Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına

Sayı 26, Nisan 2015

Geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın kızı aynı zamanda da KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Ak Parti Brüksel Siyaset Akademisi’nde, “Dünyada Müslüman kadın algısı ve eşitlik mücadelesi” konulu bir ders verdi. Konuşmasında cinsiyet eşitliğini değil, cinsiyet adaletini savunduğunu belirten Erdoğan, miras konusuna da değindi. Erkeğin evi geçindirme sorumluluğundan bahsederek, aynı sorumluluğun kadında olmadığını, böylelikle de erkeğe daha çok miras düşmesinin adaletli olduğunu söyledi. Adaletsizliğin merkezinde konum tutanların adaletten bahsederek adaleti savunmaları başlı başına bir ironi olsa gerek!

Pekâlâ, Sümeyye Erdoğan’ın söylediği gibi mirasın, erkeğe kadına oranla daha fazla düşmesi gerçekten adaletli midir? Ya da İslam’da bahsedildiği üzere, kadın hem babasından, hem de evleneceği erkekten pay alacağından; kadının geçimini sağlamakla yükümlü erkek, kadına oranla mirasta daha fazla pay sahibi olmalı mıdır?

Bu sorular ya da bu “sorunlar” farklı mecralarda tartışıladursun bu yazıda bizim üzerinde duracağımız mirasın, kime daha az ya da fazla düşeceği değil. Tam tersine bu tartışmalar kadının gerçek konumunu göz ardı ederek, erkeğin sahip oldukları üzerinden kadına konum biçen tartışmalar. Biz yazımızda kadın-erkek arasındaki ezeli mülkiyet ilişkisinden ve gerçek adaletten bahsedeceğiz, ataerkil sistemde her konuda olduğu gibi miras tartışmalarında da kaybedilmiş kadın kimliğinden bahsedeceğiz.

Ahlak Mirası: Evlilik

Mirasın anlamı mülk, evlilikte mülk paylaşımı demektir. Geçmişten günümüze tüm yasal evlilikler aslında kadının toplumsal ahlakını garantilemek için yapılır. Böylece kadının ahlakı, çekirdek ailede babaya, evlilik yoluyla da evlendiği erkeğe emanet edilir. Evlilikte her anlamda “sadık” kadınlar ise devletin sözde kanunları ile ödüllendirilirler.

1907 yılında İsviçre’den yola çıkan 1926’da Batı hayranı Cumhuriyet durağında inen, kadına belirli haklar veren kanunlar, medeniyetin mirası olarak gelmişlerdir. Devlet bu kanunları yıllarca pratikte uygulamasa da, 2001 yılına gelindiğinde batının gözünden çıkmaya ramak kala alelacele yeniden düzenlenirler. Birçok kez değiştirilen-yenilenen “pek medeni” kanunlarda en çok da “eşitlik” kavramı yüceltilir. Mülk paylaşımı yani miras tartışmalarında da aynı eşitliğin gözetilmesi, sözde kadın ve erkeği eşitlemiş olacaktır. 2002 yılında yapılan değişikler “aile hukuku” adı altında “evde erkek kadar kadının da sözü geçer”, “karar yetkisi ve bakım yükümlülüğü kadın kadar erkektedir”, “evlilik birliğini ortak temsil” gibi maddelerle “eşitlikçi” gibi görünse de kadının ezilen konumunu değiştirmekte hiçbir işe yaramamıştır.

2011’de devlet açısından bir milat olarak görülen Avrupa Konseyi ülkelerince İstanbul’da imzaya açılan böylece adını İstanbul Sözleşmesi olarak hafızalarımıza kazıyan kadına yönelik şiddetin önlenmesini amaçlayan sözleşmenin maddeleri hatırlanırsa kadın cinayetlerinin son 4 yılda yüzde 1400 arttığını da kimilerine hatırlatmak gerekir.

Kanunun devreden çıktığı durumlarda örneğin, “yasal olmayan” bir evlilikte kadının konumu “ahlaksızlık” olarak görülür. Erkek kadını ya da kadın erkeği herhangi bir gerekçeyle terk ettiğinde kimse kimseden yasal yollarla “hesap soramaz”. Kadın toplum tarafından “ahlaksızlıkla” yaftalanır, dahası birlikte olduğu erkek tarafından “kanunsuzca” cezalandırılabilir. Yani öldüresiye dövülebilir, sokağa atılabilir, çocuklarından men edilebilir vs. Erkek ise konumundan herhangi bir şey kaybetmez, tam tersine ahlaksız ilişkinin bir parçası değildir artık. Toplumda evliliğin kadına bir ahlak mirası olduğu düşünülürse ortada gayri resmi evlilikten doğan çocuklar varsa örneğin, kanun bu ahlaksızlığı temizlemek adına çocuğa bir tek soyadı borçludur, çocuklar henüz doğmamışlarsa noter imzasıyla erkeğin kabulü beklenir, toplum nezdinde ise anneleri ile aynı kaderi paylaştıklarından maalesef aşağılayıcı sıfatlarla yaftalanırlar.

Evlilik kadını taçlandırır derler! Özellikle de annelik sıfatıyla kutsallaştırılıp toplumda “özel” hissettirildiğimizde evliliği çoğu kez terk edemez hale geliriz. Diğer yandan manevi duygular göz ardı edilerek sadece ekonomik bir kurtuluş olarak görülen evliliklerse, patron-işçi ilişkisine benzer, tahammül sınırlarımızı zorlayana dek sürer. Günümüzdeyse sıkça tanık olduğumuz evlilik sözleşmesi denilen kadın ve erkeğin mülkünün paylaşımını önceden garanti altına alan “iktisadi çaba” ise tek bir şeyle açıklanabilir; “tamamen ekonomik”. Anlaşılan şu ki evlilik başımızda taç değil adeta ayaklarımızda bir zincir gibidir.

Televizyon kanallarında yayınlanan evlilik programlarında bile çoğu kadın evi, arabası, bankada parası olan ve çocuksuz erkeği eşi olarak seçmeyi tercih ediyor. Bu mülk arayışı, sadece yoksul kadının zenginliğe imrenişi mi yoksa yoksun kadının bir nebzecik rahatlama isteği mi? Günümüzde evliliğin tüm bu sorulara bir yanıt olarak sunulması bile kadının toplumdaki konumunu bize çok net özetliyor aslında.

Kadın evlilikle her açıdan hem sosyal hem de ekonomik mülkiyete dayalı bir ilişkinin ezileni olarak karşımıza çıkıyor. Başlık parası adıyla zorla evlendirilen, karşılığında 3 öküz, bilmem kaç dönüm arsa eden kadından zenginleşen erkek, yıllarca eve kapatılan kadından bedavaya hizmet alarak zenginleşen erkek toplumda kadının üzerine basa basa yükseliyor. Diğer yandan ataerkil sistem, doğurduğumuz küçük erkeklerin zihinlerine ilmek ilmek işleniyor ve onlar büyüdüklerinde “ahlaksız” kadının erkek adaleti olmak üzere miras bırakıyorlar adaletsizliği.

Emeğin Mirası: Yoksulluk

Evlilikle eve kapatılan kadın tüm yaşamsal ihtiyaçlarını da erkeğin ekonomik kazancına göre sağlamak zorunda. Bu kadına sadece yoksul bir yaşamı değil, beraberinde dış dünyadan yoksun bir yaşamı da getiriyor. Kadının yoksulluğu evlenmeden önce, evlendikten sonra, boşandıktan sonra gibi evrelerle sürüyor. Evlenmeden önce ailede kadın için düşünülen tek ekonomik birikim “çeyiz”, evlendiği gün düğün töreninde elde ettiği “takı” evlendikten sonra bir miktar “nafaka” oluyor.

Ev dışında çalışan her kadın için de durum benzerdir. Kadın emeği denilince akla ilk gelen “görünmeyen emek”tir. Hem evde hem iş yerinde, erkeğe göre vasıfsız, kolay görülen tüm işler kadını ezilen konuma hapseder. Çalışan kadın işinden eve döndüğünde ev işleri, çocuk bakımı gibi işlerle ezilmişliğini sürdürür. Kadın böylece ataerkil toplumun getirisi olarak yoksul ve yoksun bir yaşam sürmek zorunda bırakılır.

Ölümcül Miras: Kadınlık

Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet birbirinden farklıdır. Cinsiyet, kadın ve erkeğin doğuştan biyolojik farklılıklara sahip olmaları, toplumsal cinsiyet ise bir kültür ürünü olarak, kadın-erkek arasındaki sosyal sınıflaşmadan kaynaklanan rollerle toplumsal olarak inşa edilir. Toplumsal cinsiyet, kişilerin davranış şekillerini belirleyerek, onlara nasıl ideal bir erkek ya da ideal bir kadın olacaklarını belirli normlarla ve kalıplarla öğretir. Kadın ve erkek kimliklerini oluşturarak tek tipleşmeye sebep olur.

Toplumsal cinsiyet rolleri kişiye çeşitli sorumluluklar verir. Kişinin karakteri, duyguları, hisleri, hırsları, motivasyonları, toplumun öğrettiği söylemler ve yaşam deneyimleri doğrultusunda şekillenir. Dolayısıyla başka bir karaktere sahip insanlar toplum tarafından bambaşka insanlara dönüştürülürler. Bu süreç, toplumun değer yargılarıyla ve dinle daha da meşrulaştırılır.

Toplumsal cinsiyet statüleri kadın ve erkeğin tanımını belirler. Bu tanımlar çerçevesinde kadın ve erkeğin hangi kıyafetleri giymeleri, vücutlarını nasıl şekillendirmeleri ve hangi isimlere sahip olmaları gerektiği de bellidir. Bu iki cinsiyetin üzerinde de kurulan baskı kadınların omuzlarına ağır bir yük olarak biner. Toplumda erkek, etken özne durumundadır. Bunun sonucu olarak da para kazanma, aile ekonomisini kalkındırma, güçlü olma gibi sorumluluklar erkek olmakla özdeştirilir. Kadın ise toplumda itilen karakterdir. Edilgen konumuna getirilen kadının sorumluluğu çocuğuna bakmak, ev işleri yapmak, toplumsal rolleri ise, pasif, anaç, şefkatli, hassas ve itaatkâr olmaktır. Bu sorumluluklar, kadının üzerinde erkeğe oranla daha çok baskı kurar. Çünkü kadının rolleri erkeğe göre yaşamın her alanında daha pasiftir ve kadın erkeğe hizmet etmek için tasarlanmıştır. Bu durum gerek ev alanında gerek iş hayatında birbirinden farksız değildir.

Kadın, tüm bu toplumsal sorumluluk ve rollerle adeta kimliksizleştirilir. Kadının kimliğini yitirmesi ve toplumun şekillendirdiği karaktere dönüşmesiyle kadına ölümcül bir miras kalmaktadır; “kadınlık”.

Ataerkilliğin Mirası: Adaletsizlik

“Erkek” olmak, “kadınlık” içerisinde tanımlanan her türlü gerçekliğin, duygunun ve davranışın toptan reddine dayanır. “Kadınsı” olarak tanımlanan hiçbir özelliğe izin vermemelidir. Toplumda beklenen “erkeklik” biçimlerini sergilemeyen ya da kabullenmeyen kişilerse üçüncü, muğlak ve hastalıklı cinsler olarak yaftalanırlar. Çünkü ideal olan “erkek” toplumda olunması istenen “erkek” ya da “kadın”dır.

Biyolojik erkekliğin dışında hegomonik olan erkeklik, toplumdaki erkeklerin buna göre şekillendiği, bunun için rekabet edeceği bir söylemdir. Bu anlamda özelliklerini koruyamayan, koruyamadığı düşünülen her erkeğin erkekliğinden şüphe edilir. Toplumda erkeklik “dölleyici, koruyucu ve geçindirici” özelliklerin sürdürülmesiyle her defasında yeniden üretilir. Bir “erkeklik sertifikası” olarak görülen sünnet, yine erkeklik ölçütlerinden biri olarak kabul edilen askerlik ile erkeğin kendi rolüne hazırlanması yani “adam” edilmesi gerekir. Örneğin, sünnet küçük erkeğin kendini çevresindekilere ispatlaması, asker ve padişah kıyafetleri altında “erkek” yani adam olmasıdır. Bir erkeğin tüm bunları deneyim edinmesi, iyi ve kötüyle tanışmış olması, bunlar hakkında yorum yapması beklenir. Çünkü daha sonra kendi kümesinin horozu, askeri ve koruyucusu olacaktır. Tüm bu erkeklik ritüellerini bilmeyenin ve yaşamayanın adamdan sayılmadığı toplumda, namus cinayetlerini, aile katliamlarını neden hep erkeklerin işlediğini sormamıza da gerek yoktur.

Erkeklik, sonsuz rekabet ve kişisel bir savaş halidir. Kadınlar içinse yaşam, bir savaş değil, bir savunma, kendini kanıtlama süreci değil, bir koruma sürecidir. Bir kadın eğer toplumun kendisinden beklediği kadınlık biçimini koruyamazsa aşağılanan ve olumsuzlanan bir kadınlığa hapsedilir. Erkek ise erkekliğini koruyamazsa toplum tarafından “hadım” edilir. Ataerkilliğin hem kadın hem de erkek açısından reddedilmesi zorunludur. Ancak bir kez “hadım” edilmekten korkan erkekler, her defasında kadını yok ederek yaşamayı sürdürdüklerinde bu düzen asla değişmeyecektir. Ataerkilliğin bıraktığı miras kadına şiddet kültürü ve katliamlar olarak dönecektir.

Reddi Miras

Yaşadığımız dünyada erkeğin kadına bıraktığı miras sadece mülkü değil, aynı zamanda çalınan bir yaşamdır. Bugüne kadar kadına sözde eşitlik ve adalet sağlamak adına çıkartılan tüm kanunlar da erkeğe hizmet etmiştir. Devlet içinse kadının konumunu iyileştirmek yani “hastalığı” tedavi etmek “hastalığı” ortadan kaldırmaktan çok daha kolaydır. Bu yüzden her alanda ortadan kaldırılması gereken, toplumda “hastalık” olarak görülen hep kadın olmuştur. Bugün farklı mecralarda cinsiyet eşitliğini ya da cinsiyet adaletini tartışanlar, kadının kaybedilen kimliğini, yoksulluğunu ve adaletsizlikleri dillendirmekten ısrarla kaçınırlar. Çünkü onlar erkekleşmişlerdir.

Yaşadığımız dünyada biz kadınlar için görülecek tek bir dava var; özgürlük davamız. Bu davayı devletin adliye saraylarının kapılarında değil erkek-kadın arasındaki mülkiyetli ilişkiyi reddederek, adaletsizliklere karşı koyarak, ataerkil düzene reddi miras diyerek kazanabiliriz. Erkek öldüğünde ortaklık biter, bir miktar mülk kalır geriye ancak erkeklik öldüğünde özgür bir yaşama sahip olabiliriz. Ve geriye onlardan bırakılacak bir şey kalmadığında ancak özgürlüğümüze kavuşabiliriz.

Zeynep Kocaman

Meydan Gazetesi Sayı 26, Nisan 2015

Paylaşın