Devletin Dilinde Kadına Aynı Nakarat

Sayı 24, Şubat 2015

Devlet, kapitalizmin her evresinde işgücünü attırmak ya da azaltmak için düzenlemeler yapmış ve kadının hangi çocuğu, ne zaman, nerede, hangi sayıda doğurması gerektiğine karar verme çabasından hiç vazgeçmemiştir.

İngiltere’de Kett İsyanı olarak bilinen isyanda, halk çitlenen topraklara karşı ayaklandı. 12.000 kişilik bir orduyu yenilgiye uğratan isyancılar; Norfolk çevresindeki tüm çitleri yıktılar, dönemin en büyük kentlerinden biri olan Norwich’i işgal ettiler.

1645’de Fransa'da Montpellier’de, kadınların çocuklarını açlıktan korumak için sokağa çıkmasıyla bir isyan başladı.

1652 senesinde İspanya Cordoba’da, açlıktan ölen çocuğunu kucağına alan bir kadının ağlayarak arşınladığı sokaklar, bir süre sonra sefalet içindeki ezilenlerin isyan sesleriyle doldu. Ayaklanan halk, devlet yetkililerine saldırdı.

Sürdürülemeyen Kapitalizme Devlet Desteği: Sosyal Yardım

Kapitalizm palazlanırken, tüm Avrupa’da isyanlar patlak veriyordu. İngiltere’nin birçok bölgesinde kadınlar ellerinde tırpanlarla toplanarak çitlenen ortak toprakların çitlerini yıkmaya gidiyor, Fransa’da fırınları işgal ediyor, ihraç edilmek üzere tahıl taşıyan arabaların yollarını kesiyor, tahıl çuvallarının yüklendiği limanları basıyorlardı.

16.ve 17. yüzyıl boyunca süren bu isyanlar karşısında, devletin bir düzenleme yapması kaçınılmaz hale geldi. “Hakimiyetini açlık ve terörle kuran kapitalizmin sürdürülemezliği” aşikar bir hale gelmiş, tam da bu noktada devlet devreye girmişti. Aslında formül basitti. Devlet yoksullara belli miktarlarda yardım yapacak, böylece nüfusun en azından bir kısmı açlıktan ölmeyecek, kalan kısmı ise isyan etmek yerine devletten bekleyecekti. Böylece devletin rolü de, tarafı da bir kez daha belli oldu: Sermayenin hemen yanıbaşında, ezilenlerin karşısında.

Sosyal politikalarla birlikte toplumsal alanın her noktasını düzenlemeye girişen yasalarla (birahanelerden, şenliklere ve müzikli danslı toplantılara kadar...) var olan kolektif kültüre saldırmaya başlamış, toplumsal dayanışmayı kırmayı hedeflemişti. Ayrıca bu dönemde birbiri ardına isyanlar patlak verirken sosyal politikaların bir çözüm olarak sunulması tesadüf değildir. Dönemin en büyük isyanlarından biri olan Kett isyanının merkezi olan Norwich kentinin, sonrasında bir sosyal yardım merkezine dönüşmesi de, sosyal yardımların ortaya çıkışında halkın direnişinin oynadığı rolün açık bir göstergesidir.

Devletin “Nüfuz”u, “Nüfus”undan

Sosyal yardımların kime ve hangi koşullarda yapılacağı gibi sorular ise, kaçınılmaz olarak bazı başka düzenlemeleri gerektiriyordu. Böylece nüfus kayıtları tutulmaya başlandı. İlk nüfus sayımları, evlilik kayıtları, doğum oranlarının hesaplanması, yoksulların sayısının hesaplanması, ölenlerin adına yardım alınmasını engellemek için ölüm kayıtlarının tutulması… Tüm bunlar, bu gerekliliğin bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Gelgelelim Avrupa’da gittikçe artan sefalet, açlık ve hastalıklar kitlesel ölümlere neden oluyor, veba ve su çiçeği kentleri kırıp geçiriyordu. Diğer taraftan ise, doğum oranlarının düşmesiyle birlikte nüfus giderek azalıyordu. 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde evlenme yaşı yükselmiş, terk edilen bebek sayısı- yeni bir olgu olarak- artmaya başlamıştı. Elbette açlık içerisindeki insanlar bakamayacakları çocukları istemiyorlardı. Bu dönemin bakanları ise gençlerin evlenip çocuk yapmamasından yakınıyorlardı.

1620’ler ve 1630’lara gelindiğinde ise pazarlar küçüldü, işsizlik yaygınlaştı ve yeni gelişmekte olan kapitalizm durma noktasına geldi. Bu, ilk uluslararası krizdi. Tarihsel olarak baktığımızda da bu kriz; nüfus artışını teşvik eden düzenlemelerle oldukça paralel ilerlemiştir. Bu dönemde genişlemeci ve merkantalist fikirlerin yükselişiyle, devletin gücü bir anlamda vatandaşının sayısı ile ölçülüyordu. Dolayısıyla üreme ve nüfus artışı, devlet meselesi haline gelmişti. Böylece evlenenlere teşvik verilmesi, bekarlığın cezalandırılması gibi uygulamalar da hayata geçmeye başladı.

Devletin Eli Kadının Rahminde

Toplumsal alanın her noktası düzenlenirken, kadının doğurganlığı da bundan nasibini almıştır. Kadının rahminin devletin kontrolü altına alınıp kapitalizmin hizmetine sunulması için, onun kendi bedeni üzerindeki denetiminin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu, bir çok yöntemle uygulanmaya çalışıldı. Doğum kontrolü ve kürtaj yasaklanırken, bebek katline ağır cezalar verilmeye başlandı. Bu dönemle birlikte, hamileliğini gizlemiş olan kadınların bebekleri öldüğünde, kadınlar, herhangi bir kanıta ihtiyaç duyulmaksızın bebek katlinden idam ediliyordu.

O zamana kadar doğum kontrolü, adet düzenleme gibi kadınlar arasında paylaşılan bilgiler, ebelerin ve şifacı kadınların marjinalleştirilmesi ile unutturulmaya ya da “kocakarı ilacı” gibi benzetmelerle değersizleştirilmeye başlandı. Böylece, gelişen modern tıpla birlikte, ebeler ve şifacılar dışarda kalmış, tıp –hatta doğum bile- erkek egemen alan haline gelmişti. Böylece doğum odasında ebelerin ve kadınların sözünün geçtiği bir dönem kapanmış, hatta kadınlar bu odalardan çıkarılmıştı. Bununla birlikte, riskli durumlarda ceninin hayatını anneninkine tercih eden bir uygulama yaygınlaşmaya başladı. (Bu daha öncesinde tam tersiydi.) Ebeler bu dönemde çalışmaya devam edebilmek için devlete casusluk yapmak zorunda kalmış, kadınların tüm hamileliklerini, düşüklerini hatta cinsel hayatlarına ilişkin ayrıntıları kayda geçmek zorunda kalmıştı.

Aynı dönemlerde Avrupa’da sürmekte olan cadı avları, kadın bedenine yönelik saldırılar ve doğurganlığın kontrol altına alınmaya çalışılması açısından dikkat çekicidir. Cadılıkla suçlanan kadınların büyük çoğunluğu çocukları şeytana kurban etmekle suçlanıyor, kadınların düşük yapmasından, erkeklerin “iktidarsızlaşmasından” sorumlu tutuluyordu. Hatta bu “suçlamalar” bazen -büyülü iksirler ve merhemler hazırlayarak- insanları iyileştirmeye kadar varıyordu. Cadıların sorgulanması esnasında kadınlar çırılçıplak soyuluyor, traş ediliyor, işkence altında şeytanla hangi şekilde ilişkiye girdiğini ayrıntılı olarak anlatmaya zorlanıyordu. Böylece kadın bedeni değersizleştirilmekten, kadın cinselliği de şeytanileştirilmekten kaçamadı. Çoğu zaman cadı olmakla suçlanan kadınların kızları, komşuları ya da anneleri onları korumaya çalıştığında, onlar da bu suçlamalardan ve işkencelerden nasibini alıyordu. Bu saldırılar aslında doğrudan kadın dayanışmasına yönelikti. Katledilen “cadıların” neredeyse tamamının yoksul halktan kadınlar olduğunu da düşünürsek, bu dönemde çıkan isyanlarda, kadınların örgütlülüğünün iktidarlar için ne kadar korkutucu olduğuna şaşırmamak gerekir.

Tüm bu çok yönlü saldırıların sonucu olarak kadınlar, kendi bedenlerine ilişkin bilgiden yoksunlaştırılmaya başlandı. Böylece ortaçağ boyunca kendi bedenlerine ait olan bilgiyi özgürce paylaşırken, 18. yüzyıla gelindiğinde artık kadın kendi doğurganlığı üzerinde tasarruf sahibi değildi ve kadının rahmi -tıpkı doğa gibi- kaynaklarının sınırsızca sömürülebileceği bir kamusal alana dönüşmüştü.

Devletin Çekirdeği: Aile

Elbette devletin bu düzenlemeleri sadece nüfus artışı için ya da yanıbaşındaki sermayenin artan işgücü ihtiyacı için yaptığını söylemek yeterli olmayacaktır. Toplum içerisindeki tüm alanları ve ilişkileri düzenlemeye girişen devlet, o zamana kadar varolagelmiş tüm kolektif alanlara ve ilişkilere saldırmış; bunların yerine özel alan (bu yazı bağlamında -ev-) ve aileyi koymuştur. Böylece devlet kendi modelini, yani iktidar olan (koca) ve teba olan (kadın ve çocuklar) ikiliğinde, yeniden üretmiştir. Bu model içerisinde cinsiyete dayalı işbölümü netleşmiş ve kadının yeri “ev”e; rolü ise üremeye sıkıştırılmıştı.

  1. yüzyılın sonlarına geldiğimizde ev içinde yapılan işlerin tümü ev idaresi olarak değerlendiriliyor; bu işler ev dışında yapıldığında ise erkeklere göre çok daha az ücretlendiriliyordu. Bütün bu sürecin sonunda kadının niteliksiz, işe yaramaz bir pozisyona sokulması, kadın düşmanlığını, kadına yönelik ayrımcılığı ve şiddeti de kaçınılmaz olarak körüklenmişti.

Bugünün Kadını: Full-time Anne / Part-time Memur

Geçtiğimiz günlerde “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı” ‘yepyeni’ bir düzenleme olarak gündeme geldi. Bu program dahilinde, yeni doğan çocuklara yardım yapılması, ailenin çeyiz hesabına devletten katkı payı, doğum izninin uzatılması, doğurganlık hızının arttırılması, annelere yarım gün çalışma hakkı gibi düzenlemeler yer alıyor. Adı üstünde “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” tarafından yapılan düzenlemelerle kadınlara çok büyük haklar tanımış görüntüsü yaratılmaya çalışılırken, kadınlara evin içindeki pozisyonlarını daha da pekiştiren bir öneri geliyor: Part–time çalışma/ Full time annelik. Bu düzenlemenin devlet desteği ile özel sektörde uygulanacağı söylense de, uygulamada böyle olmayacağı oldukça açık. Çünkü patron, kadının çalışmadığı yarım gününü telafi edecek bir çalışana daha ihtiyaç duyacak –bunun getirdiği maddi ve bürokratik külfetlere katlanmaktansa, kadın çalıştırmamayı tercih edecek.

Bu program, aynı zamanda “Aile Sosyal Destek Programı”nı da kapsıyor. Bu program dahilinde doğurganlık oranının 2.07’den 2.1’e çıkarılması hedefleniyor. Bu da 611 bin çocuk demek oluyor. Davutoğlu açıklamasını mağrur bir şekilde sürdürürken “Annelerimize ilk altını biz takacağız” diye ekliyor. Basit bir matematik sorusunu -devletin taktığı bu altının bir çocuğun yetiştirilmesinin ne kadarını karşıladığını- bir kenara bırakırsak, devletin arttırdığı genç nüfusla birlikte, takacağı bu altının ona fazlasıyla geri döneceği de aşikar. Önümüzde “Yeni Türkiye”nin süslü bir anlatımı dururken, kadına tek kariyer kalıyor: Annelik!

Dün, Bugünün Peşinde

Sosyal politikaların ortaya çıkmasından bu yana, toplumsal hayatın her alanını düzenlemeye çalışan devlet; bugün de bu çabalardan geri durmuyor. AKP hükümeti de iktidara geldiği günden bu yana kadının bedeni üzerinden kendi hakimiyetini yeniden üretmeye çalışıyor. GEBLİZ (Gebelik ve Lohusa İzleme) gibi uygulamalarla, kadınları ve cinselliklerini kayıt altına alıyor (hatta adres değişikliği vb. nedenlerle kayıt altına alamadıklarının da faturasını; yine bu programda çalışan kadınlara -ebelere ve hemşirelere- kesiyor). Önce kürtajı, doğum kontrolünü, hatta sezaryeni marjinalleştiriyor; sonra “Canavar Anne” diye manşet edilen Seçil Doğanay’ın davasında olduğu gibi, kürtajına mani olduğu kadını, bebeğine bakamayıp ölmesine neden olduğunda, müebbet hapisle cezalandırıyor. Ya da Pamir’ in annesi Süverce Dikdik’in davasında olduğu gibi, çocuk ölümlerinin faturasını, yine anneye kesiyor. Tecavüze uğrayan kadınlara bile “Sen doğur devlet bakar.” diyor. Kadınların hayatlarını, ceninlerin hayatına feda ediyor. Dün olduğu gibi bugün de; kimin, kaç çocuğu, nasıl doğuracağına karar verebileceğini, yarattığı adaletsizlikleri biraz sus payı vererek gizleyebileceğini sanıyor. Devletin dilinde aynı nakarat dönüp dönüp dururken, görünen o ki, kadınların iktidarlara karşı ayaklanmaları dün olduğu gibi bugün de devleti korkutmaya yetiyor. Ve korkutmalı da.

Çünkü devlet takacağı altınların hesabını yapadursun, biz kadınlar bize “lütfedilenlere” boyun bükmektense; kadını eve kapatıp, anneliğe “mahkum” edenlerin peşine düşmeye, dün olduğu gibi bugün de bedenlerimize, yaşamlarımıza sahip çıkmaya, saldırganlara karşı her an direnmeye, dayanışmayı kuşanarak, örgütlenerek özgürleşmeye devam edeceğiz.

Özlem Arkun

Meydan Gazetesi Sayı 24, Şubat 2015

Paylaşın