Karşı koymanın dayanılmaz cazibesi…

KARŞI KOYMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ…

Yıl 1998’ti. İzmir Buca’da bulunan Dokuz Eylül Üniversitesi’nin kampüsünde büyük çınarın altında toplanmış, çimenlere uzanmış halde söyleşiyorduk. Bir arkadaş ayağa kalktı, Buca Hapishanesi’nde bulunan ablasını ziyarete gideceğini belirtti. ‘Ben de gelebilir miyim?’ diye sordum, hiç hapishaneye girmemiştim. ‘İsteyen herkes girebiliyor, gel tabi’ dedi. Ne o ne de sonraki haftalar boyunca Buca Hapishanesi’ne gitmedim-gidemedim.. Oysa okula beş dakikalık yürüme mesafesindeydi. Sanırım gitmememin asıl nedeni nasılsa istediğim herhangi bir hafta gidebiliyor olmamdı.’Nasılsa bir ara giderim’ diyerek, yapılacaklar listesine eklemiştim bunu da…

Bu ülkede yolu bir şekilde ‘mapushane’ ye düşen çoktu. Ahmed Arif’in ‘Görüşmecim yeşil soğan göndermiş karanfil kokuyor cigaram…’ şiirini okuyup, Sabahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ ünü söylüyorduk. Hapishaneler ‘cezalandırma’ mekânlarıydı ancak politik tutsaklar açısından ‘özgürlüğü talep etmek’ suç olamazdı, bu yüzden bu da geçilecek ‘durak’lardan biriydi nihayetinde, ‘son durak kara toprak’ a kadar…

Osmanlı’nın Yedikulesi, ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin Sinop Zindanını yaratanların zihniyeti aynıydı. Aralarında onyıllar olsa da Sansaryan Hanı’nda yapılanlarla Gayrettepe’de olanların farklı olmaması gibi…12 Mart sonrası’nın Mamak’ı ya da 12 Eylül sonrasının Diyarbakır Hapishanesi’nde yaşananlar da ne kadar birbirine benziyordu… Takvim değişiyor, mekanlar değişiyor, yaşayanlar değişiyor ama yaşatan zihniyet devam ediyordu, ona karşı çıkanlarla beraber kuşkusuz.

Öncesinden sonrasına…

Yıl 1999’du. Boyalı medya ekranda patlayan baloncuklarla ‘flash flash flash’ haberler veriyordu hapishanelerden. ‘Hapishane değil örgüt kampı!’ manşeti giriliyordu iri puntolarla. Memleketin en önemli sorunuydu bu.’Sempatizan girip militan çıkıyorlardı! ‘İşte baskında ele geçirilenler’ deyip envai çeşit silahları koyuyorlardı masa üstüne. Kurşunla TC yazmadıkları eksikti bir tek.Medya belikli psikolojik zemini hazırlıyordu…

Nitekim 26 Eylül 1999’da Ankara Ulucanlar Hapishanesi’ne saldırılıp da 10 politik tutsak öldürüldüğünde buna pek ilgi göstermeyeceklerdi… Oysa talep basitti, yatabilecek yatak… Koğuşlar kalabalıktı, idare isteğe yanıt vermeyince yan koğuşa yerleşmişlerdi. Politik tutsaklara yatacak yatak bulamayan devlet onları toprağın koynuna yatırmakta bir beis görmemişti…

Ulucanlarda ilk defa ateşli silah kullanılmıştı.Tarihi politik tutsakların ölümüne-öldürüldüğüne defalarca tanık olan hapishaneler için bir ‘yenilik’ ti bu, aynı zamanda bir ‘prova’ idi…

Hayata döndürülen 28 insan…

Susturulmuş muhalefet, yaprak kıpırdamayan demokratik kamuoyu Ulucanlar’da öldürülen insanlara karşı güçlü bir ses yükseltemedi… Ölüm BU Topraklar için bildik, tanıdıktı… Öldürülenler göz önünde olmayanlar olunca yok saymak da daha kolay olacaktı…

F Tipi Hapishaneler ilk gündeme getirildiğinde ‘lüks otel gibi’ diyerek tanıtıldı… Hem ‘modern’ Avrupa’dan ithaldi bunlar, yüksek güvenlikli hapishanelerdi. Tekrar boyalı basına iri puntolarla, tvlere ‘sansasyonel’ haberlerle çıkmaya başladı hapishaneler. Bu oyunu önceden görmüş olanlar için her şey fazlasıyla tanıdıktı. Bir zamanların solcu Kara oğlanı, ak donlu güvercine kefen biçen Ecevit’ti bu kez ‘F Tipi hapishaneleri yaşama geçirmeden IMF kararlarını uygulayamayız’ diyerek açıklama yapacak kadar pervasızdı.

Hücre Tipi hapishanelere, tecrit ve tredmana boyun eğmek istemeyen politik tutsakların cevabı ölüm orucunu başlatmak oldu… Adalet Bakanlığı ile görüşmeler sürerken, bakan ‘F Tipi hapishanelerin açılması ertelendi’ diyordu… Aradan birkaç gün geçmemişti 19 Aralık 2000 gecesi sabah olmadan ülkenin pek çok hapishanesine aynı anda binlerce asker, polis, komando, özel harekât timleri, dozerler, iş makineleri eşliğinde ‘hayata döndürme’ işine girişiyordu…

Yazıyı uzun tutmamak, anlatılacakların çokluğu ve yoğunluğu kısa kısa hepsine değinme ihtiyacını doğuruyor bende. Bu da kestirme bir anlatımı getiriyor beraberinde. Oysa bazı yaşanılanlar var ki bunlar dile dökmek çok zor ve kelimelerin gücü de oldukça cılız. 19 Aralık Katliamını farklı hapishanelerde yaşayan insanlardan her dinlediğimde söylenecek söz kalmadığını hissediyorum… Aynı koğuşta kaldığınız arkadaşınızın sıkışıp kaldığı yerde yandığını bilmek, sesini duymak ama bişey yapamamak nasıl anlatılabilir ki? Saldırıyı duyunca hapishane önlerine koşan, yaklaşmalarına izin verilmeyen, günlerce hiçbir haber alamayan ailelerin hissettiklerini hangi sözcük karşılayabilir?…

19 Aralığı anlatmaya kalkmak istemiyorum bu yazıda, bunu başaramayacağım çok açık. Belki yıllar sonra açığa çıkarılabilecek hangi kimyasal gazların kullanıldığı, niçin tutsaklara direkt ateş açıldığı… Düşüncem odur ki, insanların ‘hayata döndürüldüğü’ söylenerek yapılan ironik ve trajik bir tarih olarak kazınacak tarihe 19 Aralık…

Ve hücreler…

19 Aralık olmadan önce politik tutsakların bir kısmı ölüm orucuna girmişti, 19 Aralıktan sonra tümü bu eyleme katıldı…Etki gücü ya da doğruluğu farklı farklı değerlendirmelere tabi olsa da, 122 insan hücre tipi hapishanelere karşı çıkarken hayatını kaybetti..

İlginç bir nokta da ilk koyulanların dışarıda F Tipleri karşıtı eylemlere katılanlar olmasıydı…Her ne kadar organize suçlardan yatanlar, adli suçlular da kalsa da F tipi hapishanelerin sisteme karşı duran güçlere karşı bir yıldırma aracı olacağı rahatlıkla öngörülebiliyordu…

‘Anne bana kitap gönder ki, koridora çıkabileyim…’

F Tipi hapishaneler, tecrit ve tredman üzerine binlerce sayfa yazılabilir kuşkusuz…Ben yaşananların aktarımının bile tecrit gerçeğini dile getirmede yeterli olabileceğini düşünüyorum. İzolasyona dayalı F Tiplerini anlatırken, tutsak yakınları ve tutsaklar olmak üzere ele alınabilir aslında. Tutsakların neler yaşadığını varolan kısıtlamalar nedeniyle bazen aylar sonrasında öğrendiğimiz oluyor, ailelerin yaşadıkları ise onların yanında dile getirilme gereği bile duyulmayan, demli bir sohbette sessizce dillendirilen boynu bükük gerçekler…

En öz ifadesiyle tecrit ‘ıslah etme’ anlayışına dayalı bazen kullandığınız keçeli kalem, bazen ters çevirip sehpa yaptığınız su petleri, içtiğiniz su, yediğiniz yemek hepsi bunun için bir araç haline dönüşebiliyor… Bu konuda hayli trajikomik örnekler de yaşanmıyor değil; örneğin domatesleri tuzlu suya bastırıp turşu yapmaya çalışmak ‘amaç dışı kullanım’a giriyor ve domateslere el konuluyor… Yine havalandırmaya düşen bir tohumu çay artıkları ve her gün topladığınız toprak taneleri arasında yetiştiriyorsunuz ve ertesi gün gelip onlarca haftalık emeğinize el koyuyorlar, nedeni burada en çok duyduğunuz kelime: yasak!

İçerideki sevdalınıza, çiçek kurutup kitap arasında kartın üzerine yapıştırarak mı gönderdiniz? Kart gidecek, ama çiçekler tutsak olacaktır bilin.

F Tipi hapishaneler, yönetimi idarenin inisiyatifine bıraktığından, uygulama her hapishanede farklılık gösteriyor aynı zamanda. Sincan’a alınan bir kitap, Tekirdağ’a alınmayabilir, bir F tipi hapishaneden çıkmasında sakınca görülmeyen mektubun diğer F tipine girmesi ‘sakıncalı’ bulunabilir. Türkçe dışında herhangi bir yayın ya da mektup mu gönderildi size, üzgünüz; güvenliğiniz için bunu alamazsınız.

Mektuplarınız da yine sansüre takılmayıp geçerse ‘kare karalamaca’ şeklinde sahibine ulaşabilir! Çıktığınız revir doktoru tüm sorunlarınızın ‘psikolojik’ olduğuna hükmeder, ağrı kesiciyi basar gönderir. Mahkemeye gidiş geliş de saldırıya mı uğradınız, tartaklandınız, rapor almak istersiniz kanıtlamak için altı ay sonra sizi Adli tıbba götürürler…Geçtiğimiz yıl Tekirdağ’da hayatını kaybeden Salih Sevinel örneği çok tazedir, kalp krizi geçirmiş zamanında müdehale edilmemişti.Ancak Adalet Bakanlığı Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde kalan mesane kanseri Erol Zavar’ın mahpushanede kırkıncı ameliyatını geçirmesinin fevkalade sağlıklı olduğunu düşünmektedir.

F tiplerinde ‘disiplin cezası’ adı verilen cezalar demoklesin kılıcı gibi tepenizde canlanır. Liselerdeki disiplin kuruluna benzeyen bir kurul burada da kimleri cezalandıracağına karar verir.Yan hücrede arkadaşını dövdüler, kapıya mı vurdun? Üç ay görüş yasağı. Hapishane müdürüden ’Adamın gözleri ölü balık gözü gibi bakıyor’ diyerek mi bahsettin, personele hakaret 3 ay mektup yasağı. Gardiyanlar havalandırmaya girdi, hiçbişey söylemeden boş ped su şişelerini mi topluyor, soru mu sordun? İşini engelledin,10 gün hücre cezası. En son Tekirdağ’da olduğu gibi 31 Aralık akşamı, yılbaşını hücre cezasını çekerek karşılayabilirsiniz. Aynı cezayı idarenin birgün sonra işleme koymamasının nedeni size burada bir ‘nesne’ olduğunuzu onlara ‘tabi’ olduğunu hatırlatmaktır. Aynı şey, hücre değiştirmek isteyenler için de geçerlidir; siz dilekçenizi yazıp arkadaşınızı istediniz; sizin hücrenize zorla, ona ve size sormadan başka bir tutsağı getirirler; mesaj yine bellidir ‘kuralları siz değil, onlar belirler’…Sonra Tekirdağ 1 No’lu F Tipinde olduğu gibi 16 aylık aralıksız uygulanan görüş yasakları oluşur. Sonra içeriden mektup gelir anneye: ‘Anne bana kitap gönder kargoyla. Kargoları bizim yanımızda açmak zorundalar. Böylece üç koridor dolaşır, hücreden çıkmış olur ve biraz hava alırım…’ 16 yaşında tutuklanmış, 24. yaşını yaşayan biridir bu satırların sahibi. Yeğeniniz doğar, emekler ve yürür siz bunları ancak fotoğraflarda görürsünüz… Yârinizin saçının teline dokunmaksa sürekli devam eden açık görüş yasakları yüzünden imkânsızdır. Ancak yüzüne düşen perçemi camın arkasından düzeltmek istersiniz, eliniz ulaşmaz… Tutsakların birbiriyle konuşması ‘güvenliğe’ zararlıdır, yanınızdan geçene ‘merhaba’ mı dediniz, 14 günlük nur topu gibi bir işkence raporunuz olmasını sağlamışsınızdır…

F Tipi hapishanelerdeki hak ihlallerinin örnekleri saymazla bitemez, çünkü bu hapishaneler insan iradesini ve kimliğini tanımayarak, tecritle bunu paramparça etmek ister. Bir de içeride kapatılanlara paralel dışarıda türlü sorunlarla boğuşan tutsak yakınları vardır… Onlar her buldukları fırsatta çocuklarının acılarını dile getirmekten kendilerininkine fırsat kalmaz. Erkekler daha ketumdur, konuşmazlar pek çocukları hakkında. Anneler için ise bir aşk gibidir çocukları. Oğlunu uzun süredir görmeyen bir anneyle gitmiştim hapishaneye geçenlerde. Tekirdağ’a girince ‘yavrumun kokusu geliyor bana…’diyordu ve görmüyordu o an yanındakileri… Erkekler ketumdur dedim ama aklıma kızı hapishanede olan bir babanın konuşurken nasıl ağladığı geldi, bazıları değildir… Çoğu yoksul ailelerdir, bazıları görüşe bazıları mahkemeye gelecek paradan yoksundur. Çoğunlukla erkekler çalıştığından, kadınlar daha fazla durum üzerine yoğunlaşır ve psikolojilerini bozarlar, anaların çıkınında her zaman hazır iki gözyaşı damlası vardır, biri çocukları biri kendileri için…

Bu yazının şöyle de bir amacı var aynı zamanda, tecrit altında sesleri, bugünleri ve yarınları sessizlikle boğulmaya çalışanlara, varlığı yok sayılanlara ‘Hayır, sen varsın, ben de varım’ minvalinden bir cümle yazıp gönderebilmenizi sağlayabilmek… Kim bilir belki, okuduğunuz kitap ya da dergilerden de gönderir, daha fazla sayıda insanın daha çok hücre dışına çıkmasını sağlayabilirsiniz, 5 dakikalığına olsa da… Sanırım sessizlikte ses olabilmek harika olur, tüm baskıya ve yıldırmaya rağmen karşı koymanın dayanılmaz bir cazibesi var zira…

Deniz Tepeli

Sincan L Tipi Kadın Hapishanesi Sincan – Ankara

Sinan Gülüm

1 No’lu F Tipi Hapishane Tekirdağ

Afyon Korkmaz (Kendisi hasta bir kadın tutsak)

Bergama M Tipi Hapishane Bergama İzmir

Emriye Demirkır

Sokak