Bir Dizi Sömürü

Sayı 4, Ekim 2012

"Televizyonun önündeki izleyici için ışıltılı bir dünya, o kanalın patronu için kazanç demek olan diziler ne yazık ki, kendi çalışanlarını yok sayıyor."

Mevsim yazdan sonbahara, tatilciler kentlerine, işlerinin başlarına döndüğünde, yani kent kalabalıklaşınca televizyonların da potansiyel izleyicileri artmış olur. Şimdi ellerinde kumanda ile televizyon karşısına geçme zamanıdır. Tam da bu zamanda, sıcakların başlaması, okulların kapanmasıyla sezon finaline eren dizilerin yeni döneme başlangıç ve yeni yeni dizilerin de ilk kez izleyici karşısına çıkarak reytinglerden reyting arama dönemidir. Etkilediği kalabalıklar ve toplum üzerindeki belirleyiciliğine bakılırsa büyük bir AVM açılışı gibi kurdeleli, devlet törenli bir merasimi de “hak” etmiyor değil.

Televizyonların kitle iletişim aracı olmanın ötesinde, reklam gelirleriyle karlı bir yatırım olduğunun keşfedilmesiyle kereste tüccarı da bu işe girmeye başladı, inşaatçısı da. Amaç kar üstüne kar sağlamak olunca yayınlanan yapımların da dizilerin de en geniş kitlelerce kolay anlaşılır, kolay tüketilir olması ön planda tutuldu. Ve hatta haberlerin.

Zaman zaman bir kaç farklı program ya da programcı ile bu genel görünüme uymayan yapımlar ya da diziler ekrana geldiyse de bunlar, çok geçmeden ya RTÜK tarafından ya da hükümetin bizzat kendisinin talimatıyla engelleniyor, kanallara yüksek cezalar geliyor, bizzat başbakan’ın TV sahipleriyle yaptığı yemekli toplantılardaki telkini uyarınca yapımlar bitiyor, yapımcılar ve sunucular kovuluyor.

İzleyici reyting ve reklam kıskacında

TV’lerin izlenme oranları reklamverenler için, reklamlar da diziler için önem kazanıyor. Yeter sayıda izleyici tutturamayan diziler sevilse de, kısmen nitelikli de olsa ekranda yer bulamıyor, kaçıncı bölümü yayınlanıyor olursa olsun yayından alınıyor. Diziler de bu kısır döngüde hem ekranda kalabilmek için daha popüler konulara, sansasyonel oyunculara yer veriyorlar hem de daha çok reklam yayınlanmasını mümkün kılmak üzere dizi sürelerini uzatarak her hafta en az 90 dakika bazen çok üzerinde dakikalara varan) bölüm hazırlıyorlar.

Herkesin en çok tv başında olduğu “primetime” zamanlarında diziler arası bu rekabet daha da kızışmakta, bütün kanallar en iddialı yapımlarını bu saatlerde yayınlamakta, bu durum bu saatlerde yayınlanan reklam süre ve ücretlerini de farklılaştırmaktadır. Dizilerin daha baştan para kazandıran “ürün” muamelesi görmesi, onları, patronlarınca kanallar arası alınır satılır bir konuma sokmakta, kanallar arası geçişte astronomik transfer bedelleri telafuz edilmekte, ama bu “artı değer”den çalışanlara herhangi bir pay verilmediği gibi, aylıklarını gecikmeli de olsa alabilenler görece şanslı sayılmakta.

Televizyonun önündeki izleyici için ışıltılı bir dünya, o kanalın patronu için kazanç demek olan diziler ne yazık ki, kendi çalışanlarını yok sayıyor. Zaten çalışma koşullarının yapımcının insafına terkedilmiş olduğu dizi setlerinde tam olarak ne yaşandığı, çalışanların işsiz kalacağım korkusu ile sessizliklerini koruduklarından, gizleniyor. Kanallar arası rekabet yüzünden film yapım maliyetlerini daha da aşağı çekmeye zorlayan yapımcılar ve kanal sahipleri yüzünden zaten halihazırda var olan sömürü daha da katmerleniyor. Ne kanunda belirtilen çalışma sürelerine uyuluyor,ne sosyal güvenlik primleri ödeniyor ne işçi sağlığı ve iş güvenliği koşulları oluşturuluyor ne de ücret ödemeleri zamanında ve eksiksiz olarak yapılıyor. Film yapım şirketinin insafına kalmış set koşulları ise zaman zaman ölümle sonuçlanan “kazalara” da sebebiyet veriyor. Ekrana geldiğinde izleyici çekerek eğlendiren diziler, çalışanlarının ölümüne neden oluyor. Ölümle sonuçlanan çalışma ortamları, zaman zaman tersane çalışanlarını da geride bırakıp “setler Tuzla olmasın” dedirtecek seviyeye ulaşıyor.

Televizyon dizileri: İzleyenini de çalışanını da öldüren eğlence

Madenlerde gerçekleşen iş cinayetleri için “kader” denmişti. Ama bu “kader” maden işçileriyle sınırlamadı kendini. Dizi ve film setlerindeki ölümler de işçilerin “kaderi” kapsamına hızla alınıverdi.

Bir televizyon kanalında yayınlanmakta olan “Son Bahar” dizi setinde çalışan Zehra Sezgin ve Tülay Ergildi, uzun ve yorucu çalışma sürelerinden sonra set çıkışında kostüm kamyonu ile eve dönerken geçirdikleri trafik kazası sonucu yaşamlarını yitirdi. Bir diğer çalışan Deniz Altuntaş ise kazada yaralandı. Ağustos ayında da İstanbul Beykoz’da Eflatun Film’e ait “Şubat” dizisinin dekorlarını hazırlamak için günde 20 saat çalıştırılan işçileri taşıyan araç kaza yapınca 3 işçi hayatını kaybetti, 3 işçi de yaralandı. “Arka Sıradakiler” dizisinin setinde ise, Dizinin sanat grubu asistanlarından 26 yaşındaki Selin Erdem, set molası sırasında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu dizinin yönetmeni Hamdi Alkan ise bu olay sonrası yaptığı açıklamada set koşullarının ağır olduğunu belirtip “istemeyen bu işi yapmasın” diyerek tarafını belli edecekti.

Setlerde yaşanan ölümler sadece bu kadar değil elbette. Geçtiğimiz aylarda, sinema ve televizyon çalışanlarının sendikası Sine-Sen önünde bir araya gelen TV ve sinema set çalışanları, arkadaşlarının ölümlerine isyan etmekte haklılardı. Ama çalıştıkları setlerde üretilen TV dizisi ya da sinema filmlerinin başka türden ölümlere de neden olduğunu dillendirmediler. Oysa dün kendi arkadaşlarının ölümlerine neden olduğunu düşündükleri aşırı kar hırsının kitlelerce normalleştirilmesinde ve talep edilir olmasında kitle iletişim araçlarının rolü de son derece belirgin. Hele de halkının büyük çoğunluğunun, vaktinin çoğunu bu “renkli” ekran karşısında geçirdiği bir ülkede. İlk özel tv kanalını da “anayasayı bir kez” daha delerek kuran Özal, seksende faşist bir darbeye yenilen bir toplumun batıya entegrasyonu adı altında kapitalizme bağlanmasını arzuluyordu. Nitekim, önce TRT’nin yasaklı listesindeki sanatçıları kendi ekranında göstererek kabul gören bu “sihirli kutu”, çok geçmeden iş bitimlerinin bile yayın saatine göre değiştirildiği Köle İsaura gibi, Yalan Rüzgarı gibi dizilerle evlerin vazgeçilmeziydi artık.

İzleyicinin kendi tekdüze yaşamına “canlı”lık katan programlarla daha da benimsenen TV, geçim sıkıntısı içindeki kişiler için de umut kapısı olmaya başladı, ama yarıştırarak. Tıpkı kapitalist sistemdeki gibi yani. Kazananların ve kaybedenlerin olduğu bir ideolojiye artık kimse yabancı değildi. Bu durum yerli olsun yabancı olsun dizilere yerleştirilmiş alt metinlerle, küçük gibi görünen diyaloglarla her gün tekrarlandı, pekiştirildi. Sonrasında, kazanmak o kadar “meşru” ve “aleni” bir hal aldı ki, yatak odalarımıza varıncaya değin her anımızın kameralarca görüntülenmesi, muhafazakar bir toplum iddiasındaki bu ülkede bile tuhaf kaçmadı.

Özellikle yakın tarihlerde çekilen ve büyük izlenme oranlarıyla herkesi ekranları başına kilitleyen pek çok dizi, resmi görüşün açıkça yeniden sunulmasına, otoritenin pekiştirilmesine hizmet ediyor. Hem gerçeği çarpıtan, hem de toplumdaki kimi ayrımları zorlayıp düşmanlık edebiyatıyla militarizmin sözcülüğü görevini üstlenen bu diziler, izleyenlerin kendilerini dizideki karakterlerden birisi sanmaya ya da onlar gibi davranmaya varacak biçimde etkisi altına alıyor, bütünüyle hipnotize ediyor. Kısaca, bu dizileri yoğun bir biçimde izleyenler kendileri olmaktan çıkıyor, dizi kahramanı olma tutkusuyla bir nevi kendi kişiliklerini öldürüyorlar.

Dün, setlerdeki çalışma koşullarının kötülüğünden söz ederek haklı taleplerini dillendiren set ve dizi çalışanları bunları bilmiyor olamaz. Kendi acılarına destek arayışlarının, kendilerinin de emek verdiği bu dizilerin beyinlerini hapsettiği boş bedenlerde yankı bulamayacağının farkında olmalılar. Belki bugün kendileri gibi üzülüyormuş görünenlerin “kısa bir reklam arası”nda yanlarında olup olmayacağının garantisi ise elbetteki yok.

Karlı olmayan bir diziyi yayından alan televizyon kanalları ve onu elinde bulunduran egemen anlayış, hiç şüphe yok ki kendi setlerinde çalışanlarının haklarını da vermeyecek, çalışanlar, emekleriyle varettikleri TV’lerin büyülü ve gösterişli dünyalarında, bir haber değeri olarak bile yer bulamayacak.

Gürşat Özdamar

Meydan Gazetesi Sayı 4, Ekim 2012

Paylaşın