerden sonra, Maden-İş üyesi işçilerin kayıtlarını Türk Metal’e verdi ve Türk Metal’e üye olmalarını sağladı. O günden beri toplu sözleşme görüşmeleri, çoğunluğu elinde tutan Türk Metal’le MESS arasında yürütülüyor. Türk Metal, MESS’in her dayatmasına boyun eğiyor. Bu iki sendika, on binlerce metal işçisine ortak eğitim seminerleri adı altında uslu olmalarını, maaşlarını alıp seslerini çıkarmamalarını nasihat ediyorlar ve “Patron ne kadar kazanırsa, işçi de o kadar kazanır.” yalanına işçileri inandırmaya çalışıyorlar.

Metal işçilerinin tüm baskılara rağmen örgütledikleri grevin ikinci gününde, yasaklanma kararının açıklanmasıyla beraber greve çıkmaya hazırlanan işyerlerinde büyük bir öfke hakim oldu. İstanbul’da bulunan Ejot Tezmak ve Paksan Makina fabrikalarında işçiler vardiya çıkışlarında toplantılar alarak yasağa karşı işyeri işgalleri seçeneğini tartıştılar. Gebze’de bulunan ve metal sektörünün köklü fabrikalarından olan Sarkuysan’da ise benzeri bir filli durum, kısmen Birleşik Metal-İş’in tutumu nedeniyle hayata geçirilemedi. İşçiler yasağa karşı fiili durum yaratarak fabrika işgallerini kısmi de olsa gerçekleştirmeye başlarken, sendikadan, somut bir mücadele yöntemi önermekten uzak ve muğlak bir “yasağı tanımıyoruz” tavrı geldi. Mücadeleye devam edilecekti, ama nasıl?

Hem grev yasağına karşı sıcağı sıcağına karşılık verilememiş, hem de yasak kararının ertesi günü yapılan toplantının ardından, özellikle işgallerin sürdüğü iki işyerine yönelik olarak “pazartesiyi beklemeleri” salık verilmişti. Buna karşın Ejot Tezmak ve Paksan işçileri yaratmış oldukları fiili fabrika işgali durumunu koruyan açıklamalar yaptılar. “Biz bitti demeden bu grev bitmez” diyen Ejot işçileri, pazartesi günü fabrikaya girdiler, fakat üretim yapmadılar. Benzer biçimde Paksan işçileri de fabrikaya girdiler, fakat sendika önlüklerini giyerek tüm vardiyalarda üretimi durdurdular. Metal işçilerinin mücadelesi, bugün de MESS, devlet ve hatta sendika bürokrasisine karşı sürüyor. Tıpkı sınıf kardeşlerinin 1977-80 yılları arasında DGM’ye, MESS’e ve MC hükümetlerine karşı verdiği mücadelede olduğu gibi, sendikal bürokrasiye mahkum olmayıp kazanmak için yükselen sesleri duyuyoruz:

“Şalter İnecek, Bu İş Bitecek!”

Fırat Binici

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Şalter İnecek, Bu iş Bitecek!” – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/09/salter-inecek-bu-is-bitecek-firat-binici/feed/ 0
“Siyasi Tarihin En “Tuhaf” Partileri ve e-Parti” – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2014/12/21/siyasi-tarihin-en-tuhaf-partileri-ve-e-parti-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2014/12/21/siyasi-tarihin-en-tuhaf-partileri-ve-e-parti-ilyas-seyrek/#respond Sun, 21 Dec 2014 16:24:30 +0000 https://test.meydan.org/2014/12/21/siyasi-tarihin-en-tuhaf-partileri-ve-e-parti-ilyas-seyrek/ Gündemin hayli yoğun ve karmaşık olması nedeniyle üzerinde yeterince durulmayan fakat coğrafyanın siyasal gündeminde isimleri, söylemleri ve amblemleriyle dikkat çeken ve kimi zaman tebessüm ettirip şaşırtan partilerden biri olacak e-Parti, 26 Kasım’da kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na verdi. e-Parti, yani Elektronik Demokrasi Partisi, Eş Genel Başkanı (CHP eski milletvekili) Emrehan Halıcı yaptığı konuşmada, partilerinin toplama mitingler […]

The post “Siyasi Tarihin En “Tuhaf” Partileri ve e-Parti” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Gündemin hayli yoğun ve karmaşık olması nedeniyle üzerinde yeterince durulmayan fakat coğrafyanın siyasal gündeminde isimleri, söylemleri ve amblemleriyle dikkat çeken ve kimi zaman tebessüm ettirip şaşırtan partilerden biri olacak e-Parti, 26 Kasım’da kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na verdi.

e-Parti, yani Elektronik Demokrasi Partisi, Eş Genel Başkanı (CHP eski milletvekili) Emrehan Halıcı yaptığı konuşmada, partilerinin toplama mitingler yapmayan, seçim otobüsleri ile dolaşıp halkı rahatsız etmeyen, kağıtsız, bez bayraksız bir parti olacağını söyledi. Ayrıca partinin karar alma ve danışma konularında etkili olacak bir e-Meclisi bulunduğunu da vurguladı.

Aslında e-Parti, TC siyasal yaşamında tuhaf ve ilgi çeken partilerden sadece biri. Çünkü TC siyaset tarihi o “çok partili yaşama geçiş” söyleminin hakkını vererek, gerçekten çok farklı amaçlarla kurulan partilerle doludur. İşte bu çeşitlilikten elbette mizaha da bir malzeme çıkacaktı ve çıktı da. İşte kendi şahsına münhasır o tuhaf TC siyasi partilerden birkaçı:

Arıtma Koruma Partisi: İsmiyle şaşkınlık yaratan bu partinin diğer bir şaşırtıcı yanı ise tahmin edilenin aksine “çevreci”ler tarafından değil de İslami ekolden kimseler tarafından kurulmuş olması.

Büyük Anadolu Partisi: TC Haritası üzerinde bir karıncanın resmedildiği amblemi ve BANAP şeklindeki kısaltmasıyla ANAP’a benzeyen parti, getirilen eleştiriler üzerine yine ANAP üzerine oynayarak kısaltmasını BAP olarak değiştirmiş; amblemini de Turgut Özal’ın damadının baterist olmasına ve Özal’ın gelini ve damadına hediye edilen Jaguar otomobile ithafen davulu delip geçen Jaguar’ın resmedildiği bir amblemle değiştirmiştir.

Ulusal Muhtariyet Partisi: Üyelerini muhtarların oluşturduğu bu parti, muhtarların da siyasette sözünün geçmesi amacıyla kurulmuş, haberlere konu olmuştur.

Türkiye Özürlüsüyle Mutludur Partisi: Taşıdığı mesajını ismine nakşetmiş bu parti, 2004 yılında maddi sıkıntılar nedeniyle kapanmıştır.

Ufak Parti: İsmiyle mütevazılığini gösteren parti, programında iktidarı almak ve seçim kazanmak amacında olmadığını ve bu yüzden programında da devlet teşkilatına yer vermediğini belirtmiştir. Anayasa Mahkemesi de tam da bu nedenle, yani partinin “ufak”lığı ve siyasete “etkisizliği” sebebiyle, partinin kapanmasına karar vermiştir.

Sultan Partisi: Partiye isim koyma sürecinde çok düşünmediği ya da işi aceleye getirdiği açıkça belli olan kurucusu Yaşar Sultan’ın partiye kendi soyadını vermesi, Sultan Partisi’nin coğrafyanın siyasi tarihini “renklendiren” partilerden biri olmasına zemin sağlamıştır.

Güven Partisi: Tıpkı Sultan Partisi gibi adını kurucusu olan Güven Özen’den alan parti, ününü daha çok ‘‘yasadışı’’ olarak kumar oynatmak sebebiyle defalarca yapılan baskınlarla sağlamıştır.

Bahsedilen bu siyasi partilerin her biri, sıradışı tüzükleri, alışılmadık örgütlenme alanları ve çalışmalarıyla dikkat çekiyor. Bu partiler, coğrafyanın siyasi tarihinde yalnızca bir “renk” olarak hafızalarda bırakılmak istense de, kimi zaman “başarılı” olan örneklerinin gerçekliklerine de bürünüyor. “Küçüklükleri” ve başarısızlıkları ile akıllarda kalan bu partilerin karşısında başarılı olan örneklese yolsuzlukları, faili meçhulleri, katliamlarıyla tarihe kazınıyor.

İlyas Seyrek

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Siyasi Tarihin En “Tuhaf” Partileri ve e-Parti” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/12/21/siyasi-tarihin-en-tuhaf-partileri-ve-e-parti-ilyas-seyrek/feed/ 0
” Sadıksa Vali Devlet ‘Baki’ ” – Emrah Tekin https://meydan1.org/2014/01/12/sadiksa-vali-devlet-baki-emrah-tekin/ https://meydan1.org/2014/01/12/sadiksa-vali-devlet-baki-emrah-tekin/#respond Sun, 12 Jan 2014 18:23:39 +0000 https://test.meydan.org/2014/01/12/sadiksa-vali-devlet-baki-emrah-tekin/ Tek partili dönemden çok partili döneme hükümetler gelip geçer. Hükümet kim olursa olsun devleti temsil eden sadık valiler, hükümetine göre davranışsal değişiklik gösterseler bile her zaman devleti devlet yapan adaletsizliklerin temsilcisi olmuşlardır. Vali demek devlet demektir, bilin ki devletin bir zulmü varsa o zulümün başında bir vali vardır. Geçtiğimiz ay, politik gündeme hakim olan konulardan […]

The post ” Sadıksa Vali Devlet ‘Baki’ ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Tek partili dönemden çok partili döneme hükümetler gelip geçer. Hükümet kim olursa olsun devleti temsil eden sadık valiler, hükümetine göre davranışsal değişiklik gösterseler bile her zaman devleti devlet yapan adaletsizliklerin temsilcisi olmuşlardır. Vali demek devlet demektir, bilin ki devletin bir zulmü varsa o zulümün başında bir vali vardır.

Geçtiğimiz ay, politik gündeme hakim olan konulardan biri de, Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin 20. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’ nın son günü söylediği sözlerdi. Erdoğan, Ankara-Kızılcahamam’da düzenlenen toplantının basına kapalı bölümünde, erkek ve kadın öğrencilerin bir arada yaşadığı öğrenci evlerini gündeme getirmişti. Erdoğan konuşmasında, kendisinin temsil ettiği siyasi geleneğin muhafazakar-mutaassıp toplumsal normlarının, bu coğrafyadaki toplumun genelinde var olduğu varsayımıyla, kadın-erkek öğrencilerin aynı evde yaşamalarının “kabul edilemez olduğunu” ve gerekirse adli ve polisiye müdahalelere uygun düzenlemeler yapılabileceğini belirtti. Bu sözlerin kamuoyunda tartışılmaya başlanmasıyla da, önce İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, ardından da Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Erdoğan’ın bu sözlerini talimat telakki eden ve derhal durumdan vazife çıkaran açıklamalar yaptılar. Bunlardan, özellikle Adana valisinin açıklaması, kamuoyunda yoğun tepki çekti ve bir süre gündem oluşturdu.

Adana valisi Hüseyin Avni Coş’un, mülkiye müfettişliği yaptığı sırada, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki yolsuzluk soruşturmasından aklanmasını sağlaması nedeniyle; devlet-iktidar-vali ilişkisi bu örnekte kişisel bir menfaatler birliği gibi görünse de, aslında sözünü ettiğimiz bu ilişkide, çok daha derin bir aidiyet algısı söz konusudur. Bu algıyı biraz daha iyi anlayabilmek için, TC devletinin yakın geçmişinden bir örnek verebiliriz. 1986 yılında, dönemin başbakanı Turgut Özal, Malatya’ya bir gezi düzenlemiştir. Seçim otobüsünün üzerine orada toplananları selamlamak için çıktığında, boyu kısa olduğundan, etrafındaki insanlar yüzünden görülemediği için çevresindekileri çömeltmesi istenir. Özal bunun üzerine etrafındaki insanlardan çökmesini ister, herkes çöker, ancak bir kişi hala ayaktadır: Malatya Valisi Naim Cömertoğlu. Turgut Özal valiye dönerek, “Vali Bey siz neden çökmüyorsunuz?” diye sorar. Vali Cömertoğlu’nun cevabı oldukça çarpıcıdır: “Devlet çökmez sayın başbakanım.”

Devletin ceberrut yüzünü, uygulamaları ve söylemleriyle bulundukları idari mevkide belirginleştiren valiler, bu eylemlerini, geçtiğimiz yasaklı 1 Mayıs ve hemen sonrasında gelişen Taksim Direnişi sürecinde yoğunlaştırarak, kentlerin bu en yüksek mülki amirlerinin ellerinde bulundurdukları yetkilerle, aslında nelere kadir oldukları algısının, kamuoyunda daha iyi anlaşılmasını da sağladılar.

Taksim Meydanı’nın eylem ve mitinglere kapatılmasıyla yasaklı hale gelen 1 Mayıs’ta, yasağa rağmen alana ulaşmak isteyen binlerce kişiyi engellemek için, İstanbul’daki toplu ulaşım araçları, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun talimatıyla büyük oranda durduruldu. Taksim Meydanı’na çıkan tüm metro, metrobüs, otobüs, şehir hatları vapurları ve yolcu motorları valilik emriyle seferlerini durdururken; araç trafiğinin yanı sıra, meydana giden tüm yaya trafiği de kapatıldı. Böylelikle valilerin, önceki yasaklı 1 Mayıslardan (2007, 2008, 2009) tanıdığımız, halkın toplu ulaşımını engelleme-yasaklama yetkisini tekrar hatırlamış olduk. Yine Taksim Direnişi sürecinde, Gezi Parkı’nın “valilik emriyle” bir açılıp bir kapatılmasıyla da, valilerin, halkın ortak kullanım alanlarını, insanların kullanımına açma ve kapama yetkisine de sahip olduklarını öğrenecektik.

Valiler, son dönemde AKP iktidarının yaşamın her alanında baskıcı ve otoriter karakterini belirginleştirmesiyle, mevcut iktidarın sözcüleri gibi görünseler de, gerek 1923 sonrası cumhuriyet döneminde, gerekse Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde merkezi devlet yönetimiyle arasında içselleşmiş bir bağ kurmuşlardır. Devletle kurmuş oldukları bu aidiyet bağı dolayısıyla, valilerin nezdinde devletin bireye olan yaklaşımını da görmek mümkün.

1944 yılında, o dönemlerde Avrupa’da yükselen ırkçılık yanlısı hareketlerin bu coğrafyaya da sıçraması nedeniyle düzenlenen ırkçılık yanlısı eylemlere katılmaktan dolayı tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın sözleri şöyledir: “Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa onu biz yaparız. Bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikincisi çağırdığımızda askere gelmek.” Dönemin Ankara valisinin bu sözlerinde cisimleşen bu durum, valiler nezdinde devletin bireye olan bakışının bir özetidir aslında. Günümüzde, Adana valisinin “Gavat” hitabında ya da İstanbul valisinin, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta başından biber gazı kapsülüyle yaralanan Dilan Alp’e yönelik “Marjinal örgüt üyesi” sözleriyle de tanıdığımız bu durum, devletin hiçbir zaman değişmeyecek algısıdır. Devletlerin karakteristik yapıları farklılaşsa da valilerin devletle kurduğu ilişki, devlete derinden bir bağlılık ve sadakat içerir.

Muktedirin Sadık Temsilcileri: Sömürge Valileri

 

Britanya İmparatorluğu’nda kraliçe tarafından, sömürgeleştirilen bölgelere, “Genel Vali” adı verilen sömürge valileri atanmaktaydı. Birleşik Krallık’ın devlet literatüründe, “sadık, sadakatle bağlı” olarak çevrilebilecek “loyal” sıfatıyla tanımlanan sömürge valileri söz konusu sömürgede imparatorluğun ve kraliçenin gücünü temsil eden figürlerdir. Benzer bir biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nda da bir sömürge valiliği sistemi uygulanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu işgal ederek sömürgeleştirdiği bölgeleri eyalet olarak adlandırılarak, buralara beylerbeyi adı verilen valiler atıyordu. Beylerbeyi adı verilen bu sömürge valilerinde de belirleyici temel kriter “payitahttaki sultanın sadık kulu” olması idi. Söz konusu eyalette, padişahın otoritesini temsil eden bu valilerin emrinde ayrıca, ”Tımarlı Sipahi Ordusu” adı verilen, sayıca merkezi yönetimdekinden fazla sayıda askere sahip bir silahlı güç de bulunmaktaydı. Merkezi yönetimdeki padişaha her yıl salyane, yani yıllık adı verilen, söz konusu sömürgeleştirilmiş bölgenin halkından zorla toplanan vergiler bu valiler aracılığıyla yollanmaktaydı. Gerek Osmanlı, gerekse Britanya İmparatorluğu sömürge valilerinden merkezi yönetimin asıl beklentisi ise, sömürgeleştirilen bölgeden azami sermaye akışının istikrarlı bir biçimde sağlanmasıydı. Sözünü ettiğimiz bu sömürge valilerinin merkezi yönetimle olan bu “akçeli ilişkisi” de göz önünde bulundurulduğunda, kendilerinden istenen “sadakatin” anlamı da daha çok belirginleşiyor. TC devletinin yakın tarihinde de benzer bir sömürge valiliği sistemi uygulandığını söyleyebiliriz. Devletin “derin varlığını” askeri operasyonlarla belirginleştiren bu sömürge valileri de elbette devletle olan ilişkilerinde sarsılmaz bir sadakat içerisindeydiler.

Sömürge Valiliği: OHAL’in Sadık Valileri

TC devletinin, Kürdistan’a ve Kürt halkına yönelik olarak yürüttüğü inkar ve imha politikalarının sonucu olarak sürdürdüğü savaşla birlikte, 1987 yılından itibaren bölgede “Olağanüstü Hal” uygulaması başlatıldı. Bölge de “Olağanüstü Hal Bölgesi (OHAL)” olarak tanımlanmaya başlandı ve Ankara yönetimi tarafından buraya bir bölge valisi atandı.Böylelikle Kuzey Kürdistan’ın önemli bir bölümü TC Devleti literatüründe “Olağanüstü Hal Bölgesi” olarak tanımlanıyordu. Olağanüstü hale uygun olarak, kendilerine olağanüstü yetkiler verilen bu bölge valileri, kamuoyunda da “Süper Vali” olarak adlandırılıyordu. OHAL valileri, asıl olarak,devletin bölgede yürüttüğü savaşı koordine etmekle görevliydiler. Olağanüstü Hal’in etkin olarak uygulandığı 1987-2002 yılları arasında 17 bin insanın fail-i devlet cinayetleriyle katledildiği gerçeği ortadayken, bu “Süper Valilerin” söz konusu “görevlerini” başarıyla yürüttüklerini söyleyebiliriz. Şimdilerde zaman zaman, insan hakları örgütlerinin çalışmaları sonucu kamuoyu gündemine gelen; köy yakmalar, boşaltmalar, insanları helikopterlerden ya da asit kuyularına atmalar, JİTEM cinayetleri ve gözaltında kayıplar vb. fail-i devlet cinayetleri, bir sömürge valiliği sistemi olan OHAL valiliği uygulamalarının sonuçlarıdır. Devletin bölgeye yönelik askeri ve psikolojik saldırılarını yoğunlaştırdığı bu dönemde bölgede valilik yapan Hayri Kozakçıoğlu ve Ünal Erkan gibi isimler, yukarıda sözünü ettiğimiz devlet katliamlarında daha öne çıkan isimlerdi. Daha önce görev yaptıkları il valilikleri ve emniyet müdürlükleri dönemlerinde adları devrimcilere yönelik ev ve sokak infazları ve işkencelerle gündeme gelmiş bu isimler, devletin Kürdistan’da sürdürdüğü savaşın koordine edilmesi açısından oldukça uygundu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişinin de etkisi sonucu, bir sömürge valisinden beklenen sermaye akışını sağlama ve kapitalizmin sömürgedeki istikrarını inşa etme, koruma “görevi” konusunda, OHAL valilerinin Ankara’yı tatmin edebildiğini söylemek ise oldukça güç. Bu yüzden devlet şimdilerde,neoliberal-kapitalist politikalara sahip AKP aracılığıyla “çözüm süreci” adı altında Kuzey Kürdistan bölgesinde istikrarlı bir kapitalist inşa sürecini hayata geçirmek istiyor.

Tek Partileşen AKP’nin Sadık Valileri

2011 Haziran seçimleri sonrası AKP iktidarının yöntemlerini daha da sertleştirmesi ile birlikte, zaten TC’nin geleneğinde var olan devlete derinden bağlı valiler algısı, bu mevcut bağın yanı sıra iktidara olan bağlılığı da belirginleştirdi. Bazı muhalif çevrelerce “AKP Valisi” olarak da adlandırılan bu durum, AKP’nin iktidarında giderek tek partileşme gerçeğini de ortaya koyuyor. CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi “şimdilik” ilgili ilin vali ve belediye başkanının, CHP il başkanı olması gibi bir durum belki söz konusu değil. Ancak,bugün, tek parti ya da tek bir kişinin yönetimine dayalı rejimlerde örneklerine rastlanabilecek şekilde, Erdoğan’ın herhangi bir konuya dair sözünü ya da demecini acilen uygulanması gereken bir talimat olarak algılayan valilerle karşı karşıyayız. Valilik kurumu TC devleti anayasasının 127. Maddesinin 4. ve 5. fıkraları gereği yerellerin vasileri, yani illere vesayet eden kurumlar, olarak tanımlanmaktadır. Askeri vesayeti tasfiye ettiğini söylerken, neo-liberal politikalara dayalı kendi vesayetini inşa ederek, gitgide tek partileşen AKP iktidarında valilerin konumları, anayasanın bu maddesiyle de güvence altına alınarak önemini arttırıyor. İşte bu yüzden de tek partileşen AKP iktidarının bu söz konusu vesayeti istikrarlı bir şekilde hayata geçirmede Adana Valisi Hüseyin Avni Coş gibi, muktedirin herhangi bir konuya dair bir sözünü “emir telakki eden”, iktidarının bekası için meydanları ve parkları ezilenlere yasaklayan, polis-sivil faşist işbirliği şiddeti sonucunda öldürülen Ali İsmail Korkmaz için “arkadaşları öldürmüştür” diyerek gerektiğinde halka aleni yalan söyleyecek “sadık kapı-kullarına” daha çok ihtiyacı olacak.

Emrah Tekin

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır. 

 

 

 

The post ” Sadıksa Vali Devlet ‘Baki’ ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/01/12/sadiksa-vali-devlet-baki-emrah-tekin/feed/ 0
“İşte Şimdi Sahne Sizin” Zeynep Kocaman https://meydan1.org/2013/11/03/iste-simdi-sahne-sizin-zeynep-kocaman/ https://meydan1.org/2013/11/03/iste-simdi-sahne-sizin-zeynep-kocaman/#respond Sun, 03 Nov 2013 16:11:19 +0000 https://test.meydan.org/2013/11/03/iste-simdi-sahne-sizin-zeynep-kocaman/ Taşıyıcısı kadın olan örtü, günümüz muhafazakarlarınca “başörtüsü”, laiklerce “türban” ifadesiyle yıllardır siyasal krizleri beraberinde getirse de özünde bir kadın sorunu olduğu gerçeğini örtememiştir. Yasaklarla, siyasetle ve mücadelesiyle her daim gündem olmuş ve kadınları ilgilendirmiştir. Örtünen Değil, Örtülen Kadın Günümüze kadar cumhuriyetin modern kadın kimliği ile ilişkili olarak örtünme, ideolojik bir temelde sorgulanmıştır. Cumhuriyetin gelişiyle topluma […]

The post “İşte Şimdi Sahne Sizin” Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Taşıyıcısı kadın olan örtü, günümüz muhafazakarlarınca “başörtüsü”, laiklerce “türban” ifadesiyle yıllardır siyasal krizleri beraberinde getirse de özünde bir kadın sorunu olduğu gerçeğini örtememiştir. Yasaklarla, siyasetle ve mücadelesiyle her daim gündem olmuş ve kadınları ilgilendirmiştir.

Örtünen Değil, Örtülen Kadın

Günümüze kadar cumhuriyetin modern kadın kimliği ile ilişkili olarak örtünme, ideolojik bir temelde sorgulanmıştır. Cumhuriyetin gelişiyle topluma dayatılan “modernlik”, kadınlar için yeni bir kimliğin habercisiydi. “Modern” cumhuriyetle kadın başı açık, okur-yazar, seçme ve seçilme hakkına sahip bir kimlikle sınanıyordu. Geleneksel değerlerinden kopartılan toplum, bir de üstüne hiç de tanışık olmadığı Avrupalılar gibi davranmaya zorlanıyordu. Kılık kıyafet değişikliği, sembolik olarak Halifelik misyonunun terk edilişinin bir görüntüsüydü. Ancak bu yeni kimlik sadece biçimseldi ve özde kadının ev hapisliğini değiştirmedi. Genelde ev işçiliğinden çocuk bakıcılığına pozisyonu değişmeyen kadına, ayrıntılarda, yani sembolik olarak, yeni ulusal anlayışın örgütlenmesinde çeşitli pozisyonlar verildi. Bu bazen ulusal anlayışın dikte edildiği eğitim kurumlarında erkeğe yardımcı Fatma Rafet Angın gibi kadın öğretmenler olurken, bazen de erkeklik fabrikası orduda yaşamları için isyan edenlerin üzerine bombalar yağdıran Sabiha Gökçen gibi kadın askerler oldu.

Tek partili dönemden çok partili döneme, değişim vaadiyle yoksullaştırılanlar da yine en çok kadınlar oldu. Seçim zamanları oy uğruna modernizm rüzgarını arkasına alarak “başörtüsünü yobazlıkla” suçlayıp iktidar olanlarla, “başörtüsü değerimizdir” diyerek kaybettikleri iktidarı tekrar kazanmak isteyenlerin nutuklarıyla başörtüsü, erkekler tarafından bir siyaset aracına dönüştürülmüştü.

Meclis ve orduyu elinde tutan Kemalist rejim, yeni kurulan cumhuriyette devletin tüm organlarını kontrol ediyordu. Devlet Kemalist rejimin birebir işlediği bir yapıyken şehir merkezlerinden uzaklaştıkça kenar mahalle ve köylerde muhafazakâr cemaatler Kemalist rejim karşıtlığı yapıyor ve karşı karşıya geliyorlardı. Bu karşılaşmaların en belirgin sloganı ise yine kadının örtüsü oluyordu. Her iki taraf da kadının iradesini hiçe sayarak, kadının iradesi üzerine siyaset yapıyordu.

“Kadının Başındaki Bela: YÖK”

1966-67 yılları… Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle girmek isteyen ilk kadın öğrenci Nesibe Bulaycı, yönetmelik gereğince eğitimine devam edebilmek için başörtüsünü çıkarmak zorunda kalır. Aynı fakültenin öğrencisi, aynı zamanda günümüz Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da halası, Hatice Babacan ise başörtüsünü çıkarmayı reddeder, okuldan atılır ancak yaşananlar hafızalara kazınır. Çünkü bu ilk reddedişle “türban eylemleri” şeklinde ifade edilen siyasi çekişme başlamış olur.

“Modern Ortamda Teokratik Giysi Olmaz”

1973 yılında Ankara Barosu’na başı açık kaydolan Avukat Emine Aykenar, bir süre sonra başını örtmeye karar verir. Bunun üzerine dönemin Ankara Barosu Başkanı Yekta Güngör Özen imzasıyla “modern ortamda teokratik giysi olmaz” gerekçesiyle, aynı zamanda “mesleğin gelenek, onur ve kurallarına aykırı davranış” maddesine dayanılarak Ankara Barosu’ndan atılır. Aynı yıllarda benzer gerekçelerle kadın memurlar ve öğretmenler memuriyetten atılmışlar ya da başı açık bir şekilde çalışmayı sürdürebilmişlerdir.

Biçimsel Etkileşim Öze İşlesin Diye…

 

Kemalist rejimin günümüzde yavaş yavaş kaybettiği etkisinin en belirgin yansımalarından biri, Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili açılan davalar ve sonuçlarıdır. Özellikle bu yargılamalar arasında Balyoz darbe planı oldukça manidardır. “Yapılamayan” darbenin bir cami bombalamasıyla başlatılacağı bilgisinin varsayım ya da gerçek olmasının da bir önemi yoktur. Böylesi bir bilginin açığa çıkması, zaten bir darbedir. Balyoz planları darbe için yapılmış olsun ya da olmasın, zaten bu planlar açığa çıktığı günden itibaren bir darbe süreci yaşanmaktadır. Hükümet, varsayım olan ya da olmayan bir darbe planı üzerinden alışılagelmedik, anlaşılması zor bir darbe yapmıştır. Aynı ’80 darbesinin en önemli gerekçesi olan “Kardeş kardeşi öldürüyor, durdurmamız gerek” sözünün arkasından darbeyle gelen katliamın ve senelerce sürecek bir savaşın ilk adımlarının atılması gibi.

Bir başka gerekçesi irtica olan Kemalist rejimin komutanı Kenan Evren ise Kuran-ı Kerim’den ayetlerin yer aldığı bildiriler dağıtıyor, konuşmalarında peygamberden Allah’tan bahsediyordu. Bu biçimsel etkileşim öze işlesin diye her şehre, her kasabaya imam hatipler açılıyordu. Toplumun soldan sağa kayışı sağlandıkça daha dengeli bir politikayla başörtüsü yasağı sürdürülüyor ve Kemalist rejimin modern görüntüsü değişmiyordu. ’80 darbesiyle netleşen görüntünün siyah beyazdan renkliye geçişi, adeta televizyon görüntüsünün değişmesi gibidir ve bu değişimi muhafazakar gelenekten gelen liberalizmin sembol karakteri Turgut Özal başlatmıştır. Özal, ekonomik olarak liberalken, sosyal açıdan muhafazakar bir yapıdaydı, yani kendisine biçilen kıyafet buydu, O da bu kıyafeti giymekten oldukça memnundu. 1980 Anayasası’ndaki başörtüsü yasağına yaklaşmadı bile. Özal’ın, sonrası süreçlerde de yasağa yaklaşmama ve uzak kalma tutumu sürdü. Özal’ın ve sonrasındakilerin bu uzak kalma tutumu, resmi yasağın fiili serbestliğine dönüşmeye başlamıştı. Ama başörtüsünün fiili serbestliğinin de sınırları vardı. Öğrenci ve memur olan başörtülü kadınlar ayrıntılarda ufak tefek sorunlar yaşasalar da genelinde sorun yaşamamışlardı. Ta ki başörtüsü serbestliği Kemalist rejim tarafından tekrar bir tehlike olarak görülene kadar.

Milli Görüş’ün devamcısı Refah Partisi’nin 1995’te birinci parti olarak meclise girmesi ve Adalet Partisi devamcısı Doğruyol Partisi’yle 1997’de koalisyon oluşturup hükümet kurmasıyla başlayan “tehlike” 1997’de adeta bir darbeyle karşılandı ve böylece başörtüsü için de her şey değişmeye başladı. Resmi yasak tekrar fiili yasaklamayla sürerken, sonrasında 1998’de Refah Partisi Kemalist rejimin “laik cumhuriyet ilkelerine aykırılık”tan kapatıldı. Bu kapatılmadan üç yıl sonra Refah Partisi yerine kurulan Fazilet Parti’sinden İstanbul milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın yemin törenine başörtüsüyle katılması yeni bir krize yol açtı ve beraberinde başlatılan yargılamanın sonuçlanmasıyla, 2001’de Fazilet Partisi de kapatıldı.

1994’te HEP’li Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana yemin töreninde Kürtçe yemin ettiği için, İstanbul milletvekili Merve Kavakçı ise yemin töreni esnasında başörtüsü taktığı için siyasetten ötelendiler. Belki de bu ortak kader, bugünkü Kürt siyasetinin meseleye bakışındaki önemli etkenlerden biridir.

Başörtüsü yasağının fiiliyattaki saçma sapan uygulamalarına karşı, başörtüsü takan her kadın direnmek zorunda kaldı. Saçma sapan uygulamalardı çünkü o dönemlerde üniversite kapılarındaki genç kadınların başörtülerinin üzerine bir de peruk taktığı görüntüler, bize yasağın anlamsızlığını gösteriyordu.

Aynı süreçte belirginleşen Fethullah Gülen cemaati ve bugünün iktidarı AKP de yine Kemalist rejimin tedirgin olacağı benzer anlayışın devamcılarıydılar. Yalnız bu devamcılar kendilerinden öncekilerin birçoğunun birçok özelliğini taşırken, diğer yandan kapitalizme entegre bir Türkiye’nin oluşturulması için oldukça prezantabl davranıyorlardı. Muhafazakar sol ile sağ arasında liberal kimlikli bir AKP’nin kendini bulma çabası hissediliyordu. Bu çabada önemli etkiyi, kanaat önderleri oluşturuyordu. Başörtüsünü biçimselden başlayan bir değişimle öze indirecek olan değişimin bu sembol karakterleri bir bir açığa çıkmaya başlamıştı. Dünün direnen başörtülü kadınının mücadelesi üzerine, toplumun imaj olarak beğeneceği başörtüsü koyuluyor ve başörtüsü direnişin sembolünden, liberallerin imaj savunusuna dönüşüyordu.

Cumhuriyetin başından itibaren ikili kavgadaki taraflar zaman zaman hissettikleri ama bir türlü net olarak göremedikleri üçüncü karakterle ilk kez bu kadar net bir şekilde karşılaşıyorlardı. Bu karakter bir yandan Kemalistlerin ilerlemeci modern özelliklerini taşırken, diğer yandan Kemalizm karşıtı muhafazakar Müslümanların muhafazakar özelliklerini de sahipleniyor ve açığa çıkan modern Müslüman anlayışla bu kapsamdaki tüm kavramları da mülkiyetine geçiriyordu. Modernizmin en belirgin özelliği demokrasinin “savunuculuğundan” muhafazakarlığın olmazsa olmazı alkol yasağına kadar her şeyin kendi bünyesinde bulunmasını istiyordu. Her daim kenar süsü olan milliyetçiliği ise işine gelince yükseltiyor, işine gelince düşürüyordu. Bu algının yarattığı imaj haline gelen başörtüsünün ve onun yaratıcısı kadının serüvenine gelince…

Modern Müslüman Kadının “Şule başı”

1960’lı yıllarda, aristokrat Müslüman gazeteci Mehmet Şevki Eygi öncülüğünde haftalık çıkan Yeni İstiklal Gazetesi’nde yazmaya başlayan Şule Yüksel Şenler, özellikle başörtüsü konusundaki farklı söylemleriyle karşımıza çıkar.

Şule Yüksel Şenler döneminin “misyoner” kadınlarından biridir. Anadolu’yu kapı kapı dolaşarak kadınlara “örtünün” çağrılarında bulunur. Aynı zamanda görüntüsü, düzgün diksiyonu, ikna kabiliyeti ve entelektüel birikimiyle kadınları etkiler. Örtülü kadının özel ve kamusal alandaki kabulünü bir karşı koyuş olarak “modern” Müslüman kadın prototipiyle değiştirmeyi misyon edinmiş ve kısa zamanda bu tarzdaki kadınları etrafında toplamayı başarmıştır. Konuştukları ve yazdıkları kadar taktığı “örtüsü” de dönem itibariyle kadınların “modern” örtüsü haline gelir. Kendi ifadesiyle, protokollerden bıkmış bir prensesin Roma’daki sıkıcı hayatı ve onu haber yapmak isteyen gazeteci arasındaki aşk hikayesini anlatan “Roman Holiday” isimli filmin başrol kadın oyuncusu olan Audrey Hepburn’nun başındaki örtüden esinlenerek taktığı bu örtünme şekli günümüze değin uzanan “şule başı” modelidir.

“I’m Malcom X” ya da “I’m Şule Yüksel Şenler”

Siyah Müslümanlar Hareketi’nin anlatıldığı Malcolm X filminin son sahnesinde Güney Afrikalı ilkokul öğrencilerinin tek tek ayağa kalkarak “I’m Malcolm X!” (Ben Malcolm X’im) demeleri filmi izleyenleri oldukça etkilemiştir. Şule Yüksel Şenler hakkında Star Gazetesi yazarlarından, AKP’nin kalemşoru Hakan Albayrak’ın bir yazısında Şule Yüksel Şenler-Malcom X benzetmesi bizlere tek tek ayağa kalkan ve Şulebaşlarıyla günümüze dek çoğalan “modern” Müslüman kadınlarını çağrıştırmaktadır.

Şule Yüksel Şenler “modern” örtüsüyle bir dönem sonrasını epey etkilemiş ve bu konuda oldukça da başarılı olmuştur. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın özellikle televizyonlardan yayınlanmasında ısrarcı olduğu, Şule Yüksel Şenler’in aynı adlı romanından diziye uyarlanan ve şimdilerde ATV kanalında yayınlan Huzur Sokağı da izleyicilere bu başarı öyküsünü anlatıyor. Dizinin kadın karakteri Feyza gerçek hayattaki Şuleyi mi anlatıyor bilemiyoruz ancak bu romanın aynı zamanda birçok üniversitenin kapı girişinde elden ele dağıtılması Şulebaşlı Feyzaların artık her yerde olduğunun bir göstergesi olsa gerek. Ancak “modern görünümlü” de olsa topluma, erkeğe, aileye yakıştırılan ve istenilen kadınlar olarak. Tarih boyunca bir kumaş parçası kadar değersiz görülüp fikri sorulmadan, bu kumaş parçasıyla taçlandırılan kadınlar olarak. Bütün ataerkil yapıların yıkılmadığı, kadın üzerindeki zorunluluklarının yok olmadığı sürece kendi yaşamı hakkında karar veremeyen kadınlar olarak. Ne modern zihniyetli cumhuriyetçilerin, ne de muhafazakar modern görünümlü şulebaşçıların kurtaramayacağı kadınlar olarak.

On Gram Örtünün Altına Gizlenen Özgürlük

Kalemi güçlü yazarlardan Onur Caymaz örtünmeye ilişkin bir yazısında şu şekilde ifade etmiş; bu işin kökü İsa’dan bile yedi yüzyıl öncesine Asurlulara dek dayanıyor diyerek. Eski bir Sami inancına göre, kadının saçları, cinsel organını kaplayan kılların devamıymış ve erkekler tepedeki kıllara bakıp, “aşağıdaki”ni hayal etmesinler diye Asur’da kadınların başları kapalıymış. Fakat bu işin “iktidar mücadelesi”ne dönüşmesine sebep olan sürecin başlangıcı, Aziz Pavlus’a dek uzanıyormuş. Tarsuslu Pavlus, Korinthoslulara Mektup’ta “Tanrı esiniyle dua eden veya konuşan her kadın başını örtmelidir. Erkek başını örtmez, Tanrı’nın imgesidir ve şanıdır, ama kadın erkeğin şanıdır, çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır ve erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır” der. Belki de bu yüzden Müslüman yazar Muhammed Kasimi, “Her örtünün ardında, kadına duyulan üç bin yıllık kin vardır” demiş.

Sözün özü; başörtüsü yaşadığımız coğrafyada yüz yıllık cumhuriyetin kuruluşundan önce başlayan belki de yıkılmasından sonra da sürecek bir kısır döngüdür. Başörtüsünün siyasetten arınması oldukça zorken artık tesettür modasıyla bir imaj olarak, başka bir döngüde kısırlaşmıştır. Siyasetin tükettiği başörtüsü, alışveriş merkezlerinde lüks markaların vitrinlerinde pahalı etiketlerle kapitalizmin modern Müslüman kadınına, yani tüketicisine sunuluyor. Müslümanlığın dini gereksinimini uygulamak isteyen kadın, gelenekselden moderne on gram kumaş parçasının altında kendi özgürlüğünü örtüyorsa şayet, örterek sakladığı özgürlüğü aynı zamanda onun kendi benliğidir de ve kadının kendi özgür benliğiyle alacağı kararlarla yaşamasını kimse yasaklayamaz. Çünkü yeryüzüne gelen ilk kadın olduğu söylenen Lilith de, özgür kararlarını yasaklayan Adem’e karşı koyarak yalnız kalacağını bilmesine rağmen yine de özgürlüğü seçmiştir.

Zeynep Kocaman

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.

The post “İşte Şimdi Sahne Sizin” Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/11/03/iste-simdi-sahne-sizin-zeynep-kocaman/feed/ 0
Geçmiş Bahar Geçmiş Yaz… Gelmiş Nükleer Vakti! https://meydan1.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/ https://meydan1.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/#respond Sat, 31 Aug 2013 13:31:21 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/ Tam 68 yıl önce, 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’da, 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’de patladı bombalar. Nagasaki Belediyesi’nin resmi listesine göre; gerçekleşen ekolojik katliama paralel olarak, o an öldürülen veya daha sonra nükleerin etkisiyle ölen insanların toplam sayısı 143.124’e ulaşmıştı. Bu katliam ne bir ilkti, ne de son oldu. Kapitalizm ve devlet yüzyıllardır, küçücük atomlardan bile kocaman […]

The post Geçmiş Bahar Geçmiş Yaz… Gelmiş Nükleer Vakti! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Tam 68 yıl önce, 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’da, 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’de patladı bombalar. Nagasaki Belediyesi’nin resmi listesine göre; gerçekleşen ekolojik katliama paralel olarak, o an öldürülen veya daha sonra nükleerin etkisiyle ölen insanların toplam sayısı 143.124’e ulaşmıştı. Bu katliam ne bir ilkti, ne de son oldu.

Kapitalizm ve devlet yüzyıllardır, küçücük atomlardan bile kocaman katliamlar yaratıyor!

Devlet, “bilgi ve iletişim çağı” olduğu iddia edilen günümüzde de, katliamlarını sürdürüyor ve bu katliamlarını halkların gözünde meşrulaştırmak için, kılıflar uydurmaya devam ediyor. Bilimi, teknolojiyi, hiç sorgulamadan duyduğu hayranlıkla kabullenmesi gereken bizlerden, sunulan bilimsel nimetleri, sunanlara şükrederek tüketmemiz bekleniyor.

***

Özal döneminde yaşanan Çernobil Katliamı sonrasında, katliamın kılıfçıları sansasyonel açıklamalar yapmıştı, hatırlarsanız.

Dönemin Başbakanı Turgut Özal; “Radyoaktif çay daha lezzetlidir.”

Cumhurbaşkanı Kenan Evren; “Radyasyon kemiklere yararlıdır.”

Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral; “Çaylarda tehlike yok ki imha edelim.”, “Dinine, imanına inanan ‘Radyasyon var’ demez.”, “Çaydaki radyasyon tehlikesiz.”

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) eski başkanı, “nükleerci bilim adamı” lakabıyla tanınan Ahmet Yüksel Özemre; “Ne bulursanız yiyebilirsiniz.”, “Çayda tehlike yok ama dışsatımı yasaklıyoruz.” demişti.

***

Bir süredir gündemi oldukça meşgul eden ve nimet denilerek kılıfına uydurulan iki proje de, Mersin-Akkuyu ve Sinop’ta faaliyete geçmesi planlanan nükleer santraller.

Bugünün kılıfçıları da, eski kılıfçılar gibi -patlama, sızıntı ya da bomba olmasa dahi- nükleer santrallerin başlı başına birer katliam olduğu gerçeğinin üstünü örtmeyi amaçlıyor. Bu amaçla, -ev tipi ya da sanayi tipi değil- “nükleer tipi” dikiş makinelerinin başında, harıl harıl çalışıyor.

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan; “Ülkemizin artan enerji ihtiyacı ve dışarıya ödediğimiz kaynak düşünüldüğünde, nükleer santral ile biz adeta ‘sessiz devrim’ gerçekleştiriyoruz.”

Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti Fatih Birol; “Birçok ülkenin kaderini enerji belirleyecek. Nükleer enerji, diğerlerine göre daha ucuz.”

AK Parti Sinop Milletvekili Mehmet Ersoy; “Santralimizin inşaatı sürecinde, yaklaşık 10.000 kişi çalışacak.” diyor.

Örtmeye çalıştıkları katliam o kadar büyük ki; Erdoğan, Taksim’den başlayıp dört bir yana yayılan isyan hareketinin harladığı ateşi, “devrim”i dillendirmek zorunda kalıyor. Fatih Birol, daha ucuza enerji üretimini vurgularken; Mehmet Ersoy da milyonlarca işsizin yarasına sözde merhem sürüyor.

Bunlar dışında, Akkuyu Nükleer Santrali’nde çalışmak amacıyla Rusya’da mühendislik eğitimi almaya hak kazanan -önceki 117 öğrencinin ardından- 80 öğrenci daha sınavla seçiliyor. İTÜ, ODTÜ, Yıldız Teknik, Hacettepe gibi “seçkin” üniversitelerini bırakıp “nükleer mühendisi” olmayı tercih eden öğrencilerin, TC’nin ilk “Nükleer Uzman Grubu” olacağı açıklanıyor. Yani, bedeli doğayı ve yaşamı katletmek olsa da, burslu ve iş garantili bir eğitim alacakları…

***

Katliam kılıfçılarının diktiklerini bir yana bırakırsak, bir de bu kılıfları yırtanlar var. Kılıfın altındakileri de yıkanlar. “Yıkmak, yaratmaktır!” diyorlar. Herkesi, her şeyi talana yeminli “kapitalizmi” ve…”devleti” yıkmak. Paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örülen, ekolojik uyumla dönen dünyayı yaratmak.

Onlar için; yazdan sonra, nükleer vakti gelmiyor. Mevsimlerin döngüsü de farklı işliyor;

Geçiyor bahar, geçiyor yaz… Geliyor yeniden isyan vakti!

The post Geçmiş Bahar Geçmiş Yaz… Gelmiş Nükleer Vakti! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/feed/ 0