Üretim – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 07 Apr 2020 15:37:01 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşist Ekonomi Tartışmaları (33): Ekonomiyi Yenmek https://meydan1.org/2020/04/07/anarsist-ekonomi-tartismalari-33-ekonomiyi-yenmek/ https://meydan1.org/2020/04/07/anarsist-ekonomi-tartismalari-33-ekonomiyi-yenmek/#respond Tue, 07 Apr 2020 15:32:42 +0000 https://meydan.org/?p=56905 Dayanışma ekonomisi, Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimizde daha önce ele aldığımız bir konu. Bu sayıda ise popüler bir model olarak pratik edilen dayanışma ekonomisine yönelik bir eleştiriye yer veriyoruz. Alıntıladığımız metin, ekonomiyi bir amaç olarak görmeyi reddeden anarşist bir grup olan Görünmez Komite’nin 2015’te yayımladığı “Arkadaşlarımıza” adlı kitapta bulunuyor. Komünü zaptedilmez yapan şeyin tam da […]

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (33): Ekonomiyi Yenmek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Dayanışma ekonomisi, Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimizde daha önce ele aldığımız bir konu. Bu sayıda ise popüler bir model olarak pratik edilen dayanışma ekonomisine yönelik bir eleştiriye yer veriyoruz. Alıntıladığımız metin, ekonomiyi bir amaç olarak görmeyi reddeden anarşist bir grup olan Görünmez Komite’nin 2015’te yayımladığı “Arkadaşlarımıza” adlı kitapta bulunuyor.

Komünü zaptedilmez yapan şeyin tam da onun esasını oluşturması, onun baştan başa sarıldığı halde hiçbir zaman gasp edilemeyecek olması, önceden de Roma Hukuku’ndaki res communes’in ayırt edici özelliğiydi. “Ortak şeyler” okyanus, atmosfer, tapınaklar gibi ele geçirilemeyecek şeylerdi. Birkaç litre suyu, bir kıyı şeridini ya da tapınağın taşlarını ele geçirebilirsiniz ama denizi değil, kutsal yeri değil. Res communes paradoksal biçimde şeyleştirilmeye, şeylere dönüşmeye direnirler. Kamu hukukunda, kamu hukuku dışında kalanları belirtir: Ortak kullanımda olanlar yasal kategorilere indirgenemez. Dil genellikle “komünal”dir: Kişi onun sayesinde, onun aracılığıyla kendini ifade edebilse de kimse onu kendi mülkü yapamaz. Kişi onu sadece kullanabilir.

Son yıllarda bazı ekonomistler yeni bir “komün” teorisi geliştirmeye çalışıyorlar. “Komün”ün, pazarın değer vermekte zorlandığı ama onsuz işlemeyeceği şeyler olduğu söyleniyor: Çevre, zihinsel ve bedensel sağlık, okyanuslar, eğitim, kültür, büyük göller vb. ama aynı zamanda dev altyapılar (otobanlar, internet, telefon ya da sağlık ağları vb.). Hem gezegenin durumundan endişelenen hem de pazarın işleyişini geliştirmeyi arzulayan bu ekonomistlere göre, bu “ortak şeyler” için sadece pazara dayanmayan yeni bir “yönetişim” biçimi icat etmek gerekiyor.

2019 Nobel Ekonomi ödülü sahibi Elinor Ostrom’un “komünü yönetmek” için sekiz ilke tanımladığı son “çok satan” kitabının adı Ortak Malların Yönetimi. Henüz oluşturulmamış olan “ortak şeylerin yönetim kadrosunda” kendilerine bir yer olduğunu anlayan Negri ve şürekası özünde tamamen liberal olan bu teoriyi benimsedi. Hatta kapitalizm tarafından üretilen her şeyin son tahlilde insanların üretken işbirliğinin sonucu olduğu şeklinde bir akıl yürütmeyle, “ortak şeyler” kavramını bunları kapsayacak şekilde genişlettiler. İnsanların bunları ele geçirmesinin yolu ise pek sık görülmeyen bir “ortak şeylerin demokrasisi” olarak gösteriliyordu. Fikir yoksunu ebedi takipçileri koşup onların arkasında sıraya girdiler. Şimdi kendilerini “sağlık, barınma, göç, sosyal hizmetler, eğitim, tekstil endüstrisindeki koşullar vb.” talep ederken buldular; ele geçirilmesi gereken o kadar çok “ortak şey” var ki… Böyle giderse yakında nükleer santrallerin işçiler tarafından yönetilmesini isteyecekler ve tabi NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı isimli ABD istihbarat teşkilatı), çünkü internet herkese ait olmalı. Onlara göre sofistike teorisyenler “ortak şeyleri” Batı’nın sihirli şapkasından son çıkan metafizik prensip olarak görme eğiliminde. Bir “arche” diyorlar, “bütün politik hareketi örgütleyen, kumanda eden ve hükmeden” anlamında, yeni kurumları ve yeni bir dünya hükümetini doğuracak olan yeni bir “başlangıç”. Bütün bunların kaygı verici yanı, hayal edebildikleri tek devrimin bugünkü dünyanın yönetim kademesine Proudhon ve İkinci Enternasyonal’den ilham alan insanların danışmanlık yapması. Günümüzdeki komünler “ortak şeylerin” hiçbirine erişim talebinde bulunmuyor ya da yönetimine heves etmiyor. Doğrudan doğruya ortak bir yaşam biçimi örgütlüyorlar, yani gasp edilemeyecek olanla ortak bir ilişki geliştiriyorlar ve dünya ile başlıyorlar.

Bu “ortak şeyler” yeni nesil bürokratların eline geçti diyelim, bizi öldüren şeyler hiçbir açıdan gerçek anlamda değişmeyecek. Metropolün tüm sosyal yaşamı dev bir cesaret kırma projesi gibi çalışıyor. İçindeki herkes, varoluşlarının her yönüyle, genel emtia sistemi örgütlenmesi tarafından tutsak ediliyor. Kişi elbette o ya da bu örgütte aktivist olabilir, “arkadaş” grubuyla sokağa çıkabilir ama nihayetinde herkes kendi başınadır, kendi postunu kurtarır ve bunun farklı olacağını düşünmek için bir neden yoktur. Fakat her hareket, her sahici deneyim, her isyan süreci, her grev, her işgal, o hayatın kendini kanıtlayan sahte kanıtında açılan bir çatlaktır; ortak bir yaşamın mümkün ve arzulanır olduğunu, değerli ve coşkulu olabileceğini kanıtlar. Bazen sanki buna inanmamızı engellemek için diğer yaşam biçimlerini, sönümlenenlerinden kalan izler dahil, imha etmek üzere her şey üst üste geliyor gibi gözüküyor. Geminin dümenindeki gözü dönmüşlerin en korktuğu şey, yolcuların onlardan daha az nihilist olması. Gerçekten de bu dünyanın bütün örgütlenmesi, yani ona mutlak bağımlılığımız, olası diğer bütün yaşam biçimlerinin gündelik olarak inkarıdır.

Toplumsal cila çatlayıp soyuldukça bir güç biçimini almanın aciliyeti yüzeyin altından ama görünür biçimde yayılıyor. Meydanlar hareketi bittiğinden beri birçok şehirde grev komitelerinin ve mahalle meclislerinin ama aynı zamanda kooperatiflerin tahliyeleri durdurmak için, her şey için ve her anlamda karşılıklı yardımlaşma ağlarının ortaya çıktığını görüyoruz. Üretim, tüketim, barınma ve kredi kooperatifleri ve hatta yaşamı her yönüyle ele alan “entegre kooperatifler”. Bu çeşitlilikte, daha önceden marjinal olan bir pratikler yumağı, şimdiye kadar bunları neredeyse kendine saklayan radikal gettonun çok ötesine yayılıyor. Böylelikle daha önce olmayan bir ciddiyet ve etkinlik kazanıyorlar ve bu pratikler kolaylaşıyor. İnsanlar para ihtiyacını beraberce karşılıyorlar, biraz kazanmak ya da onsuz yapmak için örgütleniyorlar. Yine de araç yerine amaç olarak alınırsa kooperatif bir marangozhane ya da oto tamirci, maaşlı iş kadar bezdirici olabilir. Her bir ekonomik oluşum, eğer komün onun bütünlüğünü reddetmiyorsa unutulmaya mahkumdur, zaten unutulmuştur. Yani komün, ekonomik toplulukları (komüniteleri) birbirleriyle iletişim (komünike) haline getiren, onların içinden akan ve onları taşıran şeydir; ben-merkezci eğilimlerini engelleyen bağdır.

20. yüzyılın başında Barselona işçi hareketinin etik yapısı yürümekte olan deneyimlere bir rehber olabilir. Ona devrimci karakterini veren tek başına özgürlükçü okullar, CNT-FAI damgalı parayı basan teknisyenler, sektörel sendikalar, işçilerin kooperatifleri ya da pistoleros grupları değildi. Bütün bunları birleştiren bağdı, bütün bu faaliyetlerin ve oluşumların arasında yeşeren ama hiç birine atfedilemeyecek olan ortak yaşamdı. Bu onun yenilmez olan temeliydi.

“Krizin” vurduğu birçok Avrupa ülkesinde toplumsal ve dayanışmaya dayalı ekonominin ve onlara eşlik eden kooperativist ve mutualist ideolojilerin ısrarla geri döndüğünü görüyoruz. Bunun “kapitalizme bir alternatif” oluşturabileceği fikri yayılıyor. Biz bunu daha çok mücadeleye alternatif, komüne alternatif olarak görüyoruz. Sadece Dünya Bankası’nın son yirmi yılda dayanışma ekonomisini özellikle Güney Amerika’da nasıl bir politik pasifleştirme tekniği olarak kullandığına bakmak ikna edici olacaktır. “Üçüncü Dünya” ülkelerinin gelişmesine yardım projesi, 1961-1969 yıllarında ABD Savunma Bakanı olan ve Vietnam, Portakal Gazı ve Rolling Thunder bombalaması ile bilinen Robert McNamara’nın karşı isyan tasarımıdır. Bu ekonomik proje esasında ekonomik değil tamamen politiktir ve basit bir amacı vardır. ABD’nin “güvenliğini” garantilemek yani komünist isyanları yenmek için onları doğuran en büyük etken olan “aşırı yoksulluk”tan mahrum bırakmak. Yoksulluk yoksa isyan yok. Katıksız Galula. McNamara 1968’de “Cumhuriyetin güvenliği” diye yazıyordu, “sadece onun askeri gücüne değil, hatta öncelikle, burada kendi evinde olduğu kadar dünyanın her yerinde gelişmekte olan ülkelerde istikrarlı ekonomik ve politik sistemlerin yaratılmasına dayanır.” Bu açıdan bakıldığında yoksullukla savaşın bir çok amacı var. İlk olarak asıl sorunun yoksulluk değil zenginlik olduğu gerçeğini gizliyor; küçük bir azınlığın iktidarla birlikte üretim araçlarının çoğunu elinde tuttuğu gerçeğini. Ayrıca sorunu politik değil toplumsal mühendislik meselesine çeviriyor. Dünya Bankası’nın 1970’ten beri yoksulluğu azaltmak için yaptığı müdahalelerin neredeyse sistematik olarak başarısızlığa uğraması ile dalga geçenler, gerçek amacı olan isyanı önlemek konusunda çoğunlukla kesin başarı sağladığını dikkate alsalar iyi olur. Bu mükemmel işleyiş 1994’e kadar sürdü.

1994, 170.000 yerel “dayanışma komitesinin” desteğiyle ABD ile yapılan serbest ticaret anlaşması ile üretileceği öngörülen şiddetli toplumsal bozulmanın etkilerini yumuşatmak için tasarlanan Meksika’da Ulusal Dayanışma Programı’nın (PRONOSOL) başlatıldığı zamandı. Zapatistaların isyanına yol açtı. O zamandan beri Dünya Bankası “yoksul halkların otonomisini ve yetkelendirilmesini destekleyen” mikrokrediye* odaklandı (2001 Dünya Kalkınma Raporu). Kooperatifler, yardımlaşma dernekleri, kısacası toplumsal ve dayanışmacı ekonomi. Aynı rapor diyor ki “yoksul insanların yerel örgütlere mobilizasyonunu teşvik edin ki aynı zamanda o kurumlarda denetleyici olarak rol alabilsin, yerel karar alma süreçlerine katılabilsin ve böylece günlük hayatta hukukun üstünlüğünün sağlanması için işbirliği yapsınlar.” Yani yerel liderleriyle işbirliği yapıp kendi ağlarımıza dahil edin, muhalif grupları etkisizleştirin, “insan sermayesinin” değerini yükseltin, daha önce emtia dolaşımından kaçan her şeyi, marjinal olanları bile dolaşıma sokun.

Onbinlerce kooperatifin ve hatta kazanılan fabrikaların bile Argentina Trabaja programına entegre olması Cristina Kirchner’ın 2001 isyanına cevap olarak ayarlanmış karşı isyancı başyapıtıdır. Ondan aşağı kalmasın, Brezilya’nın 2005 yılında 15.000’e varan işletmesi ile kendi Ulusal Dayanışma Ekonomisi Sekreterliği, yerel kapitalizmin başarı hikayesine parlak biçimde ekleniyor. “Sivil toplumun mobilizasyonu” ve “farklı bir ekonominin” geliştirilmesi Naomi Klein’ın safça düşündüğü gibi “şok stratejisine” uygun bir cevap değil, şok mekanizmasının diğer vuruşu. Neoliberalizmin temel unsuru olan şirket-biçimi kooperatiflerle beraber yayılıyor. Yunanistan’da bazı solcuların yaptığı gibi ülkesinde son iki yılda öz yönetimli kooperatiflerin patlamış olmasından aşırı memnun olmamak gerekir. Çünkü Dünya Bankası tam olarak aynı hesabı aynı memnuniyetle yapıyor. Toplumsal ve dayanışma tipinde esnek bir marjinal ekonomik sektörün varlığı politik, dolayısıyla ekonomik, iktidarın merkezileşmesine karşı bir tehdit oluşturmuyor. Hatta onu bütün zorluklardan koruyor. Bu kadar korunaklı bir tamponun arkasında Yunan armatörler, ordu ve ülkenin büyük şirketleri her zamanki işlerine devam edebiliyorlar. Bir miktar milliyetçilik, toplumsal ve dayanışma ekonomisinden bir dokunuş ve işte sonuç: İsyan biraz daha beklemek zorunda.

Ekonomi “davranışların bilimi” ünvanını ya da hatta “uygulamalı psikoloji” mertebesini iddia etmeden önce ihtiyacın, bu ekonomik yaratığın dünya üzerinde çoğaltılması gerekiyordu. Bu ihtiyaç hali, bu muhtaç emekçi, doğanın yarattığı bir şey değil. Uzun zaman boyunca sadece yaşam şekilleri vardı, ihtiyaçlar değil. İnsan bu dünyanın bir parçasında yaşar ve orada kendini nasıl besleyeceğini, nasıl giyineceğini, eğleneceğini ve başının üstüne bir dam koyacağını bilirdi. İhtiyaçlar tarih içinde kadın ve erkekleri dünyalarından kopararak üretildi. Bunun yağma, sömürü, kapatma ya da kolonizasyon biçimlerinden hangisini aldığı bu bağlamda önemli değil. İhtiyaçlar, ekonominin kopardığı dünyanın karşılığında insana verdiği şeydi. İnkar etmenin faydası yok, bu ön kabulle başlıyoruz. Fakat eğer komün ihtiyaçlar için sorumluluk almayı içeriyorsa, bu özerklik kaygısından değildir, çünkü bu dünyaya ekonomik bağımlılık, sürekli ezilmenin varoluşsal olduğu kadar politik bir nedenidir.

Komün ihtiyaçlarımızı karşılarken bunu içimizdeki muhtaç olma durumunu yok etme niyetiyle yapar. Bir eksiklik hissedildiğinde yaptığı ilk hareket, o eksiklik her ortaya çıktığında o eksikliği ortadan kaldırmanın yolunu bulmaktır. Eve ihtiyacı olanlar mı var? Sadece onlar için bir tane yapmazsın; herkesin kendine hızlıca bir ev yapabileceği bir atölye kurarsın. Toplantı yapmak, oyalanmak ya da eğlenmek için bir yere mi ihtiyaç var? Bir yer işgal edilir ya da inşa edilir ve “komüne dahil olmayanlara” da açılır. Gördüğünüz gibi mesele ihtiyacın bolluğu değil ortadan kaldırılmasıdır, yani kolektif güce katılım dünyaya karşı tek başına olma hissini yok eder. Bunun için hareketin esrikliği yeterli olmaz; araçların bol ve çeşitli olması gereklidir.

Selanik’te işçileri tarafından yeniden işletilmeye başlanan Vio.Me fabrikası** ile, her ne kadar oradan ilham aldıklarını söyleseler de, Arjantin’de felaketle sonuçlanan bir dizi çeşitli özyönetim girişimi arasında bir ayrım yapmak gerekir. Farklı olan, fabrikanın tekrar üretime geçmesinin sadece bir alternatif ekonomi girişimi olarak değil, en başından Yunanistan’daki “hareketin” bütün unsurları tarafından desteklenen politik bir direniş olarak yaratılmış olmasıydı. Fayans bağlantı malzemesi üreten bu fabrika dönüştürülerek aynı makinelerle dezenfektan jel üretimine başlandı ve özellikle “hareket” tarafından işletilen dispanserlere gönderildi. Buradaki komünal özellik, hareketin çeşitli kesimlerinin arasındaki yankılardır. Eğer komün “üretiyorsa” bu sadece ikinci derecede önemlidir; “ihtiyaçlarımızı” tatmin ediyorsa bu fazladan bir şeydir çünkü ortak bir yaşam arzusuna ek olarak yapılmıştır; üretilenleri ve ihtiyaçları amaç olarak almadan. Komün, kendi büyümesinin gerektirdiği müttefiklerini bu dünyaya açıkça karşı çıkışında bulacaktır. Ekonomiyi gerçekten krize sokacak olan komünlerin büyümesidir ve bu ciddi olan tek karşı büyümedir.

* Bkz. Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik, Meydan 34. ve 35. sayı

** Bkz. Selanik VIO.MET İşçileri ile Röportaj: Kooperatifleşmeye Doğru, Meydan 3. sayı

Çeviri: Özgür Oktay

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (33): Ekonomiyi Yenmek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/04/07/anarsist-ekonomi-tartismalari-33-ekonomiyi-yenmek/feed/ 0
Kentte Kırda Fark Etmez Elin Toprağa Değsin – Özlem Arkun https://meydan1.org/2018/10/08/kentte-kirda-fark-etmez-elin-topraga-degsin-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2018/10/08/kentte-kirda-fark-etmez-elin-topraga-degsin-ozlem-arkun/#respond Mon, 08 Oct 2018 07:34:33 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/08/kentte-kirda-fark-etmez-elin-topraga-degsin-ozlem-arkun/ Oda, bina, yol, metro, metrobüs ve yine bina. Duman, kir, pas, gürültü… Sıcağı çok sıcak; soğuğu daha soğuk. Refüjler, duble yollar, otoparklar, köprüler, köprülü kavşaklar. Millet bahçeleri, kenara köşeye sıkıştırılmış parklar; AVM’ler, AVM’ler, her yerde AVM’ler… Alışveriş arabaları, reklam tabelaları, tanıtım broşürleri… Mesaj bildirimleri, emojiler, gifler… Hız hız, çok hız, daha da hız! Hormonlu domatesler, […]

The post Kentte Kırda Fark Etmez Elin Toprağa Değsin – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Oda, bina, yol, metro, metrobüs ve yine bina. Duman, kir, pas, gürültü… Sıcağı çok sıcak; soğuğu daha soğuk. Refüjler, duble yollar, otoparklar, köprüler, köprülü kavşaklar. Millet bahçeleri, kenara köşeye sıkıştırılmış parklar; AVM’ler, AVM’ler, her yerde AVM’ler… Alışveriş arabaları, reklam tabelaları, tanıtım broşürleri… Mesaj bildirimleri, emojiler, gifler… Hız hız, çok hız, daha da hız! Hormonlu domatesler, GDO’lu ürünler, hibrit tohumlar, şarbonlu hayvanlar, gezmeyen tavuklar, deliren insanlar, deliren toplumlar, deliren kentler…

Siz de mi bunları yaşıyorsunuz her gün? Siz de mi çocuğunuzun domatesle markette tanışmasından muzdaripsiniz? Sizler de mi toz topraktan korkuyor, her şeye karşı alerji geliştiriyorsunuz? Siz de mi mutsuzsunuz, sağlıksızsınız? Organik pazarlarda mı sabahlıyorsunuz, semt pazarıyla mı idare ediyorsunuz? Yoksa sizler de mi güneye inip verandalı bir ahşap evin bahçesinde küçücük bir bahçeyle oyalanma hayalleri kuruyorsunuz? Cevabınız evet ise kentte yaşıyorsunuz demektir. Hayır ise yaşıyor sayılmazsınız. Belki ise bir köydesinizdir. Artık köylerin de neredeyse kentleştiğine tanıklık ettiğiniz için gidecek hiçbir yeriniz yoktur. O yüzden sonuncular için tek çare hafta sonu köye gelecek manavı beklemektir… Gerçekten tek çare bu mudur?

Pek öyle değil aslında. Çünkü doğada kır da yoktur kent de; her yer birileri için yuva, her kovuk birileri için ocak olabilir. Kır kent ayrımı yapay bir ayrımdır. Kapitalizm ve devlet istediği için bu böyledir. Bir tasarımdır. Hem de çok kötü, işlevsiz, anlaşılmaktan uzak bir tasarım. Ve adaletsizliğin içine sızdığı tüm tasarımlar gibi sac ayakları titreyen, bir tekmede alaşağı edilebilecek bir tasarımdır. Fakat önemlidir sahipleri için kentler. Sanayiler, fabrikalar, iş merkezleri hep burada toplanır. Onları işletmeye mahkum edilenler de öyle. İşçiler, kadınlar, çocuklar ve herkes. Kimisi ilişki üretir sabahtan akşama kadar, kimisi araba farı; biri çorba yapar, diğeri paspas yapar bir gökdelenin zemin katında…

Kentler doyurulması gereken obur canavarlara dönüştürülmüştür kırlar için. Tonlarca patates, tonlarca buğday, tonlarca hayvan, tonlarca insan, tonlarca taş ve moloz kurban edilir kentin gazabından korunmak için. Çiftçinin 5 liraya sattığı, kente gelene kadar 25 lira olur. Tüm bunlara rağmen ne çiftçi kazanır, ne çiftçinin ürettikleri ile karnını doyuran. Ama yine de büyür kentler; çevresindekileri soğura soğura büyür, genişler. Her şeyi ve herkesi kendine dönüştürünceye kadar büyüyecektir. Bunu başardığında ise oburluktan patlayıp yok olacaktır elbette. Sıkıntı şudur ki içindekiler ve dışındakilerle beraber çevresinde ne varsa silip süpürecektir bu patlamanın şok dalgaları.

Sözün kısası, kent kent olmaya devam ettikçe sömürmeye ve öldürmeye mahkumdur. Gustav Launder’in devlet için yaptığı şu yorum kent içinde geçerlidir: “Devlet bir durum, insanoğulları arasındaki belli bir ilişki, onlar arasındaki bir davranış tarzıdır; onu, başka ilişkiler geliştirerek, birbirimize karşı farklı şekillerde davranarak tahrip edeceğiz.” Yani kenti işlevi dışında kullanmak, onun içeriğini de değiştirecektir. Buradaki üretim tüketim ilişkilerinin değiştirilmesi, ilişki biçimlerinin değiştirilmesi, kentin doğayla kurduğu ilişkiye müdahale edilmesi… Onun saldırılarının durdurulması kenti de değiştirecektir; kentlileri de.

Madem kır – kent ayrımı yapay bir ayrım, madem kentin kır ile kurduğu ilişki adaletsiz ve olağandışı bir ilişki; neden evimizin balkonu, yol ortalarındaki refüjler ya da kullanılmayan araziler ihtiyaçlarımızı karşılamak için kullanılmasın? Karşılıklı Yardımlaşma teorisini ortaya atan P. Kropotkin, 1800’lerin ortalarında yazdığı Ekmeği Fethi kitabında bu konuya değinmiş, bir devrim sürecinde kırın kenti besleyemediği durumlarda kentlilerin ne yapabileceğine dair önerilerde bulunmuştur:

“…Toprağın, tarımın ne olduğundan habersiz kentli yurttaşlara, özellikle de büyük kentlerde yaşayanlara gelince, kendilerine, yaşadıkları kentin çevresinde yürüyüşler yapmalarını ve buralarda bağ bahçe işlerinin nasıl yapıldığını gözlemelerini, bu işleri yapan insanlarla konuşmalarını salık vereceğiz; önlerinde yepyeni bir dünyanın açıldığını görecekler. Yirminci yüzyılda Avrupa tarımının nasıl olacağı konusunda belli ölçüde fikir sahibi olacaklar. Ayrıca toplumsal devrimin elinde ne büyük güç olduğunu anlayacaklar. İnsanların topraktan istedikleri her şeyi ondan nasıl alacaklarını öğrendikleri zaman toprağın nasıl cömert olduğunu görecekler.”

Kropotkin sadece bununla da yetinmemiş, kitabın son bölümünde “Kentte tarım nasıl yapılır?”a dair pratik cevaplar hazırlamış; seracılık, boş arazilerin kullanımı gibi birçok konuda teknik bilgiler vermiştir.

Bu, biz bugünün insanları için de geçerlidir. Hiçbir şey yapmayanların her şeyi kazandığı bugünün üretim tüketim ilişkisinden çıkmak, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak; mahalle bostanlarında, kent – köy kooperatiflerinde, kolektiflerde buluşmak hem doğal ve gerçek bir şekilde beslenmemizi hem de bizi içine alan bu ekonomik, sosyal ve siyasal çemberden kurtulmamız için ilk adımları atmamızı sağlayacaktır.

Bunun için halihazırda uygulanan yöntemler olduğu gibi yeni yöntemler bulmak ve uygulamak hem yaratıcılığımıza hem de aramızdaki dayanışmaya bağlıdır.

Gerilla Bahçeciliği: Şehirde terk edilmiş -belki de hiç kullanılmış- alanlar, araziler, refüjler sizleri bekliyor. Belediyelerin, kamu arazilerinin, zenginlerin yatırım yapmak için beklettikleri bütün topraklar bizimdir. Bir gece yarısı maskenizi takın, ister etrafı güzelleştirmek için rengarenk çiçekler ekin, ister menemeniniz için domates. Üstelik ulaşılması zor olan noktalar için geliştirilmiş tohum bombalarını da kullanabilirsiniz.

Tohum Bombaları: Toprak ve sudan yoğun ve sert bir çamur hazırlanır. Tohumlarımız bu çamurların içine konulur, çamur yuvarlak bir top haline getirilir. Sonra güneşte kurumaya bırakılan tohumlar, şehri güzelleştirmek için toprakla buluşacakları anı beklemeye koyulurlar.

Apartman Bahçeciliği: İnsanlar arasındaki hiyerarşinin keskinleşmeye başladığı dönemle dikine mimarinin gelişmeye başladığı dönem arasındaki kesişme bir tesadüf değildir. İnsanlığın doğaya sırtını dönüp sanayinin cehennemvari dünyasına adım attığı dönemle aynı dönemdir. Bu dönemin başlangıcında, tıpkı diğer nesneler gibi insanlar da kentler tarafından kendilerine çekilerek ya hammadde ya da iş gücü olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bundan sonra ortaya çıkan nüfus yoğunlaşması bugüne kadar artarak devam etmiş, artan arazi fiyatları dikey mimariyi bizlere dayatmıştır.

Fakat tüm bunlar burada da güzel bir şeyler yapılamayacağı anlamına gelmez. Balkonda saksılar içinde yetiştirdiğimiz bitkiler bir ailenin ihtiyacını karşılayamayacak olsa da salatalarımızı süsleyecek yeşillikler ekmemek için bir nedenimiz yoktur. İsterseniz balkonunuzu saksılarla donatabilirsiniz. İsterseniz mutfak penceresinin önünü kullanabilirsiniz. Toprak için gece yarısı evin yakınlarındaki bir bahçeyi ziyaret etmeniz yeterli olacaktır. Tohum içinse internette küçük bir araştırmayla doğal atalık tohumlara ulaşmak mümkündür. Ya da daha temelden başlamak istiyorsanız, tadını sevdiğiniz bir meyvenin çekirdeğini kullanmak faydalı olacaktır.

Elbette tek alternatifimiz balkon ya da pencere önleri değildir. Bir çok apartmanın küçük de olsa bir bahçesi bulunur. İkna etmeniz gereken bir apartman dolusu insan olsa da çekinmeyin! Onları da bu işe dahil edin. Temiz gıdaya ulaşmak, beraberce bir iş yapmak, komşularını tanımak herkesin hakkı, herkesin arzusudur aslında. Toprak parçası ne kadar küçük de olsa tarihin her döneminde beraberce yapılan bir iştir bu. Balkonda tek bir domates ile başlayan maceranız neden sonra apartman bahçesine hatta herkesin beraberce işleyebileceği ve karnını doyurabileceği mahalle bostanlarına dönüşmesin?

Mahalle Bostanları: Aslında İstanbul’da yaşayanların oldukça aşina olduğu bir şey kent mahalle bostanları. Yedikule Bostanları, Kuzguncuk Bostanı gibi tanıdık mekanlar İstanbul’da oldukça köklü bir kent tarımı geleneği olduğunu gösterir. Hatta tarihe bakacak olursak Bizans – Roma – Osmanlı dönemleri de dahil olmak üzere İstanbulluların her mahallede kurulan ufak tefek bostanlarla bütün sebze ve meyve ihtiyaçlarını karşıladıkları görülebilir. Her ne kadar o günlerden bugüne sadece birkaç tane bostan kalmış olsa da bunları arttırmak, bu geleneği diriltmek yine bizim elimizdedir. Bunun en güzel örneği ise Taksim Gezi İsyanı sonrasında yaşanmıştır. Birçok mahalle, mahalleli ve yaşam savunucuları ile birlikte kendi bostanlarını oluşturmuştur. Bunların azımsanmayacak bir kısmı Gezi’nin rüzgarı dindikten sonra bile halen sürmektedir.

Her ne kadar son yıllarda yaşadığımız tüm şehirler birer açık hava şantiyesine dönüştürülmüş olsa da herkesin mahallesinde şehrin sahiplerinin gözden kaçırdığı bir iki ufak alan vardır. Hiç olmazsa bir park kenarı illa ki vardır. Beraber çalışacağımız bir avuç toprağı bulduktan sonra ihtiyacımız olan şey biraz tohum, belki bir kürek fakat bol bol dayanışma olacaktır.

Ekonomik, ekolojik, psikolojik, sosyal ve siyasal baskılar kırdan kente tüm canlıları dört bir yandan kuşatıyor. Kırda yaşayan kenti istiyor. Kentli güneye inmek için para biriktiriyor. En temel gereksinimlerimizden biri olan sağlıklı beslenmek ve sağlıklı yaşamak bize birer lüks olarak pazarlanıyor. Aslında herkesin hakkı olan “en güzel”, “en pahalı” ile eşleştiriliyor.

Anarşistler için temel gereksinimlerin neler olduğu, bunların nasıl karşılandığı ve nasıl bölüşüldüğü oldukça önemlidir. Bu yüzden tarih boyunca anarşistler “Devletlerin ve kapitalizmin stratejilerine karşı biz bugüne kadar ne yaptık, bundan sonra ne yapacağız?” sorusunu tartışıp çözümlerini hayata geçirmeye uğraşmışlardır. Dolayısıyla ister kentte olsun ister kırda, yapılana ve yapılmak istenene basit bir “hobi bahçeciliği” olarak bakmazlar. Biz anarşistler için küresel kapitalist şirketlerin temeline konulan dinamitle, devlete zarar veren her eylemle, bireylerin ve toplumların kapitalizmin kanallarını kullanmadan oluşturduğu adaletli bir üretim-tüketim ilişkisi birbirinden çok da farklı değildir.

Özlem Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesinin 46. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kentte Kırda Fark Etmez Elin Toprağa Değsin – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/08/kentte-kirda-fark-etmez-elin-topraga-degsin-ozlem-arkun/feed/ 0
WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun https://meydan1.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/#respond Wed, 27 Dec 2017 19:59:56 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/ -Soru şu, kalp nerede? Pekala, Wal-Mart’ın kalbini mi görmek istiyorsun, şuradaki plazma televizyonun yanında. -Bu bir ayna. Evet görmüyor musun? Wal-mart’ın kalbi bu, siz müşteriler. Birçok şekle girebilirim Wal-mart, Kaymart, Target… Ama ben tek bir şeyim: Arzu. Southpark, Bir şey Wal-Mart Yönünden Yaklaşıyor Wal-Mart dünyanın en büyük perakende satış devi. İlk marketini açtığı 1962’den bu […]

The post WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

-Soru şu, kalp nerede?

Pekala, Wal-Mart’ın kalbini mi görmek istiyorsun, şuradaki plazma televizyonun yanında.

-Bu bir ayna.

Evet görmüyor musun? Wal-mart’ın kalbi bu, siz müşteriler.

Birçok şekle girebilirim Wal-mart, Kaymart, Target…

Ama ben tek bir şeyim: Arzu.

Southpark, Bir şey Wal-Mart Yönünden Yaklaşıyor

Wal-Mart dünyanın en büyük perakende satış devi. İlk marketini açtığı 1962’den bu yana giderek büyüyen bu dev, gıdadan giyime, eczadan silaha, kimyasal gübrelerden fotoğrafa kadar birçok ürün ve hizmeti bünyesinde barındırarak pazara girdiği her bölgede küçük üreticileri ve marketleri ortadan kaldırarak daha da büyüyor. Piyasaya girdiği her bölgede hem ekoloji mücadelesi veren grupların hem sendikaların hem de yerel halkın hedefinde olmasına rağmen, yaptığı hak ihlalleri ve yarattığı doğa tahribatı nedeniyle birçok kez ceza alıp milyonlarca dolarlık tazminat ödemek zorunda kalsa da, hala kar etmeye devam ediyor. Ford ve General Motors’un sanayide gerçekleştirdiği dönüşümü perakende satış alanında gerçekleştiren bu şirket, kurulduğu ilk günden bugüne “ilkelerinden” ödün vermeyerek büyüdükçe büyüyor. Wal-Mart’ın kurucusu Sam Walton ve haleflerinin bu “ilkeleri”ne şirketin internet sitesinde ulaşmak da mümkün, bu “ilkelerin” kime yaradığını görmek de.

Bütün Fırsatlar Wal-Mart’ta

“Dünya çapında 2.3 milyon çalışanı olan Wal-Mart hem kişiler hem de tedarikçiler için sonsuz fırsatlar sunmaktadır… Kadınların ekonomik bağımsızlığı… Küçük işletmelerin büyümesi gibi programları desteklemektedir.” *

Wal-Mart’ın kuruluşundan itibaren kullandığı “Her Zaman Düşük Fiyat” sloganını, 2017 yılında “Tasarruf Et, Daha İyi Yaşa” sloganıyla değiştirmişti. Slogan değişti, çağa ayak uydurarak “yaşadığımız hayatların aslında yeterince iyi olmadığını” bize hatırlattı ama aslında kuruluş ilkesini terk etmedi. Bünyesinde barındırdığı yaklaşık 1.4 milyon çeşit ürünü, piyasa fiyatının ortalama %15 daha altında satmaya devam etti. Böylece Amerika’da 1962’de Wal-Mart’ın açılmasından 2002’ye kadar, zincir market olmayan küçük işletmelerin sayısı %55 azaldı.

Kurucu Sam Walton bir keresinde şöyle demişti; “Düşük ücretler veriyorum, başarılı olacağız. Ne var ki bu işçi maliyetini düşürerek, düşük ücret modeli temeline dayanıyor.” Wal-Mart, Amerika’nın en düşük saat başı ücretine sahip; ama çalışanlarına %10 indirimle satış yapıyor, böylece onlara koklatarak verdiği parayı geri almayı da garantiliyor! Wal-Mart’ın bir tam zamanlı çalışanı, haftada 34 saat çalışıyor (yöneticiler tarafından keyfi olarak uzatılan ve kayıt dışı bırakılan saatler hariç) ve buna rağmen devlet destekli programlardan faydalanmak zorunda kalıyor. Böylece Wal-Mart işçilere vermediği parayı devlete ödetiyor.

Bu arada, Wal-Mart’ta işe girenlerin %70’i, ilk yılını doldurmadan ayrılıyor. ABD’de yaşayan her iki kişiden biri, hayatının bir döneminde Wal-Mart’ta çalışmış. Wal-Mart aynı zamanda kaçak göçmenler ve çalışma izni olmayanlara da kapısını açıyor, fakat sonra üzerlerine kilitliyor. Şirketin bu uygulamaları gündeme geldiğinde ise bazen ceza alıyor, bazen almıyor.

Wal-Mart ABD dışında Çin, Bangladeş ve Meksika’da da tedarikçiler aracılığıyla birçok iş olanağı sunuyor. Saati 1 dolar, günde 14 -15 saat! Elbette tüm bunlar Wal-Mart gibi işçiyi bedavaya getirmeye çalışan bir şirket için kaçırılmaz fırsatlar.

Her zaman düşük fiyatla, tasarruf etmeye çağıran Wal-Mart’ın bu ucuzluğunun nasıl mümkün olduğunu anlamak da zor olmasa gerek. Kurulduğu günden bu yana, bünyesinde sendikal faaliyetlere izin vermeyen şirket ABD yasalarına göre defalarca cezalandırılmış olsa da, hem verilen cezaların ailenin serveti karşısında mikroskobik olması hem de dava süreçlerinin yıllarca sürmesi Wal-Mart’a kazandırıyor.

Tüm bunların yanında Wal-Mart, işçilere “ancak hayatta kalmaları için yetecek para”yı verdiğini düşünerek; işçilerin faydalanabileceği bir kriz fonu oluşturmuş, böylece işçiler maaşlarının bir kısmını bu fona bağışlayarak herhangi bir işçi arkadaşının başına gelen bir kaza/felakette onunla dayanışma gösterebiliyor. 2004 yılında bu fonda işçilerin bağışlarıyla 5 milyon dolar toplanmış, Walton ailesi ile 6000 dolarlık bonkör bir bağış yapmış!

Sürdürülebilir Tüketim, Sürdürülebilir Sömürü

“Yaklaşımımız sıfır atık üretimi, %100 yenilenebilir enerji, kaynakları ve doğayı koruyan ürünler satmak…”*

-1999: Pensilvanya eyaletindeki Wal-Mart inşaatı, doğa tahribatı nedeniyle tamamen durduruldu.

-2001: EPA (Doğayı Koruma Derneği) Wal-Mart’ı Texas, Oklahoma ve Masachusetts’te Temiz Su Yasası’nın ihlalinden dolayı 1 milyon dolar para cezasına mahkum etti.

-2004: yine 9 eyalette Temiz Su yasasını ihlal etmekten 3.1 milyon dolar cezaya mahkum edildi.

-2005: Conneticut’ta EPA, 22 mağazadaki ihlallerden dolayı 1.15 milyon dolar cezaya çarptırıldı.

Bu cezaların yanı sıra farklı zamanlarda, Wal-Mart’ta satılan bazı aksesuar ve oyuncaklar içerisinde toksik maddeler olduğu açığa çıkmış, bu ürünler toplatılmıştı.

Küçük Kararlar – Büyük Zararlar

Amerikalı ekonomist Alfred Kahn 1966’da yayınladığı “Küçük Kararların Tiranlığı” kitabında; bireysel olarak, küçük ölçekli, kısa vadeli kazanç sağlama amacıyla alınan kararların toplamda -kümülatif olarak- ne ölçüde büyük ve topluluğun tamamını etkileyecek ölçekte zararlar yaratabileceğini örnekliyordu.

Kahn’ın iddiasının bir başka örneği gibi Wal-Mart’ta piyasaya girdiği her yerelde türlü türlü direnişlerle karşılaşıyor, fakat eylemlere, eleştirilere rağmen büyümeye devam ediyor.

Ürünlerin çok ucuza satılması, uzun saatler (bazı yerlerde 24 saat) açık olması, ürün çeşitliliği gibi avantajlarla rakiplerini fersah fersah geride bırakan Wal-Mart, kişilerin küçük çıkarları doğrultusunda aldığı, zararsız gibi görünen, küçük kararlarla varlığını sürdürüyor.

Wal-Mart’ın 1962’de perakendecilikte yeni entegre bir model kurması olağanüstü bir pazar başarısı olarak görülmüştü. Oysa bugün “Ucuz Fiyatın Yüksek Bedeli”, “Wal-Mart Çağı” gibi belgeseller, rüşvet skandalları, doğa katliamı cezaları, ırkçı ve ayrımcı uygulamalarıyla ipliği pazara çıkan bu şirketin “ilkeleri”nin geçmişi ve bugünü de sorgulanıyor.

Peki şimdi bu zincire her gün yeni bir halka eklenirken tüketen toplum, küçük kararlarıyla bu tiranlığı yeniden üretmeye ve büyütmeye devam mı edecek, yoksa aynaya bakıp bu devi ayakta tutanın kendisi olduğunu görerek bu devin çöküşünü mü izleyecek?

*Wal-Mart resmi internet sitesinden alınmıştır.

 

Özlem Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.

The post WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/feed/ 0
Hırsız Kim- Ece Uzun https://meydan1.org/2017/12/24/hirsiz-kim-ece-uzun/ https://meydan1.org/2017/12/24/hirsiz-kim-ece-uzun/#respond Sun, 24 Dec 2017 11:37:52 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/24/hirsiz-kim-ece-uzun/ Basit bir atölyede bir ayakkabı ustası tarafından üretilen bir ayakkabı, fabrikasyon üretimde en az on ayrı işçinin elinden çıkar. İşçinin ayakkabıyı üretmeye başladığı andan itibaren müşterinin kullanmaya başladığı ana kadar onlarca, belki de yüzlerce işçinin emeği vardır ayakkabıda. Ayakkabı üretiminde ahşap kalıplardan plastik kalıplara geçiş, atölyelerden fabrikalara geçişin de göstergesidir. Ayakkabının üretim aşamasında maliyet ne […]

The post Hırsız Kim- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Basit bir atölyede bir ayakkabı ustası tarafından üretilen bir ayakkabı, fabrikasyon üretimde en az on ayrı işçinin elinden çıkar. İşçinin ayakkabıyı üretmeye başladığı andan itibaren müşterinin kullanmaya başladığı ana kadar onlarca, belki de yüzlerce işçinin emeği vardır ayakkabıda.

Ayakkabı üretiminde ahşap kalıplardan plastik kalıplara geçiş, atölyelerden fabrikalara geçişin de göstergesidir. Ayakkabının üretim aşamasında maliyet ne kadar düşürülürse, patronlar için kar o kadar artacaktır. Ayrıca bir işçiye maaş ödemektense fabrikasyon bir ayakkabıyı makinelerin başına işçiler koyarak ürettirmek patronlar için çok daha karlıdır. Bir atölyeden fabrikasyon üretime geçiş, işçinin ücretinin de azalmasına neden olmaktadır haliyle.

Kalıpçılar, tabancılar ve sayacılar. Kalıpçılar ayakkabının genel kalıbını oluştururlar. Tabancılar ayakkabının iç ve dış tabanını oluşturup topuğu hazırlarlar. Sayacılar ayakkabının üst yüzeyini oluşturur, ayakkabının astarı ile üst yüzeyini birleştirirler. Ayakkabı tekrar kalıpçılara döner, saya ve iç taban kalıba tutturulur. Tabanlama aşamasına gelen ayakkabı dış tabanla birleştirilir. Son işlem olarak ayakkabı dikilerek, yapıştırılarak ya da çivilenerek kullanıma hazır hale getirilir.

Bu üretim aşamasında önemli bir rol oynayan sayacılar, geçtiğimiz kasım ayında büyük eylemler gerçekleştirdiler. Sayacıların eylemleri ana akım medya tarafından “düşük ücretle çalıştırılan Suriyeli işçilere karşı” olarak maniple edilse de, isyanın gerçek nedeni şuydu: Büyük ayakkabı şirketleri işçileri çok düşük ücretle çalıştırıyor, ayakkabının maliyeti çok düşük olmasına rağmen kat be kat yüksek fiyatta satışa sunuluyordu. Saya işçilerin isyanı, patronlar milyonlar kazanırken, emeklerinin karşılığını biraz da olsun alabilmekti.

Ayakkabının üreticiden tüketiciye geçişinde bizzat ayakkabıyı elleriyle üreten işçilerin ötesinde artık pek çok işçinin emeği var. Ayakkabıları kutulayanlar, kutulanan ayakkabıları mağazalara taşıyanlar, mağazalarda ayakkabıları depolara yükleyenler, ardından raflara dizenler, bir ayakkabıyı satabilmek dil dökenler ve satıldıktan sonra ürünü kasadan geçirenlere kadar her aşamada bir çok işçi emek harcıyor.

Tüm bu aşamalarda yani bir ayakkabının üretiminden tüketimine kadar olan süreçte tüm bu işçilerin kazandığından kat be kat fazla kazanan patronların nasıl kar ettiğini düşünelim. Hiç bir şey yapmadan oturduğu yerden kasalarını doldurarak kazanıyorlar. Şimdi, bir ayakkabı mağazada tüketime hazır sunulurken, heves için yada gerçekten ihtiyacı olduğundan bir gencin o ayakkabıyı “çalma”sı mı hırsızlıktır, yoksa bir çok işçinin emeğini ücretlendirip onlardan çalarak kar sağlayan patron mu? Bizce bu sorunun cevabı açık: Zanaatkarı “işçi” kılarak emeğini ücretlendiren, ürettiği metaya bir ücret biçen, üretimi kapitalizmin tekeline sıkıştıran ve kapitalist üretim dışında her üretimi engellemeye çalışan, üretilen her metanın üretiminin her aşamasında işçilerin emeğini çalandır asıl hırsız olan. Asıl hırsız patronlar!

Bu yazıyı işçilerin emeğini çalan hırsız patronlara karşı “günde 8 saat” diyerek mücadele eden, işçileri -özellikle ayakkabı işçilerini- örgütleyen ve devlet tarafından cinayet ve gaspla suçlanarak 1927 yılında idam edilen devrimci anarşist Sacco ve Vanzetti’ye ithaf ediyoruz.

 

Ece Uzun

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hırsız Kim- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/24/hirsiz-kim-ece-uzun/feed/ 0
Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme https://meydan1.org/2017/12/24/anarsist-ekonomi-tartismalari-28-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume/ https://meydan1.org/2017/12/24/anarsist-ekonomi-tartismalari-28-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume/#respond Sun, 24 Dec 2017 10:10:48 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/24/anarsist-ekonomi-tartismalari-28-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume/ Kapitalizmi geleneksel yöntemlerin dışında inceleyen akademisyenlerden oluşan CasP projesine, Meydan Gazetesi’nin bir önceki sayısında yer vermiştik. Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimize, aynı proje kapsamında yayınlanan ve kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen bir makale ile devam ediyoruz. Makalenin kısaltarak alıntıladığımız ilk üç bölümü, kapitalizmin stratejik sabotajını ve büyüme şeklini açıklıyor. Bu yazı ayrıca, tarih öncesi ekonomik faaliyetleri […]

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalizmi geleneksel yöntemlerin dışında inceleyen akademisyenlerden oluşan CasP projesine, Meydan Gazetesi’nin bir önceki sayısında yer vermiştik. Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimize, aynı proje kapsamında yayınlanan ve kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen bir makale ile devam ediyoruz. Makalenin kısaltarak alıntıladığımız ilk üç bölümü, kapitalizmin stratejik sabotajını ve büyüme şeklini açıklıyor. Bu yazı ayrıca, tarih öncesi ekonomik faaliyetleri bugün ile karşılaştırmaya olanak veren, sosyo-biyofiziksel bir ölçütü, enerji yakalamayı kullanması açısından ilgi çekici, çünkü bu karşılaştırmayı para ya da üretim miktarları kullanarak yapmak imkansızdır.

Giriş

Bir iktidar biçimi olarak sermaye teorisine(CasP) göre, tarihteki diğer toplumları olduğu gibi, kapitalizmi incelemenin en iyi yolu, onu bir üretim ve tüketim biçimi olarak değil, bir iktidar biçimi olarak ele almaktır. Toplumu bir iktidar biçimi olarak düşünmek, her şeyden önce, toplumsal gücü ifade eden ve belirleyen kurumlara ve süreçlere odaklanmaktır. Üretim ve tüketim tabi ki bu ifade ve belirlenim için önemlidir ancak tek başına değil ve çoğu zaman tersine olarak.

Temel CasP meselesi, iktidar biçiminin düzenini neyin yarattığıdır. Çalışmalarımızda savunduğumuz gibi, iktidar ve iktidara direniş karşılıklı olarak iç içe geçmiştir: iktidar olmadan muhalefet olmaz ve ister açık, ister örtük olsun, muhalefet olmadığında, zaten üzerine güç uygulanacak bir şey olmaz. İki güç sonsuz bir döngüde birbirlerini işaret eder, reddeder ve üretir. Şimdi, toplumdan bir iktidar biçimi olarak bahsettiğimizde, iktidarın, kendisine karşı olan direnişi bastırıp egemenliğini sürdürebildiği bir toplumsal düzeni tanımlarız ve bize göre bunu yapabilmesi, Thorstein Veblen’in stratejik sabotaj dediği şeyi ima ediyor ve gerektiriyor.

İktidar, direnişi başarılı bir şekilde yönlendirmek, içermek ve gerekirse ezebilmek için, daha az iktidarı olanların ya da hiç iktidarı olmayanların özerkliğini sürekli olarak kısıtlar, sınırlar ve engeller. Dahası, bunu stratejik bir şekilde yapmaları gerekir: Çok az sabotaj uygulamak iktidarlarını sürdürebilmek için yetersiz kalabilirken, aşırı zorlamak isyanı tetikleyebilir veya daha da kötüsü, kontrol etmeye çalıştıkları toplumun temelini yıkabilir.

Kapitalizm öncesi tüm iktidar biçimlerinde, stratejik sabotaj, oldukça katı bir toplumsal yapı, nispeten istikrarlı bir kültür ve çok az veya hiç büyümeyen bir üretim ve tüketim ile birlikte görülüyordu. Bu sicille karşılaştırıldığında, kapitalist iktidar biçimi yeni bir döneme işaret eder: hem dinamik hem de büyümekte olan ilk tarihsel toplumu ve aynı zamanda, dinamizmi ve büyümesi kendi mantığına içkin görünen ilk toplumu temsil eder.

Enerji Yakalama

Bu konuda kaydedilen tarihsel kayıtlar açıktır: Geçen üç yüzyılda kapitalizmin yapısı sürekli olarak dönüştü, nüfusu patladı ve kişi başına düşen enerjisi benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı. Bu bağlamda kapitalizmin benzersizliği Şekil 1 ve Tablo 1’de gösterilmektedir.

Şekilde, milattan önce 10 bin yılından günümüze kadar, dünyada yakalanan toplam enerji miktarının değişimi çizilmiştir. Buradaki “enerji yakalama” terimi, insan toplumu tarafından dönüştürülen tüm enerji türlerini belirtir. Bu dönüşümün girdileri ya da “yakaladığı” enerji kaynakları, biyokütle, çeşitli yakıtlar ve çeşitli hammaddeleri içerirken, çıktıları ise insan ve hayvan besinleri, ısıtma ve soğutma, maddi ve soyut nesneler, fiziksel ve sanal ulaşımı, son olarak ama daha da önemlisi, dönüştürme sürecinin kendisinde kaybolan enerjiyi içerir.

CasP Bulmacası

Sonuç olarak, enerji yakalama açısından tarihteki iktidar biçimlerinin kapitalizmle ortaya çıkan yükselişe ve sonrasındaki patlayışa kadar oldukça sabit kaldığı açıktır. Ve burada bir CasP bulmacası ortaya çıkıyor. Rousseau’nun ünlü sözündeki gibi “İnsan özgür doğar ve her yerde zincire vurulmuştur” ve kapitalizm için de benzer bir tespit yapılabilir, fakat tersinden. CasP’a göre, kapitalizm, diğer iktidar biçimleri gibi, sabotaj yoluyla doğar ve zincirlerle yaşar ve fakat baktığımız her yerde büyüdüğünü ve genişlediğini görürüz.

Bu makaledeki amacımız, bulmaca gibi görünen bu “sabotajın ortasında büyümeyi” incelemek. Geçici olarak vardığımız sonuç ise aslında bunun bulmaca olmadığıdır. Hem ana akım hem de heterodoks taraflardaki geleneksel görüş, kapitalizmin üretim ve tüketimin artışı tarafından yönlendirilen bir sistem olduğu ve kısa dönemli krizler ve (zenginliğin) yeniden dağılımın yarattığı çalkantılar bir yana bırakılırsa, bu büyümenin nihayetinde iyi bir yaşamla ilgili olduğudur. Ekonominin bizzat kelime dağarcığı bu sonucu belirlemektedir: ekonominin “mal” ve “hizmet” üretip tükettiği söylendiği için, büyümesinin, tanım gereği, yükselen bir “yaşam standardına” eşdeğer olması beklenir.

Ancak birazdan göstereceğimiz gibi, bu düşünce kalıbı çok yanıltıcı olabilir. Neden? Çünkü bu sözde malların ve hizmetlerin önemli bir kısmının yaşamı sürdürmekle bir ilgisi yoktur: Büyümeleri, yaşamın değil, sabotajın genişlemesi anlamına gelir. Ve bu ispatlanırsa, kapitalizm, en azından kısmen, sabotaja rağmen değil sabotaj sayesinde büyüyor demektir.

Sabotaj

Sermayeleşen iktidar kavramı ve stratejik sabotajın zorunluluğu ile başlayalım. CasP’ye göre kapitalist iktidar, ayrımsal sermayeleşme ile ölçülebilir. Sahip olunan her bir varlık, gelecekte ondan beklenen kazancın bugünkü değerine risk-düzeltmesi yapılarak sermayeleştirilir (aktifleştirilir) ve bu sermayenin temsil ettiği güç ayrımsal olarak, yani onu diğer varlıklara, gruplara veya bütün olarak topluma oranlayarak ölçülür. İktidarın zorunluluklarına boyun eğen sermayeleştirilmiş varlıklar, mutlak olarak değil, ayrımsal olarak biriktirmeye yöneltilir. Amaçları, zenginliğin kendisini elde etmek değil, ortalamanın üstüne çıkmak ve normal kar oranını aşmaktır. Daha hızlı genişlemeyi değil, diğerlerinden hızlı genişlemeyi, en yüksek geliri elde etmeyi değil, toplamdan daha fazla pay almayı isterler. Sermayeleşen iktidarın dünyasında, ortalamanın üstüne çıkma çabaları, kârların ve varlıkların yeniden dağıtılması kendine çelişkili olduğundan, bunlar her zaman stratejik sabotajı içerirler. Kendi kazançlarını ve sermayeleşmesini diğerlerininkine göre artıran ve çoğu zaman onlarınkine zarar veren sınırlamaları, engellemeleri ve kısıtlamaları gerektirirler. Sermayeleşen iktidarın zorunlulukları topluma yayılıp ve çoğaldıkça, bu iktidarın üzerine kurulu olduğu stratejik sabotaj biçimleri de aynı şekilde yayılır ve çeşitlenir.

CasP projesi, ayrımsal birikim sağlayan birçok stratejik sabotaj yolunu tespit etti. Bu yolların bir kısmını (son yirmi yıldaki makalelerden) saymak gerekirse; işsizliğin artışı, gelir dağılımını sermayenin lehine düzenler; istihdam artışının yavaşlatılması, gelir dağılımını tepedeki bireylerin %1 inin çıkarına göre, varlıkları da tepedeki 500 şirkete kaydırır; yüksek enflasyon, gelir dağılımını genel olarak sermayenin ve özellikle de egemen sermayenin lehine düzenlerken alttaki nüfusun gelir standardını ve güven duygusunu zayıflatma eğilimindedir. Şirket birleşmeleri ve şirket satın alma furyası, gelir dağılımını egemen sermaye lehine düzenlerken gelişmemiş bölgelerdeki yatırımları engeller, tesislerin ve makine envanterinin büyümesini azaltarak, genelde bilinenin aksine, piyasa değerinin büyüme hızını artırır; silahlanma ve artan silah ticareti, gelir dağılımını önde gelen askeri şirketlerin lehine düzenlerken çatışmaları besler; Ortadoğu’da belirli aralıklarla enerji çatışmaları, bölgeyi çökertip ve dünyada çalkantı yaratırken, gelir dağılımını petrol üreten devletlerin ve önde gelen silah ve petrol şirketlerinin lehine düzenler; mülkiyetin küreselleşmesi, ayrımsal birikimi yükseltirken, yerel ve küresel eşitsizliği derinleştirip halkları karşı karşıya getirir. Yükselen gıda fiyatları ve fiyatlardaki büyük dalgalanmalar, gelişmekte olan ülkelerde kitlesel açlığa neden olurken, dünyanın başlıca tahıl ticareti şirketleri ve büyük tahıl üreticilerinin ayrımsal gelirlerini artırır; korku-ve-açgözlülük döngüsünden yararlanan yatırırım algoritmaları ile finansta otomasyonun yaygınlaşması sonucunda, finansal istikrarsızlık artarken ayrımsal kazanç sağlanır. Abur cuburun çeşitlenip çoğalması, küresel bir obezite salgını yaratırken, gıda ve ilaç sektörünün dev şirket gruplarının ayrımsal kârlarını şişirir; Hollywood’un sanatsal özerkliği üzerindeki artan kısıtlamalar, izleyicileri güçsüz bırakırken, büyük stüdyoların ayrımsal riskini azaltır; Güney Afrika’daki ırkçı rejim, yarım yüzyıl boyunca altın madenciliği yapan dev şirket gruplarının ayrımsal birikimini garantilerken, İsrail’in Filistin işgali, askeri-finansal holding grupları için aynı işlevi görür; ABD’de rekor sayılara ulaşan tutsak sayısı, derinleşen gelir eşitsizliğini güvence altına alır; reklamlar, neredeyse bütün toplumları reklam verenlerin sermayeleşen şarkısıyla dans ettirir; gösteriş amaçlı tüketimin gelirleri düzenleyen bir rolü vardır; devletin borcu, alttaki nüfusun zararına, ama tepedeki %1’in ve onların şirketlerinin lehine kullanılır; finansal denetimlerin kaldırılması, kapitalist düzeni bozar ama bankacılık sektörünün ayrımsal kârlarını artırır. Ve liste uzayıp gidiyor…

Bu örneklerin genişliği ve derinliği kuşku bırakmıyor: Kapitalizm gerçekten zincirlerle doğar ve zincirlerle yaşar. Stratejik sabotaj, onun mantığının ve günlük uygulamalarının ayrılmaz bir parçasıdır. Baktığımız her yerde, sermayeleşen iktidarın kısıtlamalar, engeller ve sınırlamalarla ilgili olduğunu görürüz.

Şimdi, bu zincirleri ve prangaları göz önünde bulundurduğumuzda, kapitalizmin, kendi var oluşunu sağlayan tuzaklara takılmasını, ekonomik durgunluk, gerileme ve zorluklar karşısında çaresiz olmasını bekleriz. Ve birçok açıdan öyle. Sayısız CasP araştırması, sermayeleşen iktidarın güçlenmesinin, dinamizmin ve büyümenin azalması ile korelasyon eğilimini gösterir. Ancak, dinamizm ve büyüme, kısıtlanmış olsalar da asla tamamen durdurulmaz. Kapitalizm muhtemelen, bu kısıtlamaları kaldırdığında olabileceğinden daha az dinamik ve daha yavaş büyümekle birlikte, diğer iktidar biçimlerine kıyasla hala göz kamaştırıyor. Öyleyse, görünüşteki bu benzersiz, hızlı toparlanma yeteneğinin kaynağı nedir? Kapitalizmin kendi iktidarının dayattığı sabotajı aşmasına ve diğer iktidar sistemlerinden daha hızlı ve daha güçlü bir şekilde genişlemesine olanak tanıyan şey nedir?

Enerji İçin Hiyerarşi?

Bulmacayı çözmek için Blair Fix tarafından yenilikçi bir deneme yapıldı. Fix, her zamanki ekonomik yoldan gitmek yerine sosyo-biyofiziksel bir yol izliyor. Termodinamiğin yasalarının, “denge durumuna uzak olan herhangi bir sistemin, bir enerji akışı ile desteklenmesi gerektiğini” belirten Fix, “insan toplulukları dengede olmayan sistemler olduğundan, enerji akışlarının toplumsal evrim içerisinde önemli bir rol oynaması beklenir” diyor.

Fix’e göre, ekonomik büyüme nasıl ölçülürse ölçülsün, bir enerji dönüşümünü içerir ve enerji dönüşümü daima dönüştürücü niteliktedir. Ekonomistler bu dönüşümü fayda açısından düşünmeye eğilimlidirler: Biyokütle, fosil yakıt, ışık, rüzgar, hidroelektrik, termal ısı ve nükleer güçten gelen enerji, ürünlere ve hizmetlere, sonra tekrar tüketim yoluyla refaha dönüştürülür. Ancak bu sürece ilişkin, ekonomistlerin sıkça görmezden geldiği başka bir husus daha var: Toplum, enerjiyi ürünlere ve hizmetlere dönüştürürken, aynı zamanda kendi yapılarını da dönüştürür.

Fix’e göre toplumsal evrim, evrimin tümü gibi, enerji akışlarına bağlıdır; dönüştürülen enerji ne kadar büyük olursa, onu yakalama süreçleri de o kadar karmaşık olmalıdır; karmaşık süreçler toplumsal koordinasyonu gerektirir ve karmaşıklık ne kadar büyükse koordinasyon gereksinimi de o kadar büyük olur. Bununla birlikte, insanlar bu görevler için kendinden donanımlı değildirler ve toplumsal hiyerarşi burada devreye girer: İnsanları dolayım yoluyla ve kişisel olmayan bir şekilde ilişkilendirerek, büyük ölçekte koordinasyonu mümkün kılar.

Hiyerarşi İçin Enerji

Fakat bu önerme, gerçeklerle tutarlı olmasına rağmen, makalemizin temel meselesini karşılamamaktadır. Fix, iktidarın büyüme odaklı bir toplumda nasıl ortaya çıkabileceğini açıklarken, CasP ters bağlantıyı, özellikle de iktidar odaklı bir toplumda büyümenin nasıl ortaya çıkabileceğini çözmek istiyor.

Başlangıç noktamızı hatırlayın. Tarihsel sistemleri analiz etmenin en iyi yolunun, onları üretim ve tüketim biçimleri olarak değil, iktidar biçimleri olarak ele almak olduğunu savunuyoruz. Ve bu iddia bir kapristen ibaret değildir.

Örgütlü iktidarın önceliği, yazılı tarihin başlangıcına, belki de daha öncesine kadar gider: kökleri tarih öncesine uzanır; Yakın Doğu’nun ilk şehir devletleri ve imparatorluklarında açık bir şekilde görülmektedir; birbirlerinden bağımsız olarak erken medeniyetlerin hepsinde yeniden ortaya çıkar ve o zamandan beri toplumun örgütlenmesinde, neredeyse her seviyede egemen olmaya devam etmiştir. İktidar biçimleri stratejik sabotaja dayanır; bu nedenle çoğunun, nispeten durağan kalması ve kişi başı enerji yakalama açısından sınırlı oranda büyümesi şaşırtıcı değil. Bu kuralın istisnası, önceki iktidar biçimlerine göre çok daha dinamik olan ve hızla büyüyen kapitalizmdir. Bu yüzden, bizim bakış açımızdan mesele, kapitalizmin büyümek için neden iktidara ihtiyacı olduğu değildir, çünkü bizim görüşümüze göre, kapitalizmin ve diğer iktidar biçimlerinin, esas yönelimi büyümek değildir.

Asıl ilginç mesele, iktidarla yönlendirilmesine ve iktidarın gerektirdiği stratejik sabotaja rağmen kapitalizmin neden büyüdüğüdür. O halde, hiyerarşi büyümeyi yönlendirmiyor, tam tersine büyüme hiyerarşiyi artırıyor olabilir mi?

 

Çeviri: Özgür Oktay

[email protected]

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/24/anarsist-ekonomi-tartismalari-28-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume/feed/ 0
Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/#respond Thu, 21 Dec 2017 07:23:10 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/   İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti. Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm […]

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti.

Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm ulaştığı aşamaya uzun bir tarihsel süreç içerisinde gelmişti. Ve bu geliş yıkımın, sömürünün ve katliamın tarihiydi. Sonraya yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizmin varlığı ve büyümesi arasında doğrudan bir ilişki vardı. Büyümeden, yani daha çok yıkmadan, sömürmeden ve katletmeden varlığını devam ettiremezdi.

Proudhon’un şiarı kapitalist düzene ilk karşı çıkış değildi ve sözü önceki yüzyılların kapitalizm karşıtı mücadele geleneğini de içinde barındırıyordu. Ama şiarı radikaldi, mülkiyeti ve mülkiyet sisteminin ekonomisini tarihsel bir zorunluluk olarak gören tüm “muhalefete” bir yanıttı.

Proudhon mülkiyeti “zorunlu bir tarihsel aşamanın gereklilikleri” diye meşrulaştırmadı. Tarihsel bir olumsuzlamaydı. Tıpkı, bu sözle beraber yer alan “Kölelik cinayettir.” şiarında olduğu gibi… Kıta Avrupa’sında liberaller ve sosyal-demokratlar, toplumsal refahlarının kaynağı olan köleliğe ve mülkiyete tarih yazmakla, felsefik köken aramakla meşgulken; o, her zaman ve her mekan için genelleştirmekten kaçınmadığı siyasal düşünceleri toplumsallaştırmaya çaba gösteriyordu.

“Mülkiyet hırsızlıktır” bir iddia ya da tez değil, bir tespittir. Sadece modern kapitalist bir ekonomik işleyişe yönelik değildir. Mülkiyet ilişkilerinin ilk ortaya çıkışından başlayan ve içinde bulunulan dönemde karmaşıklaşan bu ilişkileri kendine sorun edinir. Mantıksal önermelerle, iddia kanıtlamaya çalışan “bilimcilik oyunu” değil, ezilenlerin içerisinde bulunduğu koşullardan kurtulmaya yani özgürleşme sürecine yönelik bir şiardır.


Kapitalizm Hırsızlıktır

“Mülkiyet yoksun bırakma hakkıyla eşitliği, despotizmle özgürlüğü ihlal eder ve hırsızlıkla tam bir özdeşliği vardır.”

“Mülkiyet Nedir?”- Proudhon

Kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişki, sadece ücretli emeğin ortaya çıktığı bir dönemle sınırlandırılamaz. Bunun bir öncesi vardır. Ancak modern kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi irdelemek, bu önceki kısmı anlamak açısından da kullanışlıdır. Modern kapitalizmden önceki ilişkileri değerlendirmeyi sonraya bırakıp, kapitalizmin modern kısmına baktığımızda bir nedensellik gözümüze çarpar.

Ücretli emeğin yani işçinin varlığını zorunlu kılan nedensellik özel mülkiyet (ve devlet mülkiyeti) ile kavranır. Mülkiyete sahip olan ve mülksüz arasındaki ayrım, sadece üretim araçlarının mülkiyetinin sahipliği ile açıklanamaz. Çünkü üretim araçlarının özel (veya devlet) mülkiyeti, şiddet mekanizmaları ve zor yöntemleri kullanılmadan var olamaz. Özel mülkiyete dayalı bir ekonomi, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfın ayrıcalığının kaynağıdır. Bu ayrıcalık sadece baskıcı ve otoriter bir şekilde kendini var edebilir. Bu baskı ve otoriter yöntemden, modern kapitalizm öncesi dönemden bahsederken değineceğiz.


Özel Mülkiyet Devletin Özel Biçimidir

“Bugünkü biçimiyle mülkiyet nedir, sermaye nedir? Kapitalist ve mülk sahibi açısından bunlar, devletçe güvence altına alınmış, çalışmadan yaşama gücü ve hakkı demektir. Bir başkasının çalışmasını sömürerek yaşamını sürdürme gücü ve hakkı…”

Kapitalist Sistem, Bakunin

Özel mülkiyet, mülk sahibinin kendi mülkiyeti üstünde bir yönetici olarak davrandığı küçük bir devlet gibidir. İşçi onların mülkiyetini kullanırken onların emirlerine, yasalarına ve kararlarına itaat etmek zorunda olan kapitalistin vatandaşları gibidir.

Özel mülkiyet, devletin özel biçimidir. Sahip olan kişi “sahip olduğu” alan dahilinde neler olduğunu belirler. Bu nedenle bunun üzerinden iktidar tekeline sahiptir.

Ancak bu durum, yani liberallerin “iradi iş sözleşmeleriyle” olumladıkları ilişki biçimi, tam anlamıyla özgürlüğün reddidir. Aynı liberallerin, özel mülkiyeti “mutlak bir hak” olarak tanımlayarak yaptıkları, ihtiyaçların karşılanması hususunda adaletsizliklere neden olmaktır. Ekonomik adaletsizlikler, özel mülkiyet aracılığıyla meşrulaştırılmış olur. Ve aynı adaletsizlikler yüzünden mülksüzler, mülk sahiplerinin emrinde çalışmaya zorlanır.

Mülkiyet bir iktidar kaynağıdır. Proudhon “Mülk sahibi ya da hırsız” der, “kendi iradesini yasa olarak dayatır; yani hem yasama hem de yürütmeymiş gibi davranır.” Böylece mülkiyetin despotizmi ortaya çıkardığını vurgular. Yani mülk edinmek için, zor kullanma, diğerlerinin iradelerini yok sayma yöntemleri kapitalizmi bir zorbalık ve hırsızlık olarak tanımlamamıza olanak verir.


İlk Tartışma

Mülkiyet ve ekonomik sistemi olan modern kapitalizmin bu zora dayalı ilişkiler ağı, temellerini ilk mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıktığı zamanlarda ve coğrafyalarda bulur. Bunları nasıl isimlendirirsek isimlendirelim (erken kapitalizm, ilkel kapitalizm, mülkiyet ilişkilerinin ilk çıktığı zamanlar), ortada olan durum Errico Malatesta’nın “Jandarma olmadan, mülk sahibi var olmaz.” diye altını çizdiği bir ikiliktir. Biri olmadan diğeri var olamaz.

Tam da bu kısım, tarihsel okumalar açısından önemli bir yerde duruyor. Tüm tarihsel okumayı mülkiyet ilişkilerinin gelişimi üzerinden yapan liberalizm ve sosyalizm; iktidarı ekonomik sömürünün, toplumsal adaletsizlikleri ve siyasal şiddetin merkezine koyan ve buna bağlı tüm gelişimlerde iktidar ve onun merkezileşmesinin önemini vurgulayan anarşizm…

Mülkiyetin mi yoksa iktidarın mı önce var olduğu sorusuna ilişkin verilecek bir cevabın, muhakkak iyi bir tarihsel verilendirme yapması gerekecektir. Öte yandan, Malatesta’nın ortaya koyduğu zorunlu ikilik; “mülkiyet sahibi olduğunu” iddia edenin, “her şeyin herkesin olduğu” bir durumda, meşruluğunu sağlayabileceği yegane unsurun şiddet ve zor olabileceğini göstermek açısından önemlidir.

Keza, M.Ö. 4000’lerin hem mülkiyete dayalı merkezi bir ekonominin ortaya çıktığı hem de siyasal iktidarın merkezileştiği dönemler olması rastlantı değildir. Mülkiyete dayalı ilişkilerin sistematikleştiği coğrafyaların ilk devletlerin ortaya çıktığı coğrafyalar olması da bize “meşru şiddet tekelini” elinde tutan güç olmadan mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkamayacağını göstermektedir.

Bu açıkça şu demektir; mülkiyet ve ilişkilerinin siyasalı belirlemesindeki rolü, siyasi iktidarın mülkiyet ilişkilerinin belirlenmesindeki rolünden daha azdır. Dolayısıyla tarihin bu dönemindeki en büyük hırsızlar da mevcut siyasal iktidarlarını, yani şiddet kullanma tekelini emirlerinde bulunan kolluklarla uygulayarak mülkiyet sistemini yaratanlardır. Üretim-tüketim-dağıtım ağını kontrol eden merkezi devlet yapılanmalarıdır.


Sömürgecilik ve Çitleme

Tarihteki özellikle iki büyük sürecin mülkiyet ilişkilerinin şimdiki altyapısını oluşturmasında önemli etkisi olmuştur.

15. yüzyılda başlayan sömürgecilik hareketleri, bir yanda devletlerin siyasi sınırlarını genişlettiği ve sömürge altına alınan coğrafyanın bir merkez tarafından kontrol edildiği yeni bir uluslararası siyaset ortaya çıkarırken; öte yanda sömürgeleştirilen coğrafyalardaki tüm varlıklar sömürülmüş ve modern kapitalizmin en büyük birikimi elde edilmiştir. Avrupa dışında kalan neredeyse tüm coğrafyalar, bu süreçte bu siyasi ve ekonomik saldırıya maruz kalırken sömürü, köleliğin yaygınlaştığı ve her şey gibi insanın da metalaştığı bir biçim halini almıştır. Yüzyıllar boyunca devam eden (ve hala daha etkilerini sürdüren) bu süreç, Sanayi Devrimi’ne ilk kaynaklık eden sermayenin oluşturulmasında kullanılmıştır.

Modern kapitalizmin oluşmasında bir milat niteliğinde bulunan Sanayi Devrimi’ne etki eden diğer büyük gelişme, 18. yüzyılda İngiltere’de başlayıp yaygınlık kazanan topraksızlaştırma hareketi; çitlemeydi.

“Çitleme kanunları, tarımsal nüfusu sefalete itti ve onları toprak sahiplerinin insafına terk etti; işçiler olarak imalatçıların insafına terk edilecekleri kentlere büyük sayılarda göç etmeye zorladı.”

Pyotr Kropotkin

Çitleme hareketi, toprağın yeniden örgütlenmesi süreciydi. Ortak kullanımda olan topraklar, krallık tarafından özel şahısların mülkiyetine verildi ve toprağa dayalı ekonominin zora girmesine yol açtı. Yani köylülerin ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları toprakları ellerinden alındı. Çitleme hareketi sadece zengin toprak sahipleri yaratmadı, aynı zamanda bir süre sonra ihtiyaç hissedilecek olan işçilere topraksız köylülerden hammadde sağlandı.

Toprak, ihtiyaçlarını karşılamak için kullananların elinden alındı ve toprak sahipleri tarafından kar için üretim yapacak şekilde kullanıldı. İnsanları, ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları topraklardan “yasal” olarak men edebilen toprak sahibi bu sınıf, modern hırsızların kökeni konumunda.

Tarihteki tüm bu zor girişimleri, yaratılan “zenginlik”in temelini oluşturan önemli olaylar. Bu tarihsel süreçlerin yarattığı yeni sınıf tarih sahnesine çıktı ama, tabi ki devlet korumasında. Kapitalizmin gelişim süreci, bu kaba hatlarıyla bile düşünüldüğünde şu sonuca ulaşmak çok da yersiz değil: Kapitalizm hırsızlıktır.


Devlet Hırsızlıktır

Devletin, mülkiyet ilişkilerinin kapitalist evrimi içerisindeki rolüne yukarıdaki bölümlerde değinmeye çalıştık. Mülk sahipleri ve mülksüzler arasındaki ekonomik ilişkide, mülk sahipleri lehine kurucu ve koruyucu rolünün yadsınamayacağının altını çizmeye çalıştık. Devlet mekanizmasının bu rollerinin dışında, doğrudan ekonomik sömürüde özne olarak yer aldığı, yani hırsız rolünü oynadığı; kapitalizmle ilintili unsurların (burjuvazi vb.) devre dışı kaldığı ekonomi modellerini irdelemek bir başka açıdan önemli.

Bu önem, kapitalist sömürü sisteminin alternatifi olarak gösterilen “devletli” çözümleri doğru değerlendirmekle ilgili. Özel olanın karşısına “kamusallığı”; kapitalizmin karşısına “sosyalizmi” koyanların ısrarlıca üstüne düşünmesi gereken, ekonomik artığı (yani emeği) yağmalamak için muhakkak kapitalizmin özel biçiminin gerekmediğidir.

“Yaşam devam ediyor, her gün duygu ve düşüncelerime yeni çelişkiler ekleniyordu. Beni en çok etkileyen ise çevremde tanık olduğum açık eşitsizlikti. Petro-Sovyet Birinci Sınıf Konukevi (Astoria) ahalisine ayrılan pay fabrikalarda çalışan işçilerinkine oranla çok fazlaydı. Emin olun, bu işçiler yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak oranda bile pay almıyorlardı. Astoria’daysa durum çok farklıydı. Burada öbeklenen ve Smolni’de çalışmalarını yürüten Komünist Parti üyeleri, Petrograd’ın en iyi imkanlarına sahipti.” ve ekliyor Emma Goldman Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü’nde; “Bu adaletsizliği haklı kılan tek bir gerekçe göremiyordum. Mutfak ziyaretlerimde hizmetçilerin sayısız memur, yoldaş ve müfettişler tarafından denetlendiğine tanık oluyordum. Hizmetçilerin yemeklerinin hazırlandığı ayrı, küçük bir mutfak daha mevcuttu ve burada hengameyi aratmayan yemek kavgaları yaşanıyordu. Komünizm böyle bir şey miydi?”

Elbette komünizm böyle bir şey değildi, olamazdı. Ama komünizm adı altında devlet kapitalizmi programını uygulayanların kaçınamayacağı ya da kaçınmak istemediği şey, mülkiyet sisteminin ortaya çıkardığı “ekonomik artığa” el koymak olacaktı.

Dün ve bugün, sosyalizmin pratiğe geçtiği tüm coğrafyalarda, ekonomik adaletsizliklere ilişkin bir türlü bulunamayan çözüm, tam da özel mülkiyet ilişkilerinin devlet mülkiyeti altında devam ettiriliyor oluşudur. Ortaya çıkan yeni hırsızlar, o devlet yapılarının korumasında mülkiyet ilişkilerini yeniden üreten bürokratik sınıf olmuştur.

Özel mülkiyetin devlet mülkiyetine dönüştürülmesi (kamulaştırma ya da millileştirme), mülkiyet ilişkilerini değiştirmez. Değiştirdiği sadece patronların yerine geçen bürokratlardır. Mülkiyet ilişkilerinden özgürleşmek, mülk sahiplerinin değişmesi değildir.


Yeniden Düşünmek

Mülkiyet ve hırsızlık arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, her zaman olduğu gibi bugün de önemli. Karşısında mücadele ettiğimiz ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıyı anlamak ve yaratacağımız yeni dünyanın tüm bu biçimlerden uzak bir şekilde inşa edilmesi için önemli. Ama en önemlisi, asıl hırsızların ve asıl hırsızlığın, kim ve ne olduğunu anlamak ve anlatmak…

1840’tan bu yana “Mülkiyet hırsızlıktır” şiarı, coğrafyadan coğrafyaya, toplumsal devrim mücadelelerinde yayılmakta. Bugün birilerinin unutturmaya çaba gösterdiği bu şiarı, şimdi dillendirmekten daha uygun zaman yok. Kapitalizm hırsızlıktır, devlet hırsızlıktır.


Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/feed/ 0
Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi https://meydan1.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/ https://meydan1.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/#respond Sun, 05 Nov 2017 20:27:10 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/ Kapitalist sistem, kar odaklı bir işleyişe sahiptir. Doğadaki her şeyi tüketilmeye hazır birer ürün olarak görür. Dolayısıyla doğayı, içindeki tüm varlıklarla beraber yok etme eğilimine sahiptir. İnsanlar arasında da üretim ve tüketim ilişkilerinde yarattığı adaletsizliklerle kötülüğünü pekiştirir. Bu ilişkide herkes birbirini kullanır, kapitalizm de herkesi. İnsanın doğanın bir parçası olduğunu söyleyen anarşizm ise, doğaya tüketme […]

The post Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

2009 yılında kurulan ve anarşizmin değerli pratiklerinin somut bir karşılık bulduğu 26A Kolektif, sürekliliği ve ısrarcılığıyla bu topraklar üzerindeki önemli bir deneyim olma özelliğini sürdürüyor.

Kapitalist sistem, kar odaklı bir işleyişe sahiptir. Doğadaki her şeyi tüketilmeye hazır birer ürün olarak görür. Dolayısıyla doğayı, içindeki tüm varlıklarla beraber yok etme eğilimine sahiptir. İnsanlar arasında da üretim ve tüketim ilişkilerinde yarattığı adaletsizliklerle kötülüğünü pekiştirir. Bu ilişkide herkes birbirini kullanır, kapitalizm de herkesi.

İnsanın doğanın bir parçası olduğunu söyleyen anarşizm ise, doğaya tüketme eğilimi ile değil, organik bir bakış açısıyla yaklaşır. Amaç “insanın sonsuz olmayan ihtiyaçlarının” bu organik ilişki içerisinde karşılanmasıdır. Öte yandan üretim ve tüketim ilişkilerinde “herkese ihtiyacı kadar” düsturu belirlenir. Ne eksik ne fazla… İşte bu yüzden 26A’nın kapısının ardında müşteri-çalışan, işçi-işveren ayrımı yoktur. Kimse maaş almaz. İhtiyaçlar ortaklaşa belirlenir. Kolektifin her bireyinin ihtiyaçları gözetilerek üretim tüketim ilişkileri yeniden örgütlenir.

Barikatlar Üretim Tüketim İlişkilerinde Bir Farkındalıktır. Amacımız Barikatları Genişletmek Olmalıdır.

Barikat neden kurulur? Engellemek için. 26A Kolektifi de öyle yapıyor. Kapitalizmin yaşama yönelik saldırılarını engellemeye çalışıyor. Örneğin, Kolektif 26A’nın kafelerinde, sömürü düzeninin devamlılığını sağlayan küresel kapitalist şirketlerin ürünlerine yer verilmez. Kola satılmaz mesela. Birer endüstriye dönüşen hayvanların etleri için katledilmesine karşı 26A’da et satılmaz. Dolayısıyla üretim tüketim ilişkilerinin ahlaki, politik ve sosyal açıdan değerlendirilmesi gerektiğini düşünen gönüllüler, katil şirketlerin ürünlerine, içinde adaletsizlik barındıran üretim ve tüketim şekillerine barikat koyar. Amaç, bu ilişkilerin adil bir şekilde düzenlemesidir. Bu ilişki düzenlendikçe, barikat genişler. Ta ki, tüm üretim tüketim ilişkileri devlet ve kapitalizmin boyunduruğundan kurtarılana kadar..

Şimdi, Şu anda Burada:

Devrim gelecekte bilinmeyen bir noktada aniden patlak verecek bir şey değildir. Devrim bizlerin dışında gelişen tarihsel koşulların sonrasında oluşuveren bir şey de değildir.. Devrim bir farkındalıkla ateşlenir ve pratiğe döküldüğü noktada, “Şimdi Şu Anda Burada Başlar!” Dolayısıyla, Kolektif 26A devrimci bir eylemdir. İnsanlara dayatılan zorunluluğun yerine gönüllüğü, rekabet ve bencilliğin yerine paylaşma ve dayanışmayı, yalnızlık ve yalıtılmışlık yerine beraberliği ve kolektif yaşamı koyan yeni bir dünya, herkes tarafından istenilen yeni bir yaşam biçimi uygular ve önerir.

Mücadele Bütünlüklüdür:

Anarşizm, yaratarak yıkmak, yıkarak yaratmak düsturunu benimser. Anarşistler, bir yandan devletin ve kapitalizmin köhnemiş kurumlarına ve ilişkilerine saldırarak onu yıkmayı, bir yandan da hayal ettikleri dünyayı kurmak için yaratmayı kullanılırlar.

İşte bu yüzden 26A gönüllüleri bir yandan yaşamlarını kolektif üzerinden paylaşma ve dayanışmayla örerken diğer yandan sokakta ve bulundukları her alanda her türlü araçla devlet ve kapitalizm ile kavga etmeyi sürdüren anarşist bireylerdir.

Paylaşma ve Dayanışma:

İnsan, insanın kurdu mudur? Zayıflar güçlü kurtların pençelerinde çırpınan koyunlar mıdır? Yüzlerce yıldan beri süren yalan, yüzlerce yıldan beri devam kolektif deneyimlerle boşa çıkartılmıştır aslında. Ne insan insanın kurdudur. Ne de bizler kurtların pençelerinde can vermeye mahkum olan koyunlarızdır. Bencillik ve rekabet, devletlerin ve kapitalizmin bıkmadan usanmadan her gün tazelemek zorunda kaldıkları kocaman bir yalandır.

Paylaşma ve dayanışma ise, yaşamın içinde ve kapitalizmin karşısında hayatta kalmak için canlıların geliştirdiği bir davranış biçimidir. Anarşistler, birbirine arkanı güvenle dönebilme özgürlüğüne ve omuz omuza vermenin yarattığı özgüvene sahip bireylerdir. İşte tam da bu yüzden, 26 A kolektifinin kapısından giremez bencillik ve rekabet. Çünkü içeride omuz omuza vermiş, güvenle birbirine sırtına dönebilen insanlar vardır. Bazen paylaşılan bir kap yemek, bazen mutluluk, bazen de öfkedir. Fakat bu kapılar ardında bir grup insana özgü bir yaşam biçimi olarak tasarlanmamıştır, bu bütün dünyaya tekrar yayılması gereken bir itkidir, bir iç güdüdür. Sadece hatırlamak ve eyleme geçmek gerekir. Kolektif 26A bunu yapar aslında hatırlar, eyleme geçer ve bu anlayışı örgütlemek için çalışır.

Tek Başına Değil Hep Beraber; Zorunlu Değil Gönüllü:

Yalnızlığımız, yalıtılmışlığımız bizi yok etmek; bizi köleleştirmek isteyenlere karşı en zayıf yanımızdır. İşte bu yüzden devlet ve kapitalizm hep buraya oynar. Yaşam biçimleri, evler, odalar, işler, iş yerleri, sokaklar hep buna göre düzenlenir. Bireyler ve toplumlar yalnızlaştırıldıkça yok olur, güçsüzleşir ve daha rahat kontrol edilebilir. Kontrolün başladığı yerde ise inisiyatif ölür. bundan sonra birey ve toplumlar için zorunluluklar ve mecburiyetler silsilesi başlar. Kapitalizmde kendini gerçekleştirdiğini düşünenler aslında zorunluluklar ve mecburiyetler yığında boğulanlardır.

Tarih boyunca anarşistler özgür bireylerin birlikteliklerine dayanan örgütlenmelerden taraf olmuş ve bunların uygulayıcısı olmuşlardır. 26A kolektifi, örgütlülüğün ne kadar büyük bir güç yarattığını bilir. Sistem içerisinde yalnızlaştırılarak güçsüzleştirilen insanların örgütlülüğün içinde kendini gerçekleştirdikçe bireyleştiğini, örgütlendikçe güçlendiğini ve kapitalizme karşı toplumu güçlendirdiğini bilir. Anarşistler için örgüt bir zorunluluk değil, ihtiyaçtır hem sistemle savaşabilmek, hem de hayatta kalmanın bir metodu olarak kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bu örgütlülüğün harcıysa gönüllü olmaktır. İnisiyatif kullanmak, insana tekrar insan olduğunu hatırlatır. 26 A Kolektifi, özgür bireylerin gönüllü birlikteliği ile oluşturulmuş bir örgütlenmedir.

Üstelik bu birliktelik belirli bir mekanla ve zamanla sınırlandırılırmış bir birliktelik değildir. Her bir gönüllü, yaşamının tamamını kapitalizme karşı diğer yoldaşları ile beraber örgütler. Mekan dışında da beraber yenilir, beraber içilir. Kurulan komünlerde ortak yaşam devam ettirilir.

Hiyerarşik Dikey Değil, Anti Hiyerarşik Yatay İşleyiş, Bir Kişinin Değil, Herkesin Kararı:

Toplumu yukarıdan aşağıya bir emir komuta zinciri şeklinde örgütleyen, milyonların kaderini bir kişinin ya da dar bir grubun insafına terk eden günümüz düşüncesine karşı, kimsenin kimseden üstün olmadığı ve yapılan işte ya da bulunulan mekanda herkesin sonsuz söz hakkına sahip olduğu bir anlayış pratikler anarşizm.

26A gönüllüleri çalışma saatlerini, mekanın işleyişini, mekanın dizaynı da dahil olmak üzere her şeyi gönüllülerin periyodik olarak bir araya geldiği ve her gönüllünün sonsuz söz hakkına sahip olduğu toplantılarda tartışarak, öyle karar verir, belirlerler.

Özetleyecek olursak, Kolektif 26A yaşamlarını devlet ve kapitalizme karşı örgütlemiş; Bencillik ve rekabete karşı paylaşma ve dayanışmayı, yalnızlık yerine örgütlenmeyi, ertelemek yerine şimdiden başlamayı, hiyerarşi yerine yatay işleyişi bütünlüklü bir mücadele ekseninde bir yandan yaratırken diğer yandan yıkmayı pratikleyen bir modeldir. Bu model anarşizmin tüm toplumsal ilişkileri yeniden değiştirmeyi amaçlayan, yüreğimizde taşıdığımız başka bir dünyanın tohumudur.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/feed/ 0
KADINLAR SOKAKLARA, ÖZGÜR YAŞAMI YARATMAYA https://meydan1.org/2017/03/01/kadinlar-sokaklara-ozgur-yasami-yaratmaya/ https://meydan1.org/2017/03/01/kadinlar-sokaklara-ozgur-yasami-yaratmaya/#respond Wed, 01 Mar 2017 14:47:45 +0000 https://test.meydan.org/2017/03/01/kadinlar-sokaklara-ozgur-yasami-yaratmaya/ Bedenlerimiz, benliğimiz ve yaşamlarımızın her alanı; ataerki tarafından baskılanmış, kapitalizm tarafından kuşatılmış, devlet tarafından yok sayılmıştır. Devlet, kadın düşmanlığını her geçen gün daha fazla beslemiş, kapitalizm ise biz kadınları her geçen gün daha da metalaştırmış; ataerkil zihniyeti destekleyerek yaşamdan yoksunlaşmamızı ve yoksullaşmamıza sebep olmuştur. Kapitalizm Kadın İçin Hep Kriz Demektir Kapitalizm, sonsuz üretim ve sonsuz […]

The post KADINLAR SOKAKLARA, ÖZGÜR YAŞAMI YARATMAYA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bedenlerimiz, benliğimiz ve yaşamlarımızın her alanı; ataerki tarafından baskılanmış, kapitalizm tarafından kuşatılmış, devlet tarafından yok sayılmıştır. Devlet, kadın düşmanlığını her geçen gün daha fazla beslemiş, kapitalizm ise biz kadınları her geçen gün daha da metalaştırmış; ataerkil zihniyeti destekleyerek yaşamdan yoksunlaşmamızı ve yoksullaşmamıza sebep olmuştur.

Kapitalizm Kadın İçin Hep Kriz Demektir

Kapitalizm, sonsuz üretim ve sonsuz tüketim sistemiyle, hem ekonomik hem de sosyal olarak yaşamlarımızı topyekun bir sömürüye maruz bırakır. Biz kadınlar, kapitalizmden de nasibini en fazla alanlar oluruz.

Üretim süreçlerinde ucuz iş gücü olarak görülerek vasıfsızlaştırılıyor, ürünlerin pazarlanmasında ve vitrininde cinsel objeye dönüştürülerek metalaştırılıyoruz. Üretimde ucuz iş gücü, kapitalist pazarda meta iken ev içinde de hizmetçi, eş, anne oluyoruz. Temizlik, yemek, erkeği motive etmek, çocuk bakımı bizlerin zorunlu işleri sayılıyor. Zaten ucuz olan kadın emeği, ev içinde tamamen görünmez kılınıyor.

İçinden geçmekte olduğumuz gibi, kendisi kriz olan kapitalizmin “kriz” olarak nitelediği zamanlarda ise, en çok olan yine biz kadınlara oluyor. Kimi durumda işten atılıyor; kimi durumdaysa gelir dağılımının bozulması, ev gelirinin azalmasıyla ve ucuz işgücü olmanın “avantajıyla” daha fazla istihdam edilmeye başlıyoruz.

Var olduğu günden bu yana ataerkiden bağımsız gelişmeyen kapitalizm, bugün de kendi yarattığı krizlerin etkisini yine kendisini besleyen ataerkinin toplumsal cinsiyet etmeni ile belirginleştiriyor. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, kadın katliamları böyle süreçlerde daha da yükseliyor.

Daha fazla veya daha az; ekonomik krizin olduğu veya olmadığı her koşulda kapitalizm için kadın ezilmesi gerekendir. Kapitalizm biz kadınlar için hep kriz demektir.

Devlet Kadın İçin Hep Yok Oluş Demektir

Devlet için biz kadınlar, bir yandan muhafaza edilmesi gereken, muhafaza edilmeyi reddettiğimizde ise katli vacip görülenleriz. Muhafazakarlaşan devletin kadın politikaları ve devlet erkanının yükselen kadın düşmanı söylemleriyle, bu durumu günden güne daha da derinden hissetmekteyiz. Devlet, nüfus politikalarının da bir parçası olarak, kürtajımızdan kaç çocuk doğuracağımıza kadar yaşamlarımızı belirlemeye çalışıyor. Kadın değil aile vurgusuyla, kadını aileye sıkıştırıyor. Yeterince sıkıştırılmıyormuşuz gibi, kadın katilleri, tecavüzcüleri de “iyi hal” ya da “tahrik” indirimleriyle, tecavüz yasalarıyla taçlandırılarak destekleniyor.

Biz kadınlar, devletin kadın politikaları ve yükselen kadın düşmanlığı ile, yaşamlarımızın her alanında daha fazla baskı, şiddet, taciz, tecavüz ve katliamla karşı karşıya kalıyoruz. Kahkaha attığımızda, şort giydiğimizde, parkta spor yaptığımızda, hamileyken sokağa çıktığımızda ya da kürtaj olduğumuzda, 5 çocuk doğurmadığımızda, evli olduğumuz erkekten boşanmak istediğimizde, en nihayetinde sadece “kadın olduğumuz için” maruz kalıyoruz bunlara. Dinsel öğretiler, kültürel ve ahlaki normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetler, sürekli olarak yaşanmakta olan bu cinsiyetçiliği gittikçe daha da normalleştiriyor.

Muhafazakarlaşan devlette değişmeyen; devletin her koşulda baskı, otorite, şiddet, katliam anlamına geldiği ve erkek olduğu gerçeğidir. Devlet biz kadınlar için hep yok oluş demektir.

Seçme-Seçilme ve Referandum Kadın İçin Kazandığını Zannederken Kaybetmek Demektir

Bu kriz ve yok oluş arasında var olmaya çalışan biz kadınlara çare olarak, yine sömürünün daha azına- çoğuna “evet” veya “hayır” demek üzere sandığa gitmek sunuldu. Biz kadınların yaşamın her alanındaki adaletsizliklere karşı mücadelesi, sandıklara sıkıştırılmaya çalışılıyor. Sandıktan gelecek “iyi” veya “kötü” sonuçla her şeyin değişeceği yanılsaması yaratılmak isteniyor. “İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde, her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Hayallerimiz bazen çeyiz, bazen seçim ya da referandum sandıklarına kapatılıyor.

Hep seçimler, referandumlar gerçekleşti. Hep “kazanırsak daha iyi olacak” denildi. Bazen “iyi” oldu, kazanıldı. Bazen “kötü” oldu, kaybedildi. Ancak kadın, her iki koşulda da kaybetti; ne özgürlük ne de adalet geldi. Biz kadınlar için evde, işte, sokakta, devletlerin ve kapitalizmin hükmettiği yaşamlarımızın her alanında baskı, şiddet ve katliamlar artarak devam etti. Seçme seçilme ve referandumla bir şeylerin değişeceğine, düzeleceğine inanmak; kadın için kazandığını zannederken kaybetmek demektir.

Kadın İçin Kadın, Çözüm Demektir

Hangi bölgeden, nasıl bir kültürden, kaçıncı sınıftan olursak olalım hepimiz kadınız. Dertlerimiz, sorunlarımız, ezilmişliğimiz kadınlığımızdan geliyor. Kadın olduğumuz için şiddet görüyoruz. Kadın olduğumuz için tecavüze uğruyor, istenileni vermeyince katlediliyoruz. Devletin savaşlarında, kapitalizmin krizlerinde talan ediliyoruz. Kadın olduğumuzu hatırlamayalım diye baskılanıyor, bu baskıya rağmen hatırlarsak ve diğer kadınlara da hatırlatmaya kalkışırsak kapatılıyoruz. Kadın olduğumuz için yok sayılıyor; söz konusu seçimler olduğunda “birilerinin” kazanma savaşında, oy potansiyeli olarak hatırlanıyoruz.

“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” der Emma Goldman yoldaş. Biz kadınlar için, kendimiz için, birbirimiz için, yaşam için mücadele etmekten başka çözüm olamaz. İhtiyacımız olan, bütünlüklü bir mücadeledir. Ne yalnızca ekonomik, ne yalnızca politik, ne yalnızca sosyokültürel; yaşamlarımıza sahip çıkmamızı sağlayacak olan, bütünlüklü bir özgürlük mücadelesidir. Özgür bir yaşamı yaratmak adına verdiğimiz bu mücadelede, birlikte olmaya ihtiyacımız var. İhtiyacımız olan, örgütlü bir mücadeledir.

Özgürce düşleyebileceğimiz, düşlediklerimizi eyleyebileceğimiz, kadın olduğumuzu hatırlayarak beraberce yaratabileceğimiz bir yaşam istiyoruz. Bu yaşamı yaratacak çözümler ne devlette ne de kapitalizmdedir. Bizlerin ruhlarında, bizlerin sözlerinde, bizlerin ellerindedir. Bütün bunlar için, birbirimize, kadının ruhuna ve gücüne inanmaya ihtiyacımız var! Şimdi, kadın kardeşim, yoldaşım; ihtiyacımız olan sensin!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.

The post KADINLAR SOKAKLARA, ÖZGÜR YAŞAMI YARATMAYA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/03/01/kadinlar-sokaklara-ozgur-yasami-yaratmaya/feed/ 0
Korkun Patronlar Genç İşçiler Örgütleniyor https://meydan1.org/2016/06/19/korkun-patronlar-genc-isciler-orgutleniyor-2/ https://meydan1.org/2016/06/19/korkun-patronlar-genc-isciler-orgutleniyor-2/#respond Sun, 19 Jun 2016 16:53:29 +0000 https://test.meydan.org/2016/06/19/korkun-patronlar-genc-isciler-orgutleniyor-2/ Hizmet Sektörü Nedir? Işıl ışıl aydınlatması, ihtişamlı görüntüsü ve yüksek tavanlarıyla müşterisini kendine çeken AVM’ler. Onların içerisinde farklı tasarımlarda, farklı müşteri potansiyeline uygun kafeler, restoranlar, mağazalar… Sadece AVM’lerde değil; bazen büyük bir cadde üstünde, bazense tenha bir sokaktadır alışveriş yapılacak, oturup sohbet edilecek dükkanlar. Dükkanların içerisinde de oradan oraya koşturan işçiler. Fabrikada, atölyede, toprakta çalışan […]

The post Korkun Patronlar Genç İşçiler Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hizmet Sektörü Nedir?

Işıl ışıl aydınlatması, ihtişamlı görüntüsü ve yüksek tavanlarıyla müşterisini kendine çeken AVM’ler. Onların içerisinde farklı tasarımlarda, farklı müşteri potansiyeline uygun kafeler, restoranlar, mağazalar… Sadece AVM’lerde değil; bazen büyük bir cadde üstünde, bazense tenha bir sokaktadır alışveriş yapılacak, oturup sohbet edilecek dükkanlar. Dükkanların içerisinde de oradan oraya koşturan işçiler.

Fabrikada, atölyede, toprakta çalışan üretim sektörü işçisine karşılık; hizmet sektöründe elle tutulur bir üretim yapmaksızın, başka bir bireye hizmet verilir. Bu hizmeti veren işçinin pozisyonu; servis elemanı, kurye, tezgahtar, temizlikçi hatta anketör olarak değişse bile, aslında hepsi hizmet sektörü işçileridir.

Hizmet Sektöründe Kimler Çalışıyor?

“Genç, dinamik, prezantable ekip arkadaşları arıyoruz.” Bu cümleyi duymayanımız ya da çeşitli eleman sayfalarındaki “vasıfsız eleman” köşelerinde görmeyenimiz yoktur. Çünkü genç, dinamik ve prezantable olmak için tahsil görmüş ve bir işte uzmanlaşmış olmaya gerek yoktur. Müşteriye daha iyi hizmet verebilmek için tercih edilen genç işçiler ise en kolay girebilecekleri sektör olduğundan, hizmet sektöründe çalışırlar.

Çoğunluğu genç olduğundan, işçi sirkülasyonu oldukça fazladır. Bunun nedeni, hizmet sektörü işçisi gençlerin, genellikle yaz tatillerini değerlendirmek ya da okul ile birlikte yarı zamanlı çalışıp harçlıklarını çıkartmak için çalışmasıdır. Böylelikle çalışmakta olan genç işçi -sınav döneminin yaklaşması gibi- kendisiyle ilgili bir durumda ya da işyerinde yaşadığı herhangi bir sıkıntı karşısında kolayca işten çıkabilir ve kısa süre sonra başka bir işe girebilir. Bu durum da hizmet sektörünü “geçici” bir sektör olarak tanımlar.

Sömürü Düzeni

Geçici olarak görülen bir sektör, yani işçilerinin sürekli değiştiği bir sektör de tabi ki patron tarafından olumsuz olarak görülmüyor. İşçilerin sürekli değişmesi demek; kıdemsizlik demek, sendikasızlık demek, hatta işçi tarafından işyerindeki sorunların önemsenmemesi demektir.

Sektör geçici olsa da, sömürü kalıcı olmaya devam etmektedir. AVM’ler gibi sömürünün kalıcı olarak var olduğu alanlar ise dışardan bakıldığında “kusursuz” düzenlenmiştir. Her şey rahatça alışveriş yapabilmek için tasarlanmıştır; bu tasarım, hızlı ve sorunsuz bir şekilde işlemektedir. Oysa ışıltılı bir AVM, orada çalışan bir hizmet sektörü işçisi için bir çirkinlik abidesidir, çünkü o ihtişamlı görüntü bir AVM’nin bacasız bir fabrika olduğu gerçeğini asla örtemez. Bir fabrika işçisi kadar sömürülen hizmet sektörü işçileri, esnek çalışma saatleri ile yoğun bir tempoda çalıştırılır. Ekipler halinde çalışılan bu sektörde, taciz ve mobbing kimi zaman hat safhaya ulaşır ve işçilerin çalışma şartları zorlaşır. Maaşların geç ödenmesi, mesai ücretlerinin yatırılmaması gibi problemler olağanlaşmış, sektörün olmazsa olmaz sıkıntısı haline gelmiştir.

Meydan Gazetesi- korkun Genç İşçiler Örgütleniyor

GİDER’de Örgütlen!

Biz genç işçiler, her gün bu sıkıntılara maruz kalıyoruz ve bu sıkıntıları kendi aramızda kulaktan kulağa  konuşarak sineye çekiyoruz. Artık vakit, yaşadığımız bu adaletsizlikleri kulaktan kulağa değil; öfkeyle haykırmanın vaktidir. Tıpkı bundan birkaç yıl önce Kafe Kafka İşçileri’nin esnek çalışma saatlerine ve kötü çalıştırılma koşullarına karşı verdiği mücadelede olduğu gibi. O gün, Kafe Kafka işçilerinin, genç işçiler olarak verdiği örgütlü mücadele nasıl ki patronlara geri adım attırdıysa, bugün de her genç işçi örgütlenerek duracak adaletsizliklerin karşısında. Patronlar, müdürler, şefler ya da bir statü üstte olan herkes korksun artık genç işçilerden. Çünkü artık genç işçiler tek başlarına değiller. Genç İşçiler Derneklerini Kuruyor, Genç İşçi Derneği (GİDER) Örgütlenmeye Çağırıyor!

– Genç İşçi Derneği – 

Bu yaz Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Korkun Patronlar Genç İşçiler Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/06/19/korkun-patronlar-genc-isciler-orgutleniyor-2/feed/ 0
” Hangisi ? ” – Dilan Yaman https://meydan1.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/ https://meydan1.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/#respond Wed, 10 Jun 2015 22:56:39 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/ “Pardon bir bakar mısınız? Fazla uzun sürmeyecek.” Eğer kalabalık bir caddede yürüyorsak hepimiz duymuşuzdur bu cümleleri. Vaktimiz varsa, ardından cevaplamamız istenilen bir dizi soruyla karşı karşıya kalırız. Bazen halihazırdaki, bazen de piyasaya yeni girmeye hazırlanan bir ürünle ilgilidir bu sorular. Gazoz ya da kahve, ped ya da çikolata, banka ya da sigorta, neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. […]

The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Mann von der Presse hält ein Klemmbrett und ein Mikrofon

“Pardon bir bakar mısınız? Fazla uzun sürmeyecek.”

Eğer kalabalık bir caddede yürüyorsak hepimiz duymuşuzdur bu cümleleri. Vaktimiz varsa, ardından cevaplamamız istenilen bir dizi soruyla karşı karşıya kalırız. Bazen halihazırdaki, bazen de piyasaya yeni girmeye hazırlanan bir ürünle ilgilidir bu sorular. Gazoz ya da kahve, ped ya da çikolata, banka ya da sigorta, neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Ama durmuşsak, sorulara da yanıtlar vermeye başlamışsak, bir anketin deneği olmuşuz demektir.

Yaş, cinsiyet, meslek gibi kişisel özelliklerimizi de öğrenmek isteyen bu anketlerde, bazen içerek, bazen de dokunarak o ürünle ilgili bize yöneltilen soruları seçenekler dahilinde işaretlememiz istenir.

Peki, neden? Neden bu sorular ve cevaplar, neden yüzdeler ve oranlar?

Anket sorularına verilen yanıtlar, tek tek sayılır, işlenir ve anket şirketince birer istatistiki bilgiye dönüştürülerek anketi yaptıran şirkete sunulur. İstatistiksel bilgiden elde edilen sonuçlar, her durumda, değiştirilme, gereğinden az ya da çok gösterilme, abartılma “risk”ini ve “imkan”ını taşır. Yoksa şirketleri binlerce dolar harcama yaparak anket yapmaya şevklendiren şey bu “imkan” mı?

Gerçekten de, hemen her gün karşılaştığımız anketler, uygulanma biçimi, soruların seçimi, vermemizi bekledikleri yanıtların sıralanması gibi bir çok ayrıntıyla, aslında, davranış biçimlerimizi, alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi ölçmenin ötesinde bizi kendi ürünlerini satın almaya istekli de kılmaya yöneltiyor. Bunu da, anketlerden kendi hesaplamalarına göre elde ettiklerini söyledikleri sonuçlar pekiştirmiş oluyor. Yani anket de reklamın, tanıtımın bir parçası oluveriyor böylece.

Öyle ya, neticede, şirketlerin ana amacı kar elde etmek olduğuna göre, her bir yeni satış da kar olarak dönecektir. Daha fazla kar için de pazarı genişletmek gerekir. Peki pazarın durumu ne, işte hemen her gün yolumuza çıkan anketörlerin bize yaptırmaya çalıştığı anketlerin ana amacı da bu: pazar araştırması. Bize sorulan her soru ve bizim masumane verdiğimiz her cevap, şirketlere kar olarak dönebilir. Anketlerin gizli bir görevinin de, tüketim alışkanlıklarını değiştirip satın alma isteği uyandırmasıdır diyebiliriz.

Çalışanına yok, ankete var

Ancak, bir ürünün üretilmesi için gereken ham maddeyi, doğayı talan ederek elde eden şirketler, zaten çalışanlarına da en düşük ücretleri vererek kar marjlarını yükseltmeyi sürdürürken, pazar araştırması için bütçelerinden büyük büyük meblağlar ayırmaları ilginçtir. Elbette buradan da bir çıkarları vardır şirketlerin: şirketler, yeni ürünlerini pazara sunmadan önce yapacakları/yaptıracakları pazar araştırması anketleriyle pazarın risklerini önceden görebilme ve ona göre konum alabilme imkanı da bulmuş olurlar. Bu da onları daha da büyük, daha tekel, yani daha da adaletsiz kılar.

Anketlerin pazar araştırması dışında en yaygın kullanım alanlarından biri de bir okulda okuyanlar, bir mesleği yürütenler ya da bir kentte yaşayanlar gibi alanlara yönelerek, o alanlarla ilgili verileri toplar gibi yapıp aslında sorduğu sorularla ankete katılanları fişlemek. Yani “sizce…” diye başlayan sorular, aslında genel ekonomik ya da politik gidişatla ilgili, katılımcının görüşünü almak gibi masum bir soru gibi görünse de, eleştirel düşünceye ya da tam zıddı bir görüşe sahip olanları kolayca bulup ayıklamaya da pekala yarayabilir anketler. Bildiğimiz dilleri yazarak etnik kökenimizi bulmaları hiç de zor değil, okuduğumuz gazetelere bakarak politik görüşümüzü bulmaları pekala mümkün. İnancımız, mezhebimiz, hatta cinsel yönelimimiz, anketlerin bize sorduğu sorularla açığa çıkabilir ve bir gün aleyhimizde kullanılabilir bir veriye dönüşebilir. Hatta, bir üniversitenin yeni dönem öğrenci kaydı sırasında yaptığı ankette “hiç protesto eylemine katıldınız mı” sorusu, sizi doğrudan karakola da düşürebilir. Yani görüşümüz alınıyor diye verdiğimiz cevaplarla, kendi evimizin kapısına çarpı işareti yapmış olabiliriz.

İster bir ürün için yapılan pazar araştırması olsun, ister de bir alan soruşturması gibi olsun, anketler, asıl amaçlarını soruların ardına gizleyerek insanları aldatmakta, yönlendirici yanıt seçenekleriyle algımıza saldırıp davranışlarımızı etkileyerek kendi çıkarlarına uygun hale getirmeye çalışır.

“Fazla zamanınızı almayacak” bir soru da biz soralım: Bu yazıyı okuduktan sonra anketlere hala güvenebilirim diyebilir misiniz?

Dilan Yaman

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 https://meydan1.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/ https://meydan1.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/#respond Wed, 22 Apr 2015 14:23:41 +0000 https://test.meydan.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/   Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (3) Scott Nappalos Özgürlükçü Komünist Toplum Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek. Katılımcı ekonomi, bilinçli tahminler yoluyla insanların hangi ürünleri ne kadar arzuladıklarını ölçmeyi önerir. Fakat bu […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Meydan gazetesinin Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisine, Kuzey Amerika IWW üyesi, Scott Nappalos’un yazısının üçüncü bölümüyle devam ediyoruz. Yazının odağında güncelliğini koruyan bir tartışma olan teorinin pratikte somutlaşması ve teorinin pratikten üretilmesi yer alıyor. Yazının bu son bölümünde, devrimci durumların ekonomik pratiklere etkisi ve anarşist komünist ekonomi teorisinin ücret sistemi eleştirisi yer alıyor. Libcom’un dışında birçok uluslararası anarşist sitede de yayınlanmış olan yazı, daha önceki yazı dizilerimizde içerisinden yazılarına yer verdiğimiz The Accumulation of Freedom: Writings on Anarchist Economics kitabındaki bölümlerden biri olma niteliğini de taşıyor.

 

Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (3)

Scott Nappalos

Meydan Gazetesi- Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları

Özgürlükçü Komünist Toplum

Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek. Katılımcı ekonomi, bilinçli tahminler yoluyla insanların hangi ürünleri ne kadar arzuladıklarını ölçmeyi önerir. Fakat bu öneri, mevcut ürünlerin güncel kullanımını ve gelişimi birlikte ele alarak ekonominin hangi yöne gideceği konusunda karar alan kolektif yapılarda gerçekleşen diyaloğa dayanır.

Mutlak ve değişmez biçimde kıt bulunan bazı ürünler için, gerçek ihtiyaçlara dayalı, adil bir sistem bulmamız gerekir. Bu gerçekten acil bir sorundur ama yine birçok ekonomist bunu yok sayıyor çünkü mevcut durumdan devrimci topluma ve sonra devrim-sonrası topluma nasıl gideceğimizi ele almayan, gerçek pratiğe dayanmayan taslaklar yaratıyorlar. Mevcut üretimden toplumsal üretime geçiş süreci kısa vadede kıtlıklar yaratacaktır. Uzun vadede, kolektif bilgimizi kullanmak, en kötü işlerin makineleşmesi ve kapitalist ekonominin devasa parçası olan gereksiz üretimi (finans, ordu, hapishane, zengin eğlenceleri, vb.) ortadan kaldırmak, bütün dünyaya fazlasıyla yetecek kadar imkan sunacaktır. Aslında zaten bütün dünyayı fazlasıyla doyuracak kadar yiyecek üretiyoruz ama fiyatları yüksek tutmak için çoğunu yakıyoruz. Birçok anarşist komünist düşünür böyle gıdalar için karne kavramını öne sürer. Böyle bir pratik savaş zamanında kabul görmüştür ve bugün de organ nakli için kullanılan paylaşım yöntemidir.

Toplumsal devrim herkese yetecek kadar üretebildiği aşamaya geldiğinde, o zaman “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi uygulanabilir ve endüstrisi daha gelişmiş ve verimli bölgeler doğal olarak bu aşamaya diğerlerine göre daha erken ulaşacaktır. Fakat toplamda bu aşamaya ulaşılana kadar eşit paylaşım sistemi, yani kişi başına eşit dağılım, sadece adil değil, zorunludur. Hastaların, yaşlıların, hamile ve yeni doğum yapmış kadınların ayrıca düşünülmesi gerektiğini söylemeye bile gerek yok…[xix]

Bu karne sistemi tabii ki aslan payının ve en iyi dilimlerin parti elitine gittiği, örneğin Sovyetler Birliği’ndeki karne sisteminden farklıdır. Mesela günümüzde organlarla ilgili, en çok ihtiyacı olan ve en uygun kişileri belirleyip sıraya koyan bir uluslararası kurum vardır. Organ naklinde organı kimin alacağı, fiyata, mesleğe ya da kişinin algılanan değerine göre değil, ihtiyaç ve uygunluğa göre belirlenmesi açısından komünist temelde gerçekleşir. Karne sisteminden kaçınmak için her şey yapılmalıdır ama yokluk zamanlarında adil tek çözümün bu olduğunu görmemiz gerekir.

Öte yandan, Berkman’ın komünist alternatifi olan “fazlalığın açık kullanımına” bakarsak, kirlilik ya da aynı malzemenin çelişki yaratan kullanımları gibi karar verilmesi gereken meselelerde toplumun nasıl tartışıp düzenleme yapacağı konusunu ele almadığını görürüz. Küresel kapitalist ekonominin herhangi bir yapı-sökümüne girişenler, dev boyutlardaki küresel eşitsizlik ve dünyanın büyük kesiminin engellenmiş gelişimi sorunlarıyla uğraşmayı göze almalıdır. Dünyanın bütün toplumlarının kapasitelerini bilinçli ve kolektif olarak geliştirecek ve (kapitalizmin, pazarlarını genişletmek ve karlarını artırmak için yarattığı sürdürülemez olan) mevcut yapıların yaratacağı ekolojik felaketlere çözüm bulacak bir yönteme ihtiyacımız var.

Bu kararları sadece halk meclisleri yoluyla alabiliriz. Fakat çözüm teknik değildir. Kirlilik konusundaki kavgaları çözümlemek için sadece ekonomik bir tasarım bulamayız. Yukarıdaki tartışmada çeşitli önerileri gündeme getirmek için bir öneri zaten var, ama  politik meseleler için sadece toplulukların konseyleri içinde, politik süreçler olabilir. Herhangi bir değer belirlemek, keyfi olacağı gibi, sorunu da çözmez. Bunun yerine, topluluklar bir araya gelmeli, tartışmalı, anlaşmaya varmalı ve herkes için en iyi çözümü oluşturmalıdır. Yapılar, güç mücadelelerinde ve gücü ilgilendiren mücadelelerde arabuluculuk yapabilir ama bu yapılar çözümün sadece dış yüzüdür. Hiçbir garanti sağlamazlar ve böyle sorunlar nihayetinde durumun maddi, toplumsal ve tarihsel analizini gerektirir. Malumun ilanının, muğlak genellemelerin, boş şekilciliğin ötesinde bir değerlendirme için kaçınılmaz olarak daha çok deneyime, pratiğe ve denemeye ihtiyacımız var.

Bununla beraber kapitalizmden farklı olarak, “her zaman, ne istersek onu” yapabileceğimizin bir garantisi yoktur. Çeşitli planlama inisiyatifleri boyunca herhangi bir topluluk diğeriyle eşit konumda olacağı için, ilkeli olunması yönünde yapısal baskılar olacaktır. İleride bizi yakabilecek durumda olanları yakmak istemeyiz. Bugünden farklı olarak, bunu yapmak için finansal ya da politik bir çıkar olmayacaktır. Gerçek anlaşmazlıklar çıktığında, ve bunlar olacaktır, toplumsal mücadele bizim modellerimizin ve formüllerimizin ötesine geçecektir.

Ücret Sisteminin Eleştirisi

Fakat paylaşım net çizgiler çeker. Paylaşımda komünist ekonomiyi tanımlarken, ücretli iş sisteminin olmadığını, bireysel emeğin algılanan değeri yerine insani ihtiyaçlar ve maddi olanaklara dayalı olduğunu ve kapital birikiminin yerini insan ihtiyacı için üretimin aldığını gördük. Katılımcı Ekonomi’nin tüm özellikleriyle ortak olan kolektivist ekonomi ise, aslında insanları çeşitli ücret-düzenleri için çalışmaya zorlayan bir sistemdir. Kolektivist paylaşımın temelinde ücret olarak biriktirilen gelir vardır ve bu gelirin bireyin yaptığı işin algılanan değerine dayalıdır. Kolektivistler sosyalizm altında emeğin değerini çeşitli şekillerde tanımlamışlardır: üretim miktarı, çalışma saati, işin zorluğu ve çalışırken sarf edilen güç (katılımcı ekonomi), emeğin toplumsal değeri, vb.

Komünist ekonomi, kısmen devrimci toplumların deneyimlerine dayanarak, ücret sistemini reddeder. Rusya, Çin, Küba, Macaristan, Almanya, vb. deki devrimci deneyimler içinde tek bir şey görebiliyorsak, o da kapitalizmin, düşmanının içinden tekrar ortaya çıkabileceğidir. Sınıf ayrımları ve sınıf eşitsizlikleri, olası yönetici sınıfları için bir rampa görevi görür. Ücret sistemleri, “Proleter” devlet önerisi kadar olmasa da, kapital ve maddi güç birikimiyle yeni yönetici sınıfların oluşmasına ve ekonomik eşitsizliklere zemin sağlar. Bu temelde olumsuz bir itirazdır. Olumlu tarafında ise, komünist ekonomi, adaletsizliğin ve ücretli emeğin sürdürüldüğü ekonomilerde olmayan ek seçenekler ve imkanlar sunar. Komünizm, hem yapılan işlerde hem alınan karşılıkta ayrımları ortadan kaldırması sayesinde üretimde ve insanlar arasında tümüyle yeni ve temelden farklı toplumsal ilişkilerin kurulmasına yol açar. Temelde komünist olan bir paylaşım, toplumsal üretimin çıktılarını ve yapısını, bu üretimden faydalanan toplumun gerçek ve hayati ihtiyaçlarına doğru yönelmeye zorlar. Komünizm, emek ve tüketim arasındaki bağları parçalayarak, toplumsal ihtiyaçlara ve insan arzularına dayalı alternatif bir yaşama ve çalışma şekli sunar.

Üstelik adil bir ücretin neye dayanarak yapılabileceğini sorgulamak yerinde olacaktır. Kapitalizm altında ücretler adil değildir. Ücret pazara bağlıdır, o kadar. Ama sosyalist ücretler emeğin belli bir değer algısına dayalıdır. Katılımcı ekonomide bu ücret “…toplumsal ürüne katılımda sarf edilen gayret ya da fedakarlıktır”.[xx] Kaç saat çalıştığınız, ne kadar ürettiğiniz, üretime kattığınız değer gibi çeşitli kolektivist ücretler önerilmiştir. Fakat bunların hepsinde temel bir problem vardır; bunlar keyfi ve adaletsizdir.

Zamanımızda üretim büyük ölçüde toplumsaldır. Bireyin katkısını, o işin yapılmasını sağlayan diğer binlerce bireyin katkılarından ayırmak çok zordur. Basitçe, günümüz toplumunda toplumsal emek ve kapital o kadar iç içe geçmiştir ki, çoğu durumda bireyin katkısını diğerlerinin emeğinden ve o bireyin üretmesini sağlayan toplumsal kapitalden ayrı ölçmek imkansızdır. Kapitalizm bunu zaten denemez; sadece insanlara zorla kabul ettirilen miktarı öder. Sadece saatlere bakarsak, hepimiz biliyoruz ki bir kişinin çalıştığı saatler diğerinden farklı olabilir; ama aynı ücreti alırlar. Bazı insanlar doğalında yetersiz oldukları için onların yaptığı işin değeri adaletsiz olur. Diğerleri, fazla çaba sarf etmeden, sadece yeteneklerine dayanarak zengin olamamalılar. Çaba ve fedakarlığa göre değerlendirme yaparsak, böyle bir sistem yine rastgele ve keyfi değerlendirmelere açık olur. Çalışma arkadaşlarının birbirlerinin işlerini değerlendirmesi ise iş yerindeki dedikodu ve iç çekişmeleri bugünkü rahatsızlık seviyesinin çok üstüne, ücretler üzerinde bir güç sistemine dönüştürür. Bir şeye değer biçmek tarafsız olamaz; güç yüklüdür ve bir baskı aracıdır. Ücret, kapitalizm tarafından gerçek toplumsal emeği gizemlileştirmek için kullanılan bir baskı aracıdır. Katılımcı ekonomi ve kolektivistler, bu aracın kar-sistemiyle ilişkisi kesildiğinde bir adalet aracı olabileceğini düşünüyorlar.

Emeğe değer biçmenin zorluğu daha temel bir şeye işaret ediyor: Algılanan değere dayalı, zorunlu emeğe öncelik veren ve ödüllendiren bir ekonomi istemiyoruz. Hem zenginlikteki eşitsizliklerin tehlikesi, hem değer biçmenin yarattığı yıkıcı toplumsal baskı, emeğin değerinin tüketimden ayrı olduğu, daha özgürlükçü bir ekonomiye işaret eder. Geleneksel olarak bu düşünce “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” [xxi] şeklinde özetlenmiştir.

Komünizme Doğru

Biz, bir hareket olarak, bir ahlaki bellek ya da günümüzün kitle mücadelelerinde model oluşturma rolünün ötesine geçmeliyiz. Özgürlükçü alternatif, pratiği doğrudan, içinde bulunduğumuz hareketlerin içinde inşa etmeye girişmeli, teorimiz pratiğimizle birlikte evrilmelidir. Kropotkin’le birlikte, günümüz toplumunda bazı komünist öğelerin zaten bulunduğunu gördük. Gilles Dauve da, komünist ekonomiye doğru bu dinamik ve tarihsel yaklaşıma, komünleştirme kavramıyla katkıda bulunmuştur.

Komünizm, iktidarı ele geçirdikten sonra pratiğe konulacak bir dizi önlem değildir. Bütün eski komünist hareketler toplumu durdurabildiler ama bu kitlesel duraklamadan bir şey çıkmasını beklediler. Komünleştirme, tam tersine, malların dolaşımını karşılıksız yapar… tüm ayrımları ortadan kaldırmaya kalkışır.[xxii]

Günümüzde var olan komünizm, işlevsel olarak var olan komünizm anlamına gelmez. İşimiz komünizm adaları oluşturmak (ki bu mutlaka kapitalist ilişkileri yeniden oluşturur), ya da mevcut mücadelelerde komünizm örnekleri yaratmak değildir. Kapitalizm sadece zenginliklerden değil, insanların arasındaki ilişkilerden oluşur. Komünist bir ekonominin geliştirilmesindeki asıl mesele kitlesel mücadele içinde işçi sınıfının devrimci farkındalığını, komünleştirmeyi ve pratiklerini geliştirmesidir. Kapitalizmi yenmek, bir teori değil, mücadelelerimizin içinde tarihsel bir andır. Ve bunun için toplumsal ilişkiler, örgütlenme ve mücadele içindeki işçilerin farkındalığı gerekir.

Dipnotlar:
[xix] Alexander Berkman, ABC of Anarchism, chapter 12, 1929, http://www.lucyparsonsproject.org/anarchism/berkman_abc_of_anarchism.html (28 Mayıs 2010’da ulaşıldı).

[xx] Michael Albert, Life After Capitalism, http://www.zcommunications.org/zparecon/pareconlac.html (30 Mayıs, 2010’da ulaşıldı).

[xxi] “Herkesten” ifadesinin nasıl yorumlanacağı konusu tartışmalıdır. Bazı teorisyenler herhangi biçimde çalışmaya zorlanmadan herkesin toplumsal üretimden yararlanacağını savunurken, diğerleri buna erişmenin koşulunu toplumsal olarak gerekli görülen asgari emek olarak koyarlar (yapabildiğini varsayarak). İkincisi, İspanya Debrimi sırasında CNT içinde baskın olan geleneksel cevaptır. Bertrand Russell, Chomsky gibi ünlü teorisyenlerin savunduğu bu görüşe meylediyorum ve bu makalede bunu varsayıyorum.

[xxii] Gilles Dauve, Eclipse and Re-Emergence of the Communist Movement, http://libcom.org/library/eclipse-re-emergence-communist-movement (18 HAziran 2010’da ulaşıldı).

Çeviri : Özgür Oktay

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (14) : Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 2 https://meydan1.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/ https://meydan1.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/#respond Sun, 15 Mar 2015 20:21:25 +0000 https://test.meydan.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/ Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (2) Ekonominin iki ana alanı vardır: nasıl üretildiği ve nasıl paylaşıldığı. Komünist paylaşımın nasıl işleyebileceği konusunda birkaç farklı alternatif önerildi. İnsanların genelde kabul ettiği yaklaşım, atölyelerden fabrikalara kadar meclis demokrasisi ile, bölgesel ve küresel düzeyde ise meclislerin federasyonu ile örgütlenmektir. Doğrudan demokratik meclisler, kimsenin kimseyi temsil etmediği demokratik organlardır. […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (14) : Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 14

Meydan gazetesinin Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisine, Kuzey Amerika IWW üyesi, Scott Nappalos’un yazısının ikinci bölümüyle devam ediyoruz. Yazının odağında güncelliğini koruyan bir tartışma olan teorinin pratikte somutlaşması ve teorinin pratikten üretilmesi yer alıyor. Yazının bu bölümünde, anarşist komünist ekonomi teorisi içindeki iki ana akım, planlı ve plansız modeller, günümüzde popüler olan Katılımcı Ekonomi ile karşılaştırılarak inceleniyor ve önceki bölümde verilen pratikler, teorik tartışma içinde değerlendiriliyor. Uzunluğu nedeniyle üç bölümde yayınlayacağımız yazı, libcom’un dışında birçok uluslararası anarşist sitede yayınlanmış olma ve daha önceki yazı dizilerimizde içerisinden yazılarına yer verdiğimiz The Accumulation of Freedom: Writings on Anarchist Economics kitabındaki bölümlerden biri olma niteliği taşıyor.

Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (2)

Ekonominin iki ana alanı vardır: nasıl üretildiği ve nasıl paylaşıldığı. Komünist paylaşımın nasıl işleyebileceği konusunda birkaç farklı alternatif önerildi. İnsanların genelde kabul ettiği yaklaşım, atölyelerden fabrikalara kadar meclis demokrasisi ile, bölgesel ve küresel düzeyde ise meclislerin federasyonu ile örgütlenmektir. Doğrudan demokratik meclisler, kimsenin kimseyi temsil etmediği demokratik organlardır. İşçiler ve toplum üyeleri bütün kararlarını doğrudan, açık toplantılarda alırlar. Halk meclislerinin ötesinde, işyerleri ve mahalleler arasındaki koordinasyonu komiteler ve temsilci heyetleri sağlar. Meclis, temsilcilere talimatlar verir ve temsilcinin meclisin iradesini uygulamasını bekler. Benzer şekilde, sınırlarını aşan temsilcilerin yetkileri anında geri alınabilir ve kararları meclisin onayına bağlıdır. Bunun tam olarak nasıl çalışacağı, temsilcilerin görevleri, vb. bence politik kararlardır ve en iyisini pratik belirler.

Neyin ne kadar üretileceğine karar vermek için mahalle meclisleri benzer şekilde yukarı doğru federe edilir. İşçiler nasıl çalışacaklarına karar verirken ilgili topluluklar atık ve kirlilik gibi konuları ele alarak en güvenli ve en adil nasıl üretileceğine karar verirler. Mevcut ekonominin içinde birçok değersiz endüstri ve ürün olmasının yanı sıra bazılarının nükleer silahlar gibi yok edici potansiyelleri olduğu için bu endüstrileri kolektifleştirmek yetmez, tasfiye edilmeleri gerekir. Ani yükselişler ve düşüşlerle örgütlenen, kar etmeye dayalı bir ekonomiyi, toplumun ihtiyaçlarını kullanıma dayalı olarak karşılayan bir ekonomiye dönüştürme süreci zaman alacaktır. İş sınıflarını yok etmek ve kötü işleri yeniden örgütleyerek adil paylaşmak gerekir. Toplumun ürettiklerinden faydalanmak için engeli olmayanlar en azından asgari miktarda emekle katkıda bulunmalıdır.[xi]

Paylaşımı ele alırsak, komünist ekonomik pratik ve düşünce içinde toplumun zenginliklerini paylaşmak için birkaç örgütlenme stratejisi önerilmiştir. Komünist ekonomik gelenek içerisinde iki ana çerçeve vardır: Planlı strateji ve kendiliğinden ortaya çıkan denilebilecek strateji. Teorilerin sayısı, mevcut düşüncedeki kutuplaşmaların sayısından azdır.

Planlı komünist ekonomi, genel olarak, paylaşımın halk meclislerinin federasyonu ile oluşturulan konseylerde yapılan üretim planına göre yapılmasını savunur. Bölgenin halkı düzenli olarak bir araya gelip hazırdaki malzeme ve emek miktarına göre ne üretileceğine karar verirken üretilenlerin paylaşılmasını bireylerin ve ailelerin ihtiyaçlarına göre düzenler (ücrete göre değil). Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek.

Teknolojinin bugün geldiği seviye düşünüldüğünde insanların günlük tüketimini ölçmek çok basittir. Komünist bir toplumda, hem tüketim hem de üretim istatistiklerini otomatik olarak kaydetmek kolay olacaktır. Böylece neyin ne kadar gerektiğini tahmin edebilmek için tüketim örüntüleri (dönemsel ya da belli durumlarda gerçekleşen azalmalar ve çoğalmalar) hakkında anlık veri üretilebilir ve toplum, insanların istekleri için gereken kaynakları tahsis edebilir. Bu yolla kaynaklar durmadan değişen üreticilere demokratik olarak tahsis edilebilir.

Üretimin gelişmesini planlamak amacıyla, bilgi merkezlerinde çalışmalar yapılarak bu veriler bir araya getirilip istatistikler düzenlenebilir. Bu tip bilgi merkezleri yerel, bölgesel ve küresel düzeylerde olabilir. En küçük yerel ölçekte, bilgi merkezleri yerel ihtiyaçları karşılamak için stok durumlarını ve üretim kapasitesini takip edebilir. Bölgesel bilgi merkezleri bu istatistikleri düzenleyerek bölge çapındaki durum tablosunu görebilir. Bunu görmenin bir yolu da bölgesel üretim birimlerinin stok durumlarını, üretim kapasitelerini ve ihtiyaçlarını anında izlemektir. Küresel bir bilgi merkezi benzer şekilde bölgesel istatistikleri düzenler. Bu küresel bilgi sistemi merkezsiz olarak birbirine bağlanabilir ve insanlara gereken her tür raporu sağlayabilir.[xii]

Bu, sadece günlük tüketim için üreteceğimiz anlamına gelmiyor. Komünizm, karı ve ekonomik eşitsizliği kaldırarak kapitalizmin aşırı-tüketici ihtiyaçları için yaratılan yapay ihtiyaçları tasfiye ederken, gelip geçici hevesler için değil, daha iyi bir dünya için arzumuzu yansıtan bir ekonomiyi ve toplumu inşa edebilmek isteriz. O zaman, toplumsal dönüşümle ilgili bu kararları ve güncel eğilimleri birbirine bağlayan bir mekanizmanın olması gerekir.

Kullanım tabloları, komün meclislerinde tartışılabilecek verileri sağlar ve meclisler bu verilere dayanarak, mevcut endüstrilere ve gelecekteki üretimi geliştirecek faaliyetle kaynakların nasıl tahsis edileceğine, yeni üretim birimlerinin kurulmasına ya da mevcut olanların büyütülmesine karar verir. Büyük olasılıkla yeni endüstriler ve ürünler yaratmak isteyen işçiler tekliflerini meclise sunarlar ve meclis eski emek ve malzeme kullanımı ile yenisi arasında karar verir. Bu kısmi planlama denebilecek süreçte, kaynaklar kolektif olarak tahsis edilirken düşünüp taşınılır, tartışılır ve kolektifin önceliklerine dayalı bir plan oluşturulur. Bu plan yukarı doğru ilerlerken meclislerin federasyonunda tartışılır ve değiştirilir. Mevcut endüstriler ve ürünlerse günlük kullanıma uyum sağlayacak esnekliğe sahip olurlar. Buna benzeyen bir sosyal bütçeleme biçiminde komünün zenginliği halkın önerilerine göre tahsis edilir. Federasyonlar bu kararları koordine etmek için verileri paylaşır, önerileri gözden geçirir ve etkilenen toplulukların gözden geçirmeleri için gönderir.[xiii]

Üretim çizelgeleri, doğrudan demokratik konseylerde belirlenen ve yukarı doğru federe edilen önceliklere dayanarak hazırlanır. Bu yolla ücretlere, fiyatlara ve sınıf eşitsizliğine dayanmayan birçok endüstrinin planları ve koordinasyonu yapılır. Neyin ne kadar üretileceğini belirleyen şey fiyat değil komünün önceliklerdir. Tüketim, ücrete değil ihtiyaca dayalıdır. Toplumsal üretimle ilgili kararlar kapitalizmin bireyci, ne-olursa-olsun-satılıyorsa-üret mantığıyla değil, bilinçli ve kolektif olacaktır. Kropotkin’in Ekmeğin Fethi ‘de bahsettiği komünist belediyeler muhtemelen böyledir. Katılımcı ekonominin önerdiği entegre, küresel bir ekonomi için planlama konseyleri teoride komünist olacak şekilde değiştirilebilir.[xiv]

Başka bir görüş, kendiliğinden ortaya çıkan ve uyum sağlayan bir ekonomiyi savunur. [xv] Komünist paylaşım hakkındaki bu görüş sezgilere güvenir ve toplumu birbirine bağımlı, yaşayan ve karmaşık bir organizma olarak görür. Bu görüşe teşvik eden iki kök sebep vardır. Birincisi burada bütün bir ekonomiyi başarılı, bilinçli ve net olarak planlama yeteneğimiz şüphelidir; ikincisi, komünist bir toplumda dinamik ve evrilen bir öz-planlama biçiminin hem savunucuları, hem de tarihsel öncülleri vardır. Macar ve İspanya devrimleri sırasında, halk ekonomiyi kendi eline alıp kar amaçlı üretimi kolektifleştirerek ortak kullanım amaçlı bir ekonomiye dönüştürmüş ve bazı durumlarda bunu çok kısa bir zamanda başarmıştır. Bu dönüşüm başlangıçta hiçbir birleşmiş planlama aygıtı olmadan gerçekleşmiştir. Bireylerin ve grupların sayısız inisiyatiflerinden evrilerek ortaya çıkan paylaşım, zamanla birlik olmuş, örgütlenmesi toplulukların ve savaşların yarattığı talepleri karşılamak için evrilmiştir. Burada söylenmek istenen, o dönemde örgütlülüğün olmadığı değil, iki modelin arasındaki farktır: biri yapısal ve tarihsel olarak açık görüşlü bir örgütlenme, yani kendiliğinden ortaya çıkan ve evrilen bir yapıyı ortaya çıkarabilecek bir örgütlenmedir; diğeri geniş çapta planlanmış, öngörülebilir ve oldukça durağan bir örgütlenmedir. Faaliyetlerini böyle programlara bağlı kalarak yönlendiren ve buna uygun koşullarda yaşayanlara sunacak çok az delil vardır. Birçok seviyede ortaya çıkan problemleri çözerken ortaya çıkan bir ekonomik faaliyeti ve dengeye ulaşabildiği anda bu faaliyetin kararlı duruma gelmesini anlayabiliyoruz. Maalesef bu tartışmalarda saklı kalan bir problem var; devrimci bir durumda dengenin nasıl sağlanacağı problemi, birçok açıdan, olası geleceklerin soyut modellerinden daha önemli bir problemdir. Elbette, sadece sağlam ve uyum sağlayan bir ekonomik biçimin ötesinde, (devrimci ve özgürlükçü) prensipler ve pratikler, çözümün bir parçasıdır.

Gelecekte ne isteyeceğimizi öngörme yeteneğimizi sorgulamanın haklı sebepler vardır.[xvi] Kapitalizm altında arzular; yaratılır, değiştirilir ve sömürülür. Kar ortadan kalktığında ihtiyaçlar kolektif ve organik hale gelir. Yine de ihtiyaçlar sabit değildir ve tahmin edilemez. Bilakis, insanların yaşamı dalgalanmalar ve öngörülemez değişimlerle doludur. Üstelik kendi tüketimimiz ve arzularımız hakkındaki algılarımızın hatasız olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. İnsanlar genellikle kendilerini yanlış nitelerler çünkü nasıl davrandıklarına göre değil, kendilerini nasıl görmek istediklerine göre düşünürler. Durumu politize edin ve milyonlarca insana genişletin ve işte karşınızda ben-yansımalarına dayalı bir ekonomiyi yaratırken görülen ciddi yapısal zayıflıklar. Cornelius Castoriadis 1960’lar ve 1970’lerde benzer itirazlarda bulunmuştur.[xvii] Castoriadis benzer gerekçelerle sıkı planlamayı reddeder.

Bir plan, tüketim mallarının eksiksiz bir listesini ya da bunların hangi oranlarda üretilmesi gerektiğini nihai bir hedef olarak öneremez. Böylesi bir öneri iki nedenle demokratik olmaz: Birincisi bu önerini hiçbir zaman “ilgili gerçeklerin tüm bilgisine”, yani herkesin tercihlerinin tüm bilgisine dayalı olamaz. İkicisi, bu yöntem çoğunluğun azınlık üstünde gereksiz bir tiranlığına eşdeğer olacaktır. Nüfusun %40’ı belli bir maddeyi tüketmek istiyorsa, kalan %60’ın başka bir şeyi tercih etmesi bahanesiyle bundan mahrum bırakılmaları için bir gerekçe yoktur. Hiçbir tercih ya da zevk diğerinden daha mantıklı değildir. Dahası, tüketici istekleri çoğu zaman birbirleriyle uyumlu değildir. Bu konuda çoğunluk oylaması yapmak karne vermeye denk düşer ve bu problemi çözmenin en anlamsız yoludur. Bu yüzden planlama kararları belli maddelere değil, genel yaşam standardına (toplam tüketim hacmi) yöneliktir. Bu tüketimin içeriğine detaylı olarak girilmez.[xviii]

Scott Nappalos

Çeviri : Özlem Arkun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (14) : Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/feed/ 0