İki Sığıntının Hikayesi

Sayı 36, Ocak 2017

Sığıntılar tiyatro oyunu, günümüzden çok önce ve başka bir coğrafyada yazılmış olmasına rağmen, devletlerin göçmenler üzerinden pazarlıklar yaptığı, sınırlara yüksek duvarlar ördüğü şimdiden çok da uzakta durmuyor. Hele ki, oyunda aynı bodrum dairesini paylaşan, biri kendi doğduğu toprakları bırakıp başka bir ülkeye geçinmek için göç etmiş işçi ile düşünce suçlusu olarak kendi ülkesinden ayrılmak zorunda kalan yazar karakterleri, bize hiç mi hiç yabancı değil.

Biz de Meydan Gazetesi olarak bu oyunu Ezop Sahne’de izledik ve oyun bitiminde sıcağı sıcağına yönetmen Polat Niloğlu ve oyuncular Barış Ayas ve Mehmet Küçük ile sahne üzerinde bir söyleşi gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: Merhaba, önce oyunun metni ile ilgili konuşalım istiyoruz. Sahneleme öncesinde bu metni nasıl ele aldınız ve günümüze nasıl uyarladınız?

Polat Niloğlu: Mrożek kendi çağında çok sert eleştiriler getirebilen bir entelektüel. Sığıntılar da hem izleyicinin çok sevdiği, hem de oyuncuların çok oynamak istediği bir oyun. Mrożek’in oyununun çok absürt bir tarafı vardır. Ama bir taraftan da çok gerçek şeyler ister sahnede; dekor, kostüm ve oyunculuk anlamında. Hem bu absürtlüğü hem de bu gerçekliği bir arada verebilmek adına metni biraz kısalttık.

Birbirine zıt gibi görünen ama belki de birbirini tamamlayan iki karakter var oyunda. Bu noktada birbirlerine de bağımlılar.

Polat Niloğlu: En entelektüel olanda da hiç okuma yazma bilmeyende de bir kölelik ruhu var. İster istemez bir bağımlılık ilişkisi gelişiyor. Bir kahvehanede oturan işçiler olalım, patronumuz yanımızda yokken hepimiz ağzımıza gelen her şeyi söyleriz. İktidara karşı yani işte. Ama iktidarla karşı karşıya geldiğimizde pek de öyle değilizdir. Barış’ın oynadığı XX karakteri, gerçekleri açıkça söylemiyor da, kimse yokken ya da kendiyle konuşurken, belki de köpeğiyle konuşmalarında söylüyor gerçeği.

Barış Ayas: Bu ikili karakter yapılanmasını da şöyle bir çerçeveden kurduk aslında: hayvan ve terbiyecisi. Entelektüel ve cahil diyeyim, aslında bir beynin iki yarısı gibi. Biri ruhu, hayvansal olarak köklerimizi temsil ediyor; diğeriyse bu bilinç dediğimiz şeyin oluşumundan sonra biriken pisliği temsil ediyor aslında.

Mehmet Küçük: Bence bu ikili arasında şu an günümüzde olduğu gibi bitmeyen bir çatışma ve savaş var. Sürekli karşımızdakini yenmeye çalışıyoruz. Bir rekabet var ancak, bu oyunun en güzel tarafı bir kazananın olmayacak olması. Benim de ideal insana varmam için çok yolum var, onun da. Benim entelektüeli oynuyor olmam, Hegel’i biliyor, daha süslü cümleler kuruyor olmam, beni ondan daha üstün yapmıyor. Ya da onun köpeği içine para saklaması ya da cebinden konserve çıkarıp benden gizli yemesi onu benden kötü biri yapmıyor.

Mrozek’in bu oyunla Alman işgalindeki Polonyalı entelektüellere bir eleştiri getirdiği çok açık olmasına rağmen karakterlere isim vermemesi, bu eleştiriyi günümüze de taşıyor diyebilir miyiz?

Polat Niloğlu: Söylediğinle yaptığın bir olmayınca o entelektüel çaba bir işe yaramıyor diyor Mrozek. Sen de yalnızca eleştirdiğinle kalıyorsun ve hatta biraz ona benziyorsun, eleştirdiğin taraftasın diyor. Sartre çıkar sokağa taş atar ama aynı zamanda gider sağda solda yazar ya, bu entelektüel tipini önemsiyor. Polonya’da özellikle Alman işgalinden sonraki dönemde entelektüellerin sorumluluk almaları gerekirken, hepsi bundan kaçıyor gidip başka yerlerde entelektüel çabalara giriyor ve kitap yazıyorlar sadece. Ama olan Polonyalılara oluyor. Türkiye’de de var bu, bunu biliyorsun.

Barış Ayas: Günümüz insanına biraz baktığınız zaman bu oyunda gördüğünüz her şeyi görüyorsunuz, bu sadece sıkıştırılmış konserve edilmiş bir süreç. Her şeyi tartışıyoruz bu oyunda, parayı, sanatı, insanlığı, açlığı, köleliği ve özgürlüğü tartışıyoruz.

Sığıntılar oyunu temelde sınırlar üzerinden şekilleniyor. Geçmişle günümüz arasında oldukça benzerlikler sunarak üstelik. Peki siz günümüze baktığınızda geleceğe dair neler söyleyebilirsiniz?

Polat Niloğlu: Eskiden, büyüyünce her şey daha güzel olacak diye düşünüyorduk. Küçük umutlar, küçük ütopyalarımız vardı. Şimdi kimsenin gidecek yeri dahi yok, ütopyaların hepsi kayboldu. Bu oyun en çok bunu söylüyor. Yani nereye gidersek gidelim, sınıflandırılmış, tanımlanmış, kimlik verilmiş ve sen busun denilmiş insanlarız. Ama biz öyle hissetmiyoruz. Bu sınırın içindeyken farklı bir ilişki biçimi geliştiriyorsun, yalan söylüyorsun, kandırıyorsun. Çünkü senin aslında olduğun yer burası değil. Biz böyle arada kalmışız, ne geriye ne ileriye gidebiliyoruz, ortada bir yerde havada uçuşan bir şeyleriz.

Mehmet Küçük: Aslında şu; her halimizde sıkıştırılıyoruz! (Sehpada duran Meydan Gazetesi’nin 35. sayısının “Sıkıştırılıyoruz” başlıklı sayısını göstererek)

Polat Niloğlu: Meksika sınırında bir otoyol düşünelim, otoyolun bu tarafı bir kaçış imkanı sağlıyor. Yani öteki tarafa geçersen kaçabileceğin bir bölge var ama otoyoldan vızır vızır arabalar geçiyor ve vuruladabilirsin. Oradaki Meksika’lı köylü, işçi ya da evsiz barksız herhangi biri, para kazanmak, karnını doyurmak ya da iyi bir hayat yaşamak için sınırdan geçmeye çalışıyor. Tabelalar var yolda, kanguru çıkabilir, ayı çıkabilir vs. Bir tane daha tabela var sınırda: “insan çıkabilir” tabelası! Bilmem kaç km hızla gelirken karşına insan çıkabilir tabelasını görüyorsun ve durmuyorsun.

Bu şu demek, bizim hayatımız da hep böyle olacak. Kökten topyekun bir değiştirme gücümüz pratik bir sürece tabii olmazsa, biz bunu gerçekleştiremezsek, hayatımızda her zaman müphem olma, yurtsuz olma, belirsiz olma, yersiz olma durumumuz olacak. Sürekli bir yerden bir yere göç etmek durumunda kalacağız.

Bu güzel oyun ve sohbet için teşekkür ederiz.

Meydan Gazetesi Sayı 36, Ocak 2017

Paylaşın