Luppo vs Pirzola

Sayı 53, Mayıs 2020

Korona salgının başlamasıyla yaşantımızda çoğu şey değişti. Önce ortalıkta Saramago’nun “Körlük”ünü aratmayan bir panik havası vardı. Virüsün bulaşmamasını umuyor, yaşantımızı nasıl değiştireceğimizi düşünüp duruyorduk. Yapmamız gerekenler çok basitti basit olmasına ama yapabilecek miydik acaba? Evde kalmak kadar basitti mesela ama keşke işe gitmek zorunda olmasaydık. Temastan kaçınmak için kalabalık marketlere girmemek kadar basitti mesela ama keşke dolaplarımızı yiyeceklerle doldurabilmiş olsaydık. Banyoda 20 saniye boyunca elimizi yüzümüzü sabunla yıkamak kadar basitti mesela ama keşke sokaklarda yaşıyor olmasaydık.

Her an herkesten duyduğumuz “evde kal” çağrılarıyla geçirdik günlerimizi. Evet, hepimiz evde kalmak istedik. Fakat evde kalabilenler ve evde kalamayanlar olarak ayrıldık. Aynı varsıl ile yoksul ayrımı gibi. Aynı ezen ile ezilen gibi. Aynı devlet ile halk gibi. Bu ayrışmada biz, evde kalamayanların tarafındaydık ve her gün işe gitmek için evden çıktığımızda virüsü kapmamak için adeta savaş verdik. Çünkü her an risk altında hareket etmek durumundaydık. Kolonya taşıyalım dedik, çok parası olanların bütün kolonyaları aldığını gördük. El dezenfektanı alalım dedik, krizi fırsata çevirip zam yaptıklarını gördük. Yani hem virüsten hem kapitalizmden korunmaya çalıştık durduk. Her akşam aynı saatte yaptığı açıklamalardan başka bir gerçekliği olmayan devlete de güvenemezdik. Evi olmayanlara ve işe gitmek zorunda olanlara “evde kal” diyenler konuya ne kadar hâkim olabilirdi ki? Ya da bizim ne kadar farkımızdalardı?

Devletin açıklamalarını dinlediğimiz bir akşam, birden sokağa çıkma yasağının uygulanacağını duyduk. Marketlerin, bakkalların kapanmasına az bir zaman kala iki gün boyunca dışarı çıkamayacağını duyan, fırın vs. gibi yerlerin kapanmayacağını henüz öğrenmemiş herkes mecburen sokağa çıktı. Ben çıktım, sen çıktın, o çıktı derken aylardır mesafeye dikkat edip bir arada görünmeyen kalabalıklar göründü. Yani devletin sokağa çıkma yasağı, halkı sokağa dökmüş oldu.

Sosyal medyaya önce sokaklarda, marketlerde çok yakın temas halinde olan insanların fotoğrafları düştü. Sonra market sırasında bekleyen insanların aldıkları yiyecek ve içecekler gündem oldu. Herkes kızgın paylaşımlar yapıyor, “Günlerdir boşuna çabaladık” diye serzeniş ediyordu. “Ne gerek vardı?”, “Çıkması acil miydi?”, “Bu gerçekten ihtiyacı mı?” gibi yorumlar, dışarı çıkanların ve onların aldığı ürünlerin gereklilik tartışmaları gırla gidiyordu. Elinde pırasa, bisküvi, çekirdek vs. ile markette ödeme sırasında bekleyenlerle dalga geçildi, kızılıp duruldu. Bu insanlar, kızgınlık pusulasının yönünü mü şaşırmıştı yoksa? Bu durumun esas sorumlusu olan devlet yetkililerine, bakanlara kızamayacakları için öfkelerini market sıralarında satın aldıkları ürünleri beğenmedikleri bu insanlardan mı çıkartıyorlardı?

Bir Kızılderili öğretisi der ki; “Komşun hakkında hüküm vermeden önce, iki ay onun makosenleriyle(1) yürü.”

Tarihin her döneminde farklı kültürlerin, farklı algıların ve politik fikirlerin eşliğinde sürdürdüğümüz yaşamlarımızda, sadece kendi ayakları ile ilgilenen insanların sayıca fazlalaştığı bir dönemden geçiyoruz.

Sokağa çıkma yasağı haberinin geldiği akşam alışverişe çıkan insanların yaşamları hakkında hiçbir fikri olmayan, tabir-i caizse komşusunun makosenleriyle hiç yürümemiş olan çoğu insan, bir anda “komşusunun” ne yiyip içtiğiyle ilgilenmeye ve onu eleştirmeye başladı. Salgından önce nasıl beslendiğini bilmediği insanların salgın günlerinde nasıl beslendiği ile ilgilenir oldu.

O akşam dışarı “fırlayan” insanların yaşadıkları panik hali, güvencesiz bir yaşamla salgın günlerinden çok önce tanışmış olmalarındandı. Devlete güvenme lüksleri yoktu çünkü bugüne değin yaşadıkları zor durumlarda devletin esamesi okunmuyordu. Marketlere yöneldiler çünkü kimsenin evinde stoklanmış yiyecekler yoktu. Çünkü böyle bir stok yapacak maddi imkana sahip değillerdi. Zaten hiçbir fotoğrafta elinde bir paket pirzola ya da iki kilo kıyma ile kasada bekleyen biri yoktu.

Makosen hikayesine dönmek için şimdi uygun bir zaman. Çünkü büyük ihtimalle “Madem parası yoktu niye makarna değil de bisküvi aldı?” diyenler olacaktır. Politik farkındalıkların azaldığı, en yakınımızdaki insanların yaşamlarına bakmak ve anlamaktan sistem tarafından uzaklaştırıldığımız bugünlerde, kendi yaşantımızın biraz dışına çıkıp yorum yapma lüksüne sahip olduğumuz diğer yaşamları gerçekten anlamayı denemeliyiz. Çünkü makosen hikayesinde olduğu gibi “komşumuzun” attığı her adımda ayaklarının ne durumda olduğunu o ayakkabıları giymeden ve o yolu adımlamadan anlamamız mümkün değil. Yazının başında Saramago’nun Körlük romanında anlattığı günlere benzer günlerden geçiyoruz demiştik. Saramago der ki: “Körler ülkesinde tek gözlüler kral olur”. Bugünlerde tek gözüyle bize “bakan”lara karşı temkinli olmalı, devlete karşı farkındalıklarımızı aynı tarafta olduğumuz insanlarla paylaşma ve dayanışma ilişkisi kurmak için kullanmalıyız. Ve bugünlerde eğer öfkeleneceğimiz şeyler olursa sorumlusunun tek gözlü devlet olduğunu unutmamakta fayda var.

Kafka’dan özür dileyerek yazıyı devletin bizi düşürdüğü durumlara karşı yine bir Saramago alıntısıyla bitirelim:

“Böcek ölürse, zehir de kalmaz.”

(1) makosen: kısa ökçeli, bağsız ayakkabı

Gizem Şahin

Meydan Gazetesi Sayı 53, Mayıs 2020

Paylaşın