Gıda Tartışmaları (1): Sosyal Ekolojik Gıda

19 Mayıs 2021
11 dakika okuma

Sisteme karşı geliştirilen her refleksin, en küçük bir özgürleşme çabasının bile devrimci özünün boşaltılarak sistemin hava yastığı haline getirildiği; STK’lar, imza kampanyaları, devlet ve şirket anlaşmalarını kurtarıcı olarak gören liberal yeşil hareketlerde olduğu gibi, ilaçtan-gübreden arındırılmış ancak kapitalizmin sömürüsünden arındırılamamış organik endüstrisinin birbiriyle örtüştüğü bir gerçeklik içerisindeydi.

Gıda ve gıdanın temini canlıların ve özellikle insanların var oldukları günden bu yana en önemli uğraşlarından biri olmuş; uğruna savaşlar, yıkımlar, göçler gerçekleşmiştir. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar süren Gıda İsyanları’nı hepimiz biliriz tarih derslerinden. İhtiyaç duydukları gıdadan yoksun bırakılanlar üç yüzyıl boyunca farklı coğrafyalarda çok temel bir şey için, doyabilmek için isyan etmişlerdir.

Ancak gıda tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar karmaşık bir mesele haline gelmemiştir. Yaygın söylemin aksine; bugün ekmek aslanın ağzında değildir. Kapitalizm ve devletlerin midesindedir. Hal böyleyken “Nasıl bir gıda?” sorusu bugün oldukça önemli bir yerde durmaktadır.

Gündem: Son Gıda Krizi

“Nasıl bir gıda?” sorusuna yanıt aramadan önce, son gıda krizinin koşullarına değinelim. 2007-2008 yıllarında nüfusu 6 milyarı aşan yeryüzünde, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı istatistiklerine göre 854 milyon insan açlıkla boğuşmakta, dört saniyede bir insan ise açlık nedeniyle yaşamını yitirmektedir. Kapitalizmin “krizi” birçok alanın yanı sıra gıda alanında da krize sebep olmuştu; farklı coğrafyalarda otuzdan fazla gıda isyanı çıktı. (Mozambik, Mısır, Endonezya ve daha niceleri…) Temel gıda fiyatlarına yapılan zamlar isyanların en önemli nedeniydi.

Sokağa çıkanların amacı 16. yüzyıldakilerden farksızdı: Aç kalmak istemiyorlardı. Sadece geçtiğimiz yüzyılda bile dünyadaki yıllık gıda üretimi en az üç kat artmışken hala milyonlarca insan açtı. Aslında kendisi kriz olan, devletlerle birlikte bütün krizlerin kaynağı olan kapitalizmin gıda krizi bugün de güncelliğini koruyor.

Gıda sadece ekoloji mücadelesi verenlerin değil, kapitalizmin ve devletlerin de gündemindedir. BM 2014’ü Uluslararası Aile Çiftçiliği Yılı, 2015’i Uluslararası Toprak Yılı, 2016’yı ise Uluslararası Bakliyat Yılı ilan etti örneğin. Avrupa Birliği (AB), BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve BM Dünya Gıda Programı (WFP) tarafından 2 Nisan’da Brüksel’de düzenlenen toplantıda açıklanan rapora göre, “ik-lim değişikliği, çatışma ve ekonomik istikrarsızlık” nedeniyle 2018’de 53 ülkede yaklaşık 113 milyon kişi açlıkla boğuşmuştu.

Yaşadığımız coğrafyada da yıllardır “teğet geçti, bizi vurmadı” diyenlerin dahi geçtiğimiz bir yıl içerisinde varlığını kabul ettiği ekonomik krizle beraber gıda, bütün ana haber bültenlerinin en uzun süre zaman ayrılan konularından biri haline geldi. Zamlar, yoksulluk sebebiyle gıdaya erişememe, tanzim satış noktaları, tanzime övgüler eleştiriler yoksulundan zenginine, yaşlısından gencine bütün toplumun gündelik sohbetlerini dahi şekillendirdi.

Gıda meselesinde sorun sadece ekonomiyle alakalı olmadığı için -yaşadığımız coğrafyada ve tüm dünyada- tartışmalar sadece ekonomi ekseninde değildi: “Diyelim ki aç kalmadık, bir şekilde gıdaya ulaştık. Peki nasıl bir gıdaya?”

Doğal, Sağlıklı, Güvenli, Temiz, Organik, Adil? Gıda

Kanserojen, GDO ve antioksidan kavramları havada uçuşuyor. Özgür gezen tavuklar derdimize derman olamazken, full organik domatesler el ya-kıyor. Bir uzman diğerini yalanlıyor. Çayı şekersiz içiyor, ekmeği esmer olandan yiyoruz. Köyden tereyağ getirip, organik pazarlarda takılıyoruz. Ama olmuyor, yine de olmuyor. Nihayetinde herkes birbirine soran gözlerle bakıyor: “Ne yiyeceğiz?” (Meydan Gazetesi sayı 36 – “Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; Ne Yiyeceğim? Kafam Karıştı!” – Özgür Erdoğan)

Yapılan tartışmalarda açlık kadar yer tutan bir başka konu da doğal, sağlıklı, güvenli, temiz, organik, adil gıda. “Şunu ye, bunu yeme” konseptli haberlere sıkça rastlıyoruz. Gıda reklamlarında “yerel tohumdan üretilmiştir, doğaldır, temizdir, sağlığınız için bunu için…” ibarelerine, marketlerdeki “organik gıda” reyonlarından alışveriş yapmamızı salık veren açıklamalara…

“Yeşil devrim” denilen, yeryüzündeki açlığa çare olarak sunulan endüstriyel tarım kısa vadede gıda üretiminde ciddi bir artış sağlamışken, uzun vadede toprağın altındaki ve üstündeki her varlığın kirlenmesine ve yoksullaşmasına neden olmuştur. Formülü, gıdanın metalaşarak “ürün”e dönüştü-rülmesi; büyük ölçekli tarım alanları uğruna ormanların talan edilmesi; kimyasal böcek ilaçları ve kimyasal gübrelerle toprağın altının, üstünün ve gıdanın kirletilmesi; biyolojik çeşitliliğin hiçe sayılarak tep tip “ürün” yetiştirilmesi; yerel tohum yerine şirketlerin GDO tohumlarıyla daha fazla “ürün” elde edilmesinden oluşur. Tarımla uğraşan insanların uzun yıllar içinde biriktirdikleri -coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre değişiklik gösteren- adetler, bilgelikler, alışkanlıkları ile yaptıkları geleneksel tarımın tamamen ortadan kaldırılmasına dayanır. Sistem için kâr, kâr, daha fazla kâr anlamına gelir. Bizimse bugün “Nasıl bir gıda?” sorusuna yoğunlaşmamızın temel sebeplerinden biridir.

Özellikle son yıllarda, ekoloji mücadelesi veren herkesin cevap aradığı bir sorudur bu. Çünkü piyasada “gıda” denilerek bize sunulan şeylerin sağlığımıza zararlı olduğu, bu gıda denilen şeyle-rin üretim süreçlerinin sömürüyle dolu olduğu, bu üretim süreçlerinin doğada geri dönülemez tahribatlara sebep olduğu, dağıtım süreçlerinin ranta, tüketim süreçlerinin adaletsizliklere dayalı olduğu, üretiminden tüketimine kadar her evrenin rant kapısına dönüştürüldüğü apaçık ortada.

Ortada olan bir şey daha var; bu durumun değiştirilmesi gerektiği! Bu meseleye dair yapılan çalışmalar, paneller, toplantılar, bu yıl içinde Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen -bizim de Patika Ekoloji Kolektifi olarak katıldığımız- Gıda Çalıştayı gibi etkinlikler de bunun çabalarındandır. Gıda toplulukları ve kolektifleri, tarım ve tüketim kooperatiflerinin sayılarının gözle görülür biçimde artması da rastlantı değil.

Aranan cevap yaşamsal önem taşıyor ve cevap aranırken sıkça karşılaşılan kavramları değerlendirmek bu noktada önemli gözüküyor.

Sıkça rastladığımız yerel tohum denilirken kastedilen, laboratuvarlarda üretilen değil toprakta yaşamını sürdüren ve çoğalan, aralarından en iyilerinin seçilerek üretimin sürdürüldüğü tohum-dur. İlaç ve kimyasal gübre kullanımına ihtiyaç duymaz; doğanın bütünüyle uyumludur.

Temiz gıdadan kastedilen, GDO’lu tohum değil yerel tohumun ekilmesiyle elde edilen gıdanın ilaçlanmamış, sebze meyve ve benzerlerinin (ömrünü uzatmak için) mumlanmamış, kuru bakliyat ve benzerlerinin (böceklenmesini ya da filizlenmesini engellemek için) ışınlanmamış; kısacası tohumundan soframıza kadar kimyasala hiçbir şekilde bulanmamış olmasıdır. Bu tip gıdaların “doğal”, “sağlıklı” ya da “güvenli” olarak nitelendirildiği de olur: Besin değerini kaybetmemiş; fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik açıdan bozulmamış gıdadır.

Organik gıda ise, bunların küresel birkaç şirket tarafından test edilip sertifikalandırıldıktan sonra yüksek fiyata satılanıdır. Organik gıda, gıda sorununu mu çözüyor yoksa merkezi üretime yeni endüstriyel çözümler mi sunuyor? Kapitalizm için verimli bir sektör olarak bir şeyleri yeşile mi boyuyor? İyi düşünmek gerekiyor.

Adil gıdadan kastedilense gıdanın üretiminde emeği olan üreticinin ve çalıştırdığı işçilerin emeklerinin karşılığını alabilmeleri, tüketicilerin o gıdayı satın alabilecek gücünün olması, üretici ile tüketici arasındaki aracıların ortadan kalkması.

Sayamadığımız birçok kavram daha var. Bu kavramların her biri “iyi niyetli” olsa dahi “Nasıl bir gıda?” sorusunun cevabı için yeterli olmadığı yönünde kaygılar taşıyoruz. Yerel tohumdan domates üretmek için devasa ormanların yok edilmesi ne kadar ekolojik? Milyonlarca insan açken tonlarcası çürüyecek olan elmaların ilaçsız üretilmesi ne kadar doğal? Ucuza çalıştırılan ve sömürülen göçmen tarım işçilerinin kimyasal gübre kullanmadan ürettiği bulgur ne kadar temiz? Nohutları üreten tarım işçilerine eşit ücret veren “küçük üretici” büyük patron olmaya çalışan “küçük patron” değil mi ve bu durum ne kadar adil? O değil de tavuklar gezince sömürü ortadan kalkıyor mu gerçekten?

Sosyal Ekolojik Gıda

Toplumsal/sosyal ekoloji düşüncesinin kurucusu, yazar Murray Bookchin 1995 yılında ekoloji hareketiyle bütünleştirilmeye çalışılan mistik, dinsel, ben-merkezli, insan düşmanı akımlarla tartışmaya ve devrimci bir ekoloji etiği geliştirmeye başladığı yıllarda, belki de bugün gıda üzerine düşündüğümüzde karşılaştığımıza benzer bir durumla karşı karşıyaydı.

Ekoloji hareketi içerisinde, geçmişi tekrar yaşamak isteyen ve çözümün ancak bireyin kendini toplumdan uzaklaştırmasıyla gerçekleşebileceğini savunan yaklaşımlarda olduğu gibi tıpkı gıdanın yalnızca niteliğine odaklanan, insan faktörünün bütün olumsuzluğuyla doğa dışı bir varlığa indirgendiği, “insan müdahalesinin” en aza indirgenmeye çalışıldığı temiz gıda da ekoloji hareketinin ve bu hareketin araçlarının sosyal niteliğinden koparılmaya çalışıldığı bir bakış açısını simgeliyor.

Sisteme karşı geliştirilen her refleksin, en küçük bir özgürleşme çabasının bile devrimci özünün boşaltılarak sistemin hava yastığı haline getirildiği; STK’lar, imza kampanyaları, devlet ve şirket anlaşmalarını kurtarıcı olarak gören liberal yeşil hareketlerde olduğu gibi, ilaçtan gübreden arındırılmış ancak kapitalizmin sömürüsünden arındırılamamış organik endüstrisinin birbiriyle örtüştüğü bir gerçeklik içerisindeydi.

İnsanın doğayla bitmeyen bir savaş içerisinde olduğu, bu savaşı kazandığı ölçüde mutluluğa ulaşacağı fikrine saplanıp kalmış sosyalizm düşüncesine benzetebileceğimiz bir akım var bugün. Bütün çelişkilerin sınıfsal çelişkiye indirgendiği; sosyal dönüşümün, gıdanın kendisini tartışmamızı görmezden gelme aracı olarak kullanılmasıyla ekolojik etiğin görmezden gelindiği adil gıdaya benzer bir hattan da tartışmalar yürütülüyor.

Bütün bunlara cevap olarak Bookchin, ekolojik uyumun sağlanabilmesi için yegane yolun nereden geçtiğini şu şekilde açıklıyordu: “Çok uzak bir ideal olmayan Anarşist toplum, ekolojik ilkelerin hayata geçebilmesi için ön koşuldur.”

Gıdaya kapitalizm ve devletler eliyle yapılan saldırı oldukça bütünlüklü. Tohumundan toprağına ve suyuna; üretiminden tüketimine ve dağıtımına kadar canlı-cansız tüm varlıklara yönelik sömürü her alanda. Bu koşullarda, gıdamız için kullana-cağımız kavramın da verdiğimiz mücadelenin de bütünlüklü olması gerektiğini düşünüyoruz.

Bir önceki başlıktaki kavramların her birinde sömürünün sadece tek bir biçimi göz önünde bulunduruluyor. Bu nedenle, gıda konusu tartışılırken kapitalizmin ve devletlerin sömürüsünün her biçiminden uzak yeni bir gıda tanımına ihtiyaç duyuyoruz. Bookchin’in de yerinde bir şekilde belirlediği, ne yalnızca içeriğinin temizlenmesiyle ne şirketlerden arındırılmasıyla ne de üretim sürecinin dönüştürülmesiyle yetinilen; devletin ve kapitalizmin sömürüsünden tamamen arındırılmış gıda için “Sosyal Ekolojik Gıda” kavramsallaştırması yerinde olur diyebilir miyiz?

Mercan Doğan – Patika Dergisi 3. Sayı