Kadına Şiddete Karşı Kampanyalar Neyi Gizliyor?

Sayı 9, Nisan 2013

Son zamanlarda gazetelerde ve televizyon ekranlarında şiddet temalı kamu spotları ve kampanyalar bir hayli arttı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın destek verdiği birçok farklı sorumluluk projesi hayata geçirilmeye başlandı ve bu projelerin birçoğunu da şiddet teması oluşturuyor. Günümüzde şiddet mevzu bahis olunca konunun kadın odaklı şiddet olması kaçınılmaz. Yaşadığımız coğrafyada hükümet tarafından özellikle gündemleştirilmek istenen bu konu kadına yönelik şiddetin çözümlerine dair yöntem arayışlarının da farklı yansımaları olarak gözler önüne seriliyor.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in kadın politikası özellikle yasal düzenlemeler ve pratik çözümler değerlendirildiğinde kadını var olan pozisyonundan kurtarmayı değil var olduğu pozisyonla özdeşleştirmeyi amaçlar nitelikte. Bu toplumsal kadınlık kimliği ve aile kurumu üzerinden kurgulanan bir kadın politikasının sonucu olarak bu projelerde de benzer nitelikleri barındıran bir anlayışla ortaya çıkıyor.

Hükümetten Kadınlara Kurtuluş Tarifleri

Bu anlayış hükümetin özellikle de son süreçte alaycı bir ısrarcılıkla sürdürdüğü kadın politikasının bir sonucu olarak değerlendirilse bile bu projelerin içinde sadece hükümet yok. Birçok holding ve şirket patronu kadın, sanatçılar, yazarlar, duyarlılık yaratma adına AB fonlarıyla ceplerini kabartan uyanık sivil toplumcular, medya patronlarına çalışan lafazanlardan tutun da kadın hakları diyerek ortalarda gezinen kadın örgütlerine kadar birçok kesim bu anlayışın sürdürülebilmesinde büyük pay sahibi. Toplumsal kadınlık kimliği dillendirildiği üzere kadının konumunu çerçevelendirerek kadını bu kimliğe mahkum eder. Örneklemek gerekirse; hukuksal alanda “ağır tahrik unsuru” denilerek kadının yaşadığı şiddeti hafifletici nedenler gerekçesiyle örtbas etmek, üç çocuk politikasıyla kadını eve kapatarak, istihdam alanındaki tüm haklarından mahrum ederek yok saymak, kürtaj politikasıyla kadın bedenini kontrol altına almak. Bunlar dışında kadına uygulanan fiziksel şiddetin ölümcül boyutları hükümetin resmi verilerinden çok daha fazla. Kadın yaşamsal alanda sadece hukuk mağduru değil, hukuku kadın üzerinde bir baskı unsuru olarak yasalaştıran devletin ve iktidar anlayışının da mağduru. Yani dünyanın neresinde olursa olsun kadın her anlamda mağduriyet yaşıyor denilebilinir. Ancak hükümete göre bazı kadınlar bu mağduriyeti yaşamıyor. İşte hükümetin desteğiyle yaratılan şiddet temalı kampanyalar biz kadınlara bu şekilde sesleniyor: Sen de bu şanslı kadınlardan biri olabilirsin?

Hükümete Göre Şanslı ya da Şanssız...

Yani anlayışa göre şanslı olan ve olamayan kadınlar var; mesela eğitimli kadın, ev içinde annelik rolüne bürünerek çocuklar büyüten kadın, bedenini toplumsal ahlak kurallarına uygun bir belirlenimle kontrol edebilen kadın, “iyi” eş olabilmek adına evlilik kurumunu her şeye rağmen sürdürebilen kadın, evde görünmeyen emeğiyle kamu da ucuz iş gücü olarak çalışan, politik olarak kendini ifade etmede ısrarcı olmayan ve kadınlığını sadece toplumsal kadınlık rolüyle özdeşleştiren kadınlar oldukça şanslı mesela.

Peki ya şanssız kadınlar? Mesela Ayşe Paşalı çok şanssızdı. Melek Karaaslan, Meral Tahta, Ceylan Soysal, Selma Civek ve daha binlercesi… Onlar şiddet sonucu hayatını kaybeden kadınlar. Bir anlamda şiddete tahammül gösteremeyerek ölümü bile göze alan kadınlar. Hepsi göz göre göre katledildiler. Bu cinayetler yaşanırken ve artarak sürerken duyarlılık-sorumluluk meselesinin en çok tartışılan ve konuşulan konu olması ise kaçınılmaz. Bahsedeceğimiz bir takım kampanyalar da işte bu kadınları anlatan hükümet desteğiyle peşi sıra hayat buluyor.

8’de 8 “Sen Ben Olabilirdim” Projesi

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın himayesinde Kült Derneği’nin destek verdiği bir projede, herkesin tanıdığı 8 ünlü kadın şiddet sonucu katledilen kadınlarla empati kurdular. Fikir şuydu: “Sen Ben Olabilirdim”. Televizyon ekranlarından görmeye aşina olduğumuz kimilerine göre güçlü kadın imajıyla ekranlara tutunan bu kadınlar profesyonel makyajlarla çoğu eşleri tarafından katledilen 8 kadının yerine geçti. Projenin en çekici kısmı ise projenin fotoğraf sergisinin açılışından bir gün önce düzenlenen gecede ünlü kadınların kendilerini onların yerine koyarak yazdıkları mektupların bir bir okunmasıydı. Bu ünlü kadınlardan biri olan Hülya Avşar profesyonel bir makyajla, katledilmeden önce gazetelerde yüzü kocası tarafından darmadağın edilmiş şekilde gösterilen Ayşe Paşalı’ya benzetilmişti ve “sen ben olabilirdim” diyerek yazdığı mektuptu. Hükümetin şanslı kadın tanımına baktığımızda kendisi de bu kategoriye giremeyen Hülya Avşar, nasıl bir çelişkidir ki bu projeden birkaç hafta önce “akıllı kadın zaten dayak yemez” demişti. Bu durumda eşi tarafından katledilen Ayşe hükümete göre şanssız, bir diğer şanssız kadın Hülya Avşar’a göre ise aptal kategorisine girmişti maalesef.

Duyarlılık...

Peki böylesi bir kampanya toplum nezdinde nasıl bir duyarlılık yaratmış olabilir? Hülya zaten Ayşe olamaz, olsa bile akıllı olduğu için yaşadığı şiddeti örtbas edecek besbelli. Aslında halk dilinde “topluma mal olmanın” getirisi midir nedir bilinmez ama bu durumda Hülya Avşar da gerçekten çok şanssız. Çünkü birçok kadın gibi şiddeti örtbas ederek yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Ve Hülya gibi dünya üzerindeki hiçbir kadın Ayşe Paşalı’nın hafızalarımıza kazınan fotoğrafına bakıp empati kuramaz. Yazılan hiçbir mektup Ayşe’nin yaşadıklarını kağıda dökmede yeterli olamaz. Yani anlaşılan bu gibi projelerle sadece farkındalık kıskacı yaratır. Sadece “şiddeti fark edin” telaşı bu kampanyalar. Peki, gözümüze soka soka yansıtılan bu meşru şiddetin makyaj izlerine bakarak mı fark edeceğiz bu şiddeti? Zaten birebir yaşatılan ve yaşamakta olduğumuz bu şiddeti fark edemiyor muyuz hala? Yoksa kadınların yüzlerine yapılan profesyonel makyajla, başkaca şeylerin görünmez kılınması mı amaçlanmakta? Hükümet kadını hedef alarak “kürtaj cinayettir” demişken ve Roboski’de insanların üzerine bombalar düşmüşken tüm bunlar neyin şiddetiydi? Yine tecavüzcüsüyle evlendirilen kadınlar, aile içinde cinsel istimara maruz kalan çocuklar ve benzeri birçok örnek karşısında niye azıcık bir telaş, duyarlı bir kampanya ya da sorumluluk alan yoktu, farkındalık neredeydi? Ve de en önemlisi neden kimseler tüm bunların devletin şiddeti olduğunu fark edip empati kuramamıştı? Sorunun cevabı kendi içinde saklı; bu projeyle hükümet ve iktidar kendi şiddetini Hülya Avşar’ın güzel yüzünde profesyonelce bir makyajla saklıyor.

Sorumluluk…

Bu işin bir de sorumluluk kısmı var. Mesela Hülya Avşar bu işten para kazanmıyor, bu fotoğrafları “gönüllü” bir şekilde çektiriyor ve bunun adı “sorumluluk” oluyor. Bireyin topluma duyduğu sorumluluk anlayışı toplumun bireyi erittiği, kimliğini, kişiliğini ve var oluşunu yok saydığı bir anlayışla görünmez kılınıyorsa bu nasıl bir sorumluluktur? Bu olsa olsa bir “zorunluluk” tarifidir. Yani Hülya Avşar popüler kalabilmek adına zorunlu kaldığı bir duruma sorumluluk diyerek alkış, hükümet de iktidarını sürdürebilmek adına zorunlu kaldığı bir duruma “sorumluluk” diyerek oy kazanıyor. Bir diğer taraftan görünenin dışında görünmeyenin şiddeti yani bu projelerin arka planında olanlar var. Belki de onlar asla görünmeyecek olup da bu işten servet kazanmak derdinde olanların servetleri için iktidarlarını sağlamlaştırması. Daha önce Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında Sabancı Vakfı tarafından desteklenen “çocuk gelinlerle” ilgili yürütülen bir kampanyanın içeriğine ilişkin eleştiriler yer almıştı. Benzer şekilde son süreçlerde artan kadına şiddet temalı tüm bu kampanyaların ardında da yine küresel kapitalist şirketler ve onların patronlarını görmek mümkün.

Zeynep Kocaman

Meydan Gazetesi Sayı 9, Nisan 2013

Paylaşın