Anarşizm örgütlenmektir

Örgütlenme ve anarşizm kavramlarını bir arada görmek çok kişiyi şaşırtmaya yetecektir. Zira ortalama solcunun kafasında anarşizm örgütsüzlükle eşanlamlıdır. Liberter, anarşist geleneğin tarihindeki büyük çeşitlilik arz eden örgütlenme biçim ve yöntemleri bir çırpıda yok sayılır. En azından hesaba katılmaz ya da hükmedenlerin yazdığı resmi tarihlerde yer almadığı için bilinmez. Masa başlarında kurgulanan tarihler sırf devletleri, kurumları, alışıldık tipte örgütlenmeleri, bilindik politik güçleri hesaba katar çünkü.
Sadece örgütlenme kavramıyla sınırlı değildir bu yanlış anlama ve anlatma. Eylem tarzından mücadele biçimine, daha bir çok konuda anarşizmin yarattığı birikim, tahakkümün zihniyet kalıpları içinde ya yok sayılmış ya da içeriğinden boşaltılarak sunulmuştur. Nedeni malum, insanların içinde yaşadığı hiyerarşik toplum kendi anlayışını onlara dayatmakta, düşünüş kalıplarına dahi hükmetmektedir.
Çeşitli biçimlerde zihnimize, dolayısıyla davranış ve edimlerimize işler bu hiyerarşik düşünüş tarzı. O kadar ki, tahakküm düzeninin temelini oluşturan kavram ve kurumlar “doğal”, daha da ötesi, vazgeçilmez şeyler olarak gösterilir, düşünülür. Koordinasyon merkeziyetçiliğe, örgütlenme hiyerarşiye, kollektivite tek düzeliğe, disiplin emir-itaat düzenine, sorumluluk inisiyatifin reddine, eşitlik konformizme indirgenir.
Sonuçta düzene karşı çıkılırken bile o düzenin iradesine boyun eğilmiş, karşı olunduğu iddia edilen sistem yeniden üretilmiş olur. Etik değer ve ilkeler ikinci plana itilir, kendinden menkul program ve tüzüklere tabi kılınır. Verimlilik yaratıcılığın, kolay yoldan etki dönüşme ve dönüştürme çabasının, mekanikleşmiş kurallar inisiyatifin, “eğitim” öz-bilinçlenmenin, politika doğrudan eylemin yerini alır. içinde yaşanılan hiyerarşik düzenin değerleri karşı çıkışı belirler, köreltir hale gelir. Ya hükmeden ve dolayısıyla etkili olduğu sanılan kurum ve işleyişler çaresiz kabullenilecek ya da örgütlenme toptan reddedilecektir bu anlayışa göre. O andan sonra da tahakkümün koyduğu sınırların dışına çıkmak imkansızlaşmış, hiyerarşinin kurallarına boyun eğmek kaçınılmaz olmuştur. Reddedişin yerini yavaş yavaş uzlaşma, “koşulları” kabullenme alır. Uzun uzun anlatmaya gerek yok bu süreci. Marksizm’in tarihi, bir başkaldırının adım adım, karşı olduğu düzeni bile imrendirecek bir despotizme dönüşmesinin tarihidir. İnsanların zihinlerinde egemenliğini kuran tahakküm epistemolojisi, her türden kavramı belirleyici bir ilke, yani hiyerarşi ilkesi etrafında basitleştirme, içerikteki zenginliği yok etme üzerine kuruludur, insanların anlam aleminde benzerlik ve farklılıklar vardır. Oysa tahakküm epistemolojisi benzerlikleri özdeşliğe, farklılıkları karşıtlığa indirger, salt kutupsallıklarla düşünme alışkanlığını dayatır. Buna göre örgütlenme ancak katı bir merkeziyetçilik, yukarıdan aşağı disiplin ve emir-komuta zinciri olabilir. Önüne demokratik gibi süslemeler eklense, yumuşatılmaya çalışılsa da yöneten-yönetilen ayrımının baştan sona geçerli olduğu, en azından ancak ileri bir tarihte ortadan kalkacağı ve o zamana dek katlanılması gerektiği varsayılır, işin garibi tahakküm ve hiyerarşiyi reddeden kimi anarşistlerin de bu kutupsal düşünüşü kabullenmeleridir. Bunlar da sonuçta hiyerarşik düşüncenin yarattığı ikilemlere boyun eğerek ya anarşist örgütlenmeleri bu kalıplara uydurur ya da çoğunlukla, çareyi örgütlenme kavramını reddetmekte bulurlar.
Oysa bir çok alanda olduğu gibi örgütlenme, mücadele, eylemlilik gibi konularda da esas olan “ne” sorusu değil “nasıl” sorusudur. Anarşistleri otoriter sosyalistlerden ayıran yan örgütlenmeyi reddetmeleri değildir. Anarşistler, daha doğrusu devrimci anarşistler, Anarko-komünistler örgütlenmeyi reddetmez, tam tersine çok daha köklü, temelleri sağlam bir örgütlenmeyi savunurlar. Asıl olan bu örgütlenmenin nasıl ve ne amaca yönelik bir örgütlenme olduğudur.
Örgütlenme, topluluk halinde yaşayan insanın her zaman karşı karşıya olduğu bir durumdur. Birden fazla insanın bir arada bulunduğu, bir şeyler yaptığı her yerde örgütlenme söz konusudur. Örgütlenmeyi reddedip reddetmeme bu yüzden anlamsız bir tartışmadır. Varolan toplumda otorite ve hiyerarşi ilkeleri üzerine kurulu bir örgütlenme, bu toplumda yaşayan insanlar, kendileri istesin veya istemesinler bu örgütlenmenin bir parçasıdırlar. Öz örgütlenmeyi reddedenleri devlet örgütlemektedir zaten.
Anarşistler ise, düzenin kurumları gibi otorite ve hiyerarşiyi sürdürmek ya da devletçi Marksistler gibi iktidar ilişkilerini sadece yeniden düzenlemek için değil, tahakkümü her biçimiyle ortadan kaldırmak için örgütlenirler. Anarşist toplumsal devrimi salt politik devrimden, yani sosyalist ve diğer radikallerce savunulan ve aslında hükümet değişikliğinden başka bir şey olmayan değişmeden ayırt eden temel yan tahakkümün her biçimini ortadan kaldırmayı amaçlaması, hedefini salt ekonomik baskı ve sömürüyle sınırlamayıp hiyerarşiyi, otoriteyi, mülkiyeti, patriyarkiyi, sadece insanın insan üzerindeki tahakkümünü değil, erkeğin kadın, yaşlının alt yaş grupları, yetişkinin çocuk, insanların diğer canlı türleri, kurum ve kuralların insanlar, geçmişin bugün, araçsal aklin duygu, sıradanlığın coşku, tekniğin estetik, çıkarların etik üzerinde kurduğu egemenliği de yok etmeye yönelmesidir. Anarşist toplumsal devrim insanın kendi başına bir amaç ve insan hayatının her anıyla yaşanabilen olağanüstü bir deneyim olduğu bir ütopyayı uygulamak, dünyayı ve bireysel benliği buna göre yeniden tasarlamak ve yaratmaktır. Anarşizmin dünyaya bakışı bütünseldir, birliği anlamayı, kavramayı esas alır. Anarşist toplumsal devrim toptan ve bütünsel bir karşı çıkıştır. Bu bütünsellikten ötürü anarşizm alışılagelmiş anlayışlardaki gibi, güncel pratiğe ilişkin sorunları “nihai amaç” denilip ertelenen ütopyanın ilkelerinden, bugünün mücadelesini yarının sorunlarından, taktikleri amaçlardan ayırmaz. Örgütlenme anlayışında bu bütünsellikten kaynaklanan bazı etik kurallar geçerlidir. Şimdi kısaca bunlar üzerinde duralım.
1. Araç Amaçtır: Hiyerarşik düşünce parçalı ve bütünsellikten yoksun bir düşüncedir, Yönetme mantığı her alana uygulanır Her şey, gerek insanlar, gerek örgütler birer araçtan ibaret görülür. Bunlar amaç denilen şeye varmak için kullanılacak, maniple edilecek nesnelerdir sadece. Oysa anarşizm bu araçsallığı, tahakküm epistemolojisinin dayattığı bu ayrımı reddeder en baştan. Aynı terimleri kullanacak olsak bile, özgürlük amacına ancak ve ancak özgürlükçü araç ve yöntemlerle ulaşılabilir. Bu bir ahlaki ilke olmakla sınırlı değildir, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana tüm radikal hareketlerin deneyimleri, otoriter sosyalistlerin denetimi altına girmiş “devrimlerin” akıbeti devrimci amaçla araçların birbirinden ayrılamayacağını göstermiştir. Diyalektik adı altında sunulan Batı metafiziği, bu ikisi arasındaki ayrımı sürdürmek için çok sayıda süslü formül üretir (bugün Marksizm’in en gelişkin burjuva ideolojisi olmasının göstergelerinden biri de budur). Ama aracın amaca tabi olması bahanesi altında otoriter, baskıcı araçların meşrulaştırılması ve sonuçta bürokratik despotizmin akla büründürülmesinden başka bir işe yaramaz bu. Özyönetime dayalı bir topluma ancak öz-etkinlikle,’ özgürlüğe ancak özgürlük temelinde kurulu örgütlenmelerle varılabilir. Merkeziyetçi, hiyerarşik örgütler, içinde yaşadıkları baskıcı toplumun modelini muhalif saflara taşır ve bu sistemi küçük ölçekte yeniden üretir, pekiştirirler.
Anarşist örgütlenme, belirsiz bir gelecekte yer alan ütopyaya varmak için bir basamak değil, amaçlanan toplumun mevcut düzende açılan gedikler içinde adım adım, tohum halinde kurulmaya başlanmasıdır. Anarşist örgütlenme devletsiz ve mülkiyetsiz toplumun bugünden yaratılan bir ön-biçimlenişi, bir çekirdeğidir, sistemin içinde ama sisteme ait değildir. Bu nedenle anarşist örgütlenmede esas olan eşitlik ve inisiyatiftir. Çünkü, amaçlanan toplumun bir hücresi, dokusu, organik birimidir her bir anarşist otonom ve -adı ne olursa olsun- gruplaşma. Elbette, yepyeni bir toplumun bugünkü tahakküm düzeninin bağrında sancısız ve kolayca kurulabileceği anlamına gelmez bu. Tam tersine, yeni toplumu bugünden örgütleme çabası er ya da geç -ama asla çok geç değil- varolan otorite ile çatışacak, güç denemesine girişecektir. Tahakküm düzeninin örgütleyici kurumlarının yerle bir edileceği, bunun zorunluluk olacağı kesin hesaplaşma kaçınılmazdır. Ama anarşistler için devrim öncesi, devrim sonrası ayrımı belirleyicilik taşımaz. Devrim burada ve bu anda başlayacaktır.
2. Süreç Sonuçtur: Tahakkümün baskıcı aklı, deneyimleri amaç ve araç hiyerarşisine göre düzenlediği gibi amaç denilen şeyi sürekli ertelemekte, ne zaman geleceği bilinmez bir geleceğe atmakta da ustalaşmıştır. Özlemler, arzular hep daha uzağa itilir, ileriye bırakılır ve onlara ulaşabilmek için bir dizi aşamalar konur. “Karşı tarafın” neler söylediği malum, biz gene “içimizde” gibi görünen sosyalistlerin meşhur şemalarını hatırlayalım. Devletin yok olması, sınıfların ortadan kalkması, eşitlik, özgürlük, “herkesten yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre”… Bütün bunlar yarının gerçekleridir sosyalistlere bakılırsa. Bunlara varmak için bugün geçilecek aşamalar vardır. Yarın özgür olmak için bugün esarete katlanmalıyız der bu anlayış. Oysa o atasözünde dendiği gibi “yarın asla gelmez”. Bu aşamalar da bir türlü bitmek bilmez üstelik. Komünizmden önce sosyalizm gelecek denir, ama onun da alt aşamaları, demokratik devrimleri, demokratikleşme süreçleri, işçi hükümetleri, daha neleri vardır. Bunlar da yetmezse “güncel politik taktikler”, “devrimimizin acil sorunları”, “bugünkü hedeflerimiz ve görevlerimiz”. Zenon’un paradoksundaki gibi atılan ok asla hedefine varamaz, çünkü önce o yolun yarısını katetmesi gerekmektedir, ama ondan önce de yarısının yarısını, ve yarısının yarısının yarısını… Sonsuza, geride bir hiç kalana kadar böyle gider. Hedefi, pek sevdikleri deyimle “nihai hedefi” erteleyip duran bu yaklaşım böylece hiçle uğraşır hale gelir. Bir devrimci için gerçekten tam anlamıyla hiçtir bu “gündelik” denen politikanın uğraşları.
Oysa, tıpkı araç ve amaç bütünlüğündeki gibi sonuçla süreç, hedefle yol birdir, bütündür. Özgürlük özlemi ile özgürleşme süreci, Anarko-komünist ütopya ile mücadele yolu birbirinden’ ayrılamaz. Hayatın kesintisiz, yekpare akışım parçalayan, denetlenebilir ve kendi başına anlamsız birimlere indirgeyen, yaşamın dolu dolu deneyimini çizgisel bir zaman kavrayışı içinde donduran tahakküm mantığının aksine, anarşizm, sürecin her bir anını bütünden ayrılmaz görür.
Tahakküm insanları biyolojik, mekanik ve toplumsal işlevlerle sınırlı otomatlara dönüştürmektedir. “Kimse evinin yolunu bilmez” diye bir söz vardır; tek düşündükleri “eve” varmaktır ve yola dikkat etmez, yol boyu nelerle karşılaştıklarını fark etmezler. Anarşist devrimin amacıysa, her bir an içinde duyarlılığı, uyanıklığı geliştirmektir. Çünkü anarşist eylem, doğrudan eylem, bir öz-eylemlilik, öz-etkinliktir ve en yoğun ifadesini devrimde bulur. Devrim bu benliğin yaratılmasıdır, insanın kendini yaratmasıdır. Bu nedenle devrim yolunda her adım sonuçla bir bütün arz eden bir öz-bilinçlenme, öz-eğitimdir.
Anarşist örgütlenmede karar süreçleri, atılacak her bir adımın kendi başına değer taşıdığı ilkesinden yola çıkar. Oybirliği ilkesi, ikna sürecine tanınan ağırlık, herkesin her aşamada sınırsız söz ve karar sahibi olması düzen içi anlayışlara göre “verimliliği” azaltan etkenler olarak, zaman kaybı olarak görülebilir belki. Ne var ki zaman kaybetmenin en yararlı biçimidir bu. Anarşistler için sadece yapılan “işler” değil bunların nasıl yapıldığı, kararların nasıl alındığı da aynı ölçüde değerli ve önemlidir. Bu işleyiş çok vakit alsa da süreç içinde örgütlenmenin her bir bireyinin etkinliği, inisiyatifi, yaratıcılığı artacak, özgür toplumun bireyleri adım adım oluşturulmaya başlanacaktır.
3. Örgüt Bireylerin Toplamından Fazla Değildir: Alışıldık örgütlenme anlayışında hep tekrarlanan bir söz vardır: “örgüt bireylerin toplamından fazladır” diye. Belki başlangıç, yola çıkış için doğrudur bu. Tek tek etkinlikten yoksun bireyler -ki hiyerarşik burjuva toplumu içinde gerçek anlamıyla birey değil atomize olmuş küçük varlıklardır bunlar- bir örgütlenme içinde kolektif irade oluşturarak etkilerini arttırırlar. Ya da öyle sanırlar. Çünkü, bir noktadan, hiyerarşik örgütler için hiç de uzak olmayan bir noktadan sonra bu formül tersine işlemeye başlar. Örgüt bireylerin toplamından fazla bir şey değil, bireyler örgütün parçalarından az şeylerdir artık. Düzenin örgütlenme anlayışı işbölümü üzerine kumludur. Kısa bir süre “verimlilik” denen şeyi arttırır bu, tıpkı seri üretimin üretim hacmini arttırdığı gibi. Ama asıl amaç bu mudur diye sormak gerekir burada. Çünkü artan etki, tahakküm düzeninin politika anlayışı içinde bir etkidir. Bireysel inisiyatif, yaratıcılık, öz-bilinçlenme, benliğin serpilip gelişmesi… Bütün bunlar düzende biraz olsun söz sahibi olmak için bir kenara bırakılır. Birey giderek daha fazla örgüte tabi olur, gelişmek şöyle dursun sınırlı işlevlerden ötesine aklı ermeyen bir makine parçası, bir bürokrat haline gelir. Sonuçta “örgütü” olmayınca kendi başına inisiyatif koyamayan, karar alamayan, harekete geçemeyen bir kişiye dönüşür. Tam da otoriter düzenin ideal kişiliğidir artık.
Anarşist bir örgütlenme bireyselliğin, burjuva anlamda rekabetçi, parçalanmış düzmece bireyselliğin değil dayanışmacı, bütünsel bireyselliğin gelişmesini esas alır. Bu nedenle örgütlenme onu oluşturan bireylerin üstünde soyut bir varlığa sahip değildir, “Ayı gösteren parmak ayın yerine geçemez.” Anarşist bir örgütlenmenin her ferdi tüm kişiselliğiyle, farklılığıyla, kendine özgülüğüyle yer alır o örgütlenmenin içinde. Anarşist örgütlenmeler kararlarını oy birliğiyle alırlar. Çoğunluk egemenliği gibi insanları soyut niceliklerden ibaret gören demokrasi aldatmacaları geçersizdir burada. Asıl olan doğrudan demokrasidir. Her bir birey sınırsız denebilecek yetki ve söz sahibidir, çünkü tepeden belirlenmiş bir işlevi yerine getiren bir parça olarak değil, kendi kişiliği ve kişiselliğiyle orada bulunmaktadır.
Anarşist örgütlenmelerde bunun bir sonucu ve gereği olarak mutlak eşitlik geçerlidir. “Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacına göre” ilkesinin bir uygulamasıdır bu. Kişiler arası deneyim, bilgi, etkinlik alanlarında düzenin yarattığı eşitsizliğin sonucu olan farklılıklar onların söz haklarını belirlemez. Çok tartışma yaratacağını tahmin etmekle birlikte şunu ileri sürüyorum ki anarşist bir örgütlenmede bireylerin yaptığı katkılar onların örgüt içi konumlarını belirlememelidir. Örgütlenme içindeki her anarşist eşit oranda karar ve yetki sahibi olabilmelidir. Eşitlik ve özgürlük devrimin ilerideki hedefi değil başlangıcı, önkoşuludur.
Bu etik kurallardan hareketle, anarşist örgütlenmelerin bazı ilkesel tezahürleri üzerinde duralım biraz da. Bunları da şimdilik genel, şematik başlıklar altında toplamaya çalışacağım.
1. Örgütlü Kendiliğindenlik: “Kendiliğindenlik” denen kavram sosyalistlerimizi ya dehşete düşürür (başlarına gelmesin diye dua ederler, onlar için bir hakarettir) ya da güvensizlik uyandırır, rahatsız, eder. Ama kendi dışlarında gördüler mi “kendiliğindenlik” denen şeyden ağızları sulanıverir; “önderliğin” tepesine oturacağı bir fırsattır bu.
Bundan yedi, sekiz yıl kadar önce Sokak Yayınları tarafından yayımlanan ?Kronstad 1921? adlı kitabın önsözünde, Stalin döneminde basılmış bir Sovyet ansiklopedisinde verilen “kendiliğindenlik” tanımı zikrediliyordu. “Kendiliğinden” demek “bir önderliğe sahip olmayan, belirlenmeyen” demekmiş bu tanıma göre. Böylesine zengin içeriğe sahip bir kavramı kendinden menkul “önderliğin” olmayışıyla “malul” olarak tanımlamak tam da kendisini vazgeçilmez gören hükümdarların mantığıdır. O kitleler “kendiliğinden” ayaklanıp tepelerine oturmuş olanları alaşağı ettiklerinde de bu hükümdarlar bir türlü anlam veremez olup bitene.
Oysa “kendiliğindenlik” denip geçilen bu durum her devrimde, devrimci kalkışmada gördüğümüz asli ve temel özelliktir. 1830 ve 48 ayaklanmaları, 1871 Paris Komünü, 1917 Şubat ayında Çarlığın devrilmesi, İtalyan Konseyleri, özyönetim ve doğrudan eylemin tarihteki en yetkin örneklerini sunan ispanya Devrimi, 1956 Macaristan Ayaklanması, modern çağın dünya devrimi provası 1968, hepsi o “önderliklerin” talimatlarını beklemeden sokağa dökülerek, öz-örgütlenmelerini oluşturan insanların tarihe bıraktığı değerli mirastır. (Geçerken küçük bir not: Şimdi hevesle bekliyorum, tek bir sosyalist çıksın da “önderlik olmadığı için bunlar başarılı olamadı” desin ve artık hak ettiği cevabı alsın.) Anarşistlerin kendiliğindenliği vurgulaması oturup “kitlelerin” sokağa dökülmesini beklemek değildir kesinlikle. Kendiliğinden kavramını böyle yorumlayan sosyalistlerdir. Çünkü hayattan kopuk “profesyonel devrimci” örgütlenmeleri, kitabi programları, kafalarında kurdukları sonsuz aşamaları ile sokaktaki insanın dinamiğini geriden takip eden onlardır. 1968 Paris ayaklanması herkesi şaşkına çevirmiş, hazırlıksız yakalamıştı. Dünya kapitalizmi en müreffeh çağını yaşıyor, hiç bir yerde yaprak kımıldamıyordu. Ama, Gilles Deleuze’ün söylediği gibi, Fransa’nın taşrasındaki yaşlı bir toprak sahibi bütün sosyologlardan da sosyalistlerden de daha önce fark edebilirdi bu alttan alta kaynayışı. O sene hangi köyde köylüler toprak sahibi geçerken şapkalarını çıkarmadılar, buna bakmak gerekir diyor Deleuze. Bu moleküler kıpırdaşmaları politikanın içindekiler, “merkezler” göremez elbette.
Anarşistler içinse kendiliğindenlik çok farklı ve zengin anlamlar içerir. Kendiliğindenliği vurgulamak demek, oturup beklemek demek değildir dedik. En azından anarşistler için böyledir. Çünkü anarşistler o kendiliğinden denilen kıpırdaşmaların, kalkışmaların bir parçasıdırlar, tam içindedirler. Bürokratik örgütler tepede, “merkezde” bekler, kendi varlıklarını devrimin önüne koyup öncelikle örgütsel iktidarları için uğraşırken, anarşistler sonunu düşünmeksizin direnir, savaşır ve çoğunlukla telef olurlar (daha doğrusu direnmeli, savaşmalı ve telef olmalıdırlar, elli yıl önce ezilen gelenek yeniden canlanana dek bu ikinci ifadeyi kullanmamız gerekiyor). Ama bir gelenek de böyle yaratılır ancak.
Kendiliğindenlik kavramının içeriği gündelik kullanımda çok boşaltılıyor, oysa açılımları çok geniş. Kendiliğindenlik, Batı dilerindeki kullanımıyla spontanlık, aynı zamanda anlık davranışları, içtenliği, içselliği çağrıştırır. Bu anlamda kendiliğindenlik dıştan yönlendirilen, zorlanan değil içten doğan bir süreçtir. Gerek eski doğu düşüncesi ve heterodoksinin gerekse çağdaş eleştirel ekolojik düşüncenin de yeniden anlamamıza yardımcı olduğu bir kavramdır. Eko-sistem kendi akışı içinde müdahale görmediği, kesintiye uğramadığı müddetçe farklılaşacak, karmaşıklaşacak, dengeyi, uyumu bulacaktır. Burada mekanik bir doğalcılık söz konusu değildir. Bilakis, doğa ve toplumu da birbirine karşıt kutuplar gibi sunan tahakküm epistemolojisinin iddiaları aksine insanın toplumsal mücadelesi, onun doğal bir özelliği, türüne özgü bir boyutudur.
Tabii, bilgisizlik, bilinçsizlik ya da örgütsüzlük anlamına gelmez kendiliğindenlik. Değişik yaşlardaki, toplumsal gruplardaki, kültürlerdeki, farklı deneyim ve birikime sahip insanların kendiliğinden tepkileri farklı olacaktır. Anarşist örgütlenmeler bilinçli ve örgütlü bir kendiliğindenliği savunurlar. Yani, süreç karmaşıklaştıkça her birimin, her bireyin davranış yetilerinin de gelişeceğini, küçük birimlerdeki, “alt” düzeylerdeki tepkilerin nitelikçe daha gelişeceğini bilirler. Bu süreçte aslında örgütlenme de genişleyecek, iç ve dış, örgüt ve toplumsal hareketlilik arasındaki sınır gitgide silinecek, böylece örgütlenme toplumu en temel düzeyde saracaktır. Kendiliğindenliğin sınırlı ; kavranması ve reddedilmesi, inisiyatifi yok etmektedir. “Yüz fersahlık yolun doksanını giden bunu yarıya saysın” der bir Zen atasözü. Yolda gidildikçe bilgilenme düzeyi artacak, izlenen yol daha da karmaşıklaşacaktır. Sürecin sonrası baştan belirlenemez. Bir noktadan sonra belirleyici mekanizmaların daha da “alta” inmesi gerekecektir. Bu nedenle her birimin, giderek her bireyin kendi başına bir örgüt gibi davranabileceği inisiyatif oluşturabileceği bir örgütlü kendiliğindenliktir anarşizm.
2. Kolektif Bireysellik: Anarşistlerin bireyi ve bireyselliği ısrarla vurguladıkları bilinir. Ne var ki bu birey liberalizmin rekabetçi ve çıkarcı düzmece bireyinden, anarşistlerin vurguladığı benlik, burjuva bencilliğinden kesinkes ayrıdır. Gerçek anlamıyla gelişkin, özgürleşme sürecini sürdüren bir bireysellik ancak dayanışma ve kollektivite içinde yaratılabilir. Geleceğin özgür toplumu benliği yaratmayı amaçlar ve bunun gerçekleştirilmesine bugünden başlanacaktır. Örgütlenme bu anlamda bireyselliği yadsımaz; bilakis anarşist örgütlenme mevcut toplumda bunun yaratılmaya başlanmasının ön koşuludur. Anarşist örgütlenme içinde her bir birey diğerinin aynasıdır.
3. Merkezsiz Koordinasyon: Birliktelik, örgütlenme, koordinasyon hep merkeziyetçiliği çağrıştırır, onunla eşanlamlı düşünülür. Oysa bunun nedeni varolan tahakküm örgütlenmesinin merkezi olmasıdır. Merkeziyetçilik “modernlik” denen tahakküm sistemine damgasını vuran üç kurumla birlikte en gelişmiş biçimini almıştır: Kilise, ordu ve ulus-devlet. Bürokratik sosyalist partiler bu kurumları taklit etmektedir. Aslında haksız da değillerdir, zira merkeziyetçilik yönetmek için gerçekten en uygun örgütleniş tarzıdır, ama devrim, için hiç de değil.
Merkeziyetçilik bilgi tekeli ve yetki devri üzerine kuruludur. Demokratik, vesaire sıfatları dikkate almaya bile gerek yok, piramitsel yapı ve yetkinin giderek daha soyut, dolayısıyla denetlenemez birimlerde toplanması inisiyatifi yok eden bir etmendir. Sonuçta “alt” birimler kendi başlarına iş göremez hale gelirler. Merkezin daha bütünsel bir bakışa sahip olduğu ileri sürülür. Oysa bu bütünsellik sahtedir, ulus-devlet denilen tahakküm kurgusunun bir yanılsamayıdır. Mücadelenin yürüdüğü asıl alan yerelliklerdir. Merkez ise bunların dışında, yani esas olarak hayatın dışındadır. Üstelik merkez denen kurumlanış buraya aktarılan “kadroları” somut mücadele alanlarından koparmakta, mücadele içinde kazandıkları yetileri köreltmektedir.
Koordinasyon ve birlik için merkezin gerekliliği tahakküm epistemolojisinin bir diğer dayatmasıdır. Oysa, anarşist örgütlenmenin otonom birimleri inisiyatifi her alana yayarak, en geniş ve çok yönlü iletişim kanallarını kullanarak, dahası bilgi akışını tek yönlülükten ve tek boyutluluktan kurtararak koordinasyon içine girerler.
4. Yasallık Ötesi Meşruiyet: Anarşist bir toplumsal örgütlenme alışılagelmiş legalite-illegalite kutupsallığının dışındadır. Doğrudan demokrasi mekanizmalarının alışılagelmiş anlamıyla “gizli” bir örgütlenme içinde gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Ancak bu tamamen legalizmin savunulacağı anlamına gelmez kesinlikle. Anarşist bir toplumsal hareket direnciyle, göğüs göğüse çarpışarak “dokunulmazlık” kazanacak ve açık alanda varolacaktır. Bürokratik-otoriter örgütlerin “illegalite” fetişizmi aslında örgütün varlığını koruma kaygısından, yani iktidar kaygısından başka bir şey değildir. Ve bütün iddiaların aksine baskı karşısında, hiç de öyle korunaklı olmadığı deneylerle sabittir. Sonuçta dişe diş mücadelenin sürdüğü alanların terk edilmesi anlamına gelmektedir.
Anarşist toplumsal örgütlenme devrim amacından koparılmış, somut hayat alanlarından uzak bir örgüt fetişinin varlığını korumayı tek kaygı haline getirmemelidir. Devrim mücadelesinin sürmesi ve sürdüğünün dosta, düşmana gösterilmesi, o an için yenilgi kaçınılmaz olsa da geleneğin yaşatılması esastır. “Önce tedbir sonra tevekkül” değildir anarşizmin ilkesi. Daha çok direngen bir tevekküldür. “Bir ben mi düşmüşüm can telaşına” der bir anarşist hareket. Ve gerekirse “ne gelirse gelsin başa” diyerek kendini her ne pahasına olursa olsun ifade eder, örnekler, gösterir.
Anarşizmin örgütlenme anlayışına ilişkin ilk bölümü bu genel önermelerle bitirmek istiyorum. Önümüzdeki sayıda tarihsel deneyimler ve bazı somut örnekler ele alınmaya çalışılacak. Şimdilik şunlarla kapatalım:
Özgürlük, modern toplumun bütün o içi boş kavramlarından öte bir direnme ve örgütlenme sorunudur. Zahiri görüntülerden öte insanın özüne ilişkin bir sorundur. Liberalizmin sahte serbestileri değildir burada söz konusu olan. Eşitlik ve dayanışma ilkeleriyle içice giden bir özgürleşme, özün gürleşmesi, gelişmesi mücadelesidir. Mücadele alanları, direniş, kavga, özgürlüğün yaşanacağı, hissedileceği ve yaratılacağı asıl alanlardır, insan ancak bu süreçte özgürlüğü ve devrimi hissedebilir. Meğer ki o deryaya dalmaktan korkmaya.
Gayret bizden, başarı gene bizden.

Anarşi nedir?