Demokrasi Monologları

Sayı 13, Ekim 2013

Eylül’ün ilk haftalarında, sadece yaşadığımız coğrafyada değil, tüm dünyada “savaş” konulu endişeli bir bekleyiş vardı. Endişeliydi, çünkü savaş çağrıcılığında bulunan küresel aktörler de olası bir savaşın sonunu göremiyordu. Bu süreçteki savaş ısrarıyla T.C tek endişesiz görüntü veren devletti. Ancak TC’nin beklentileri, ABD başkanı Obama’nın “ulusa sesleniş”iyle suya düştü.

Ulusa sesleniş konuşmaları ABD’de bir gelenek. Başkanın, devletin aldığı kararı vatandaşların içselleştirmesi adına iknaya, inandırmaya dayalı önemli bir araç. Irak’ta savaşa mı gireceksiniz, bir ulusa sesleniş konuşmasıyla durumu meşrulaştırabilirsiniz; ekonomik kriz mi var, başkan telkini ekonomik anlamda değil ama psikolojik olarak oluşacak bir tedirginliğin önüne geçebilir.

Ulusa seslenişlerle devlet, tüm siyasi sembolleriyle karşımızdadır. Ekranın kenarına özenle oturtulan bir bayrak, bazen devletin siyasal hegemonya alanını gösteren bir harita, kurucu liderin portresi, bazen de o devletin anıtsal bir simgesi… Medyanın verdiği imkanla, başkan karşınızda.

Eş zamanlı her yerde olabilmenin gücüyle, az konuşmadan ama lafı çok da dolandırmadan “Biz bunun kararını aldık, sonradan gördüğünüzde şaşırmayın”ın törensel bir biçimidir ulusa sesleniş.

ABD siyasasının, gündelik yaşantıya doğrudan ve etkili bir şekilde dokunabildiği yerdir ulusansesleniş.

Bizdeki ulusa seslenişler, darbelerle özdeştir. Siyasi çağrışımı, mevcut iktidara asker dolayımıyla birkaç rötuş olmuştur, “demokrasiye rot balans ayarı çekilmesi” olmuştur. Şimdilerde Tayyip Erdoğan’ın, “Millete Hizmet Yolunda” şiarıyla ekranlarımızı doldurduğu seslenişler var artık. ABD’deki ulusa seslenişlerle biraz daha benzerlik taşıyan bu monologlara son zamanlarda daha fazla rastlar olduk (ya da bu monologlar daha sık yayınlanır oldu).

Özenle seçilmiş cümlelerle değil sadece, mimik ve beden dili okuyucularını bile hesaba katıp oluşturulan bu oyunla, hedeflenen şeyin yapılan işlerde meşruluk sağlamak mı olduğu yoksa ben bu ülkenin başkanı/başbakanıyım demek mi olduğu, monoloğun konusuna göre değişse de, değişmeyen şey ekrandaki “şey”in devletin yüzü olduğu.

Son birkaç ulusa seslenişi, Tayyip Erdoğan’ın çok da isteyerek yapmadığı açık. Taksim Gezi süreciyle beraber, meşruluğu tartışılır bir hal alan siyasi iktidar, bu gergin yüzünü sadece ulusa seslenişlerde göstermiyor. Bu gergin yüzün, halk sokağa indiğinde aldığı biçimi hepimiz katledilen kardeşlerimizden biliyoruz. Keza, bu gergin yüzün dış politikaya yansımalarını takip etmek için de savaş çığırtkanlığı yapılan Suriye politikalarına bakmak yeterli olacaktır.

Gelinen duruma, ya da “demokratik bir seçimle” iş başına gelmiş siyasi iktidarın evrildiği konuma hayıflanmak, önce onlara kucak açan liberallerin, belli dönemlerde yan yana gelinebilir diyen reformistlerin; sonra da devletin varoluşsal iktidarlı yapısını görmezden gelen muhaliflerin işidir.

Devletin şu an geldiği konumdan dersler çıkarmak, toplumsal muhalefette samimi olanlarca ısrar edilebilir ancak. Devletin varlığından kaynaklı iktidarlı doğasını yeni görenler, yaşadığımız coğrafyadaki bu hegemonik yapılanmanın soykırımlar, katliamlar, göçler, yasaklamalar, yok saymalarla dolu tarihine bakmakta cesaret edemeyenlerdir. 1870’lerde anarşist bir hareket adamının dediği gibi “Her kim devlet iktidarından bahsediyorsa, tahakkümden bahsediyordur.Devlet iktidarının tarihi, bu iktidar yeryüzünde belirdiği günden beri bu şekildedir.”

Meydan Gazetesi Sayı 13, Ekim 2013

Paylaşın