Sınırı Aşan OHAL: Suriye- Emrah Tekin

TSK bünyesindeki 143’ü general, 8651 askerin, 35 uçak, 37 helikopter ve 246 tankla katıldığı 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden yaklaşık 40 gün geçtikten sonra başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu, TC devletinin Suriye Savaşı’na dair politika değişikliğine gittiğinin temel bir göstergesiydi. Bu değişiklik, yukarıda rakamları verilen ve bir ordu bünyesinde, güç dengesi değişimine neden olabilecek ciddi bir kayba denk düşen asker ve ekipman sayısına rağmen TSK’nin, sınırları ötesinde “bayrak gösterme” kudretinin canlı olduğu algısını yerleştirmeye çalışan bir sembolizmin ötesinde anlamlar içeriyordu. Bu anlamda, TC’nin Suriye Savaşı’nda ve hatta Irak-Suriye ekseninde, Kürtlerin kazanımlarının önüne set çekme dışında bir politikasının olmadığı şeklindeydi. Savaşın başında, emperyal güç olma hevesiyle belirlediği rejim değişikliği politikasını, -biraz da zoraki biçimde- Kürtlerin statüsel anlamda kazanımlarının olduğu çeşitli kırılma dönemleri sonrası terk eden TC, girişte bahsedilen “kudretine” atfen, sınırları içinde ilan ettiği OHAL ile birlikte, Kürtlere karşı savaşmaya can atan bir bölgesel güç olarak belirginleşmeye başladı. Yaklaşık bir yıldır süren OHAL’in “sınır ötesi etkisi” olarak yorumlanabilecek bu yeni ve saldırgan konjonktür, Fırat Kalkanı ile başlarken, içinden geçtiğimiz süreçte İdlip – Afrin hattında, yeni nüfuz alanları elde etmeye yönelik operasyon projeleriyle gündemde canlılığını koruyor.

Özür Sonrası Bahşedilen Kalkan

24 Kasım 2015’te düşürülen Rus uçağı sonrası Rusya ile gerilen ilişkiler, 15 Temmuz’dan kısa bir süre önce, diplomatik yollarla dilenen özür sonrası düzelme yoluna girmişti. Bu görece düzelmenin ilk karşılığı ise 24 Ağustos’ta başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu oldu. IŞİD’in kontrolündeki Cerablus’tan başlayan işgal operasyonu, bu bölgeye yaklaşmakta olan SDG/YPG güçlerinden önce burayı kontrol altına almayı amaçlarken; TC’nin, Kürt karşıtlığı eksenine oturttuğu yeni politikasının sahadaki ilk pratiği olarak belirginleşti.

IŞİD’in savaşmadan terk ettiği Cerablus’a girdikten sonra, yönünü Menbiç’e çeviren TC’nin bu girişimi, 20 Ağustos’taki Antep Katliamı’nı neden göstererek başlattığı Fırat Kalkanı’nda asıl amacın IŞİD olmadığının itirafı niteliğindeydi. Zira Menbiç, kısa süre önce SDG/YPG tarafından özgürleştirilmişti.

TC’nin, sahadaki vekilleri ÖSO çeteleriyle birlikte yürüttüğü Fırat Kalkanı Operasyonu’nun, Menbiç’te SDG/YPG’ye yönelik bir dizi provokasyonu, hem yerel öz savunma güçlerinin direnişiyle hem de, operasyon için TC’ye küresel devletlerce “çizilen sınırlar” çerçevesinde boşa çıktı. Söz konusu sınırlar ise TC’ye, IŞİD’e karşı “göstereceği performans” çerçevesinde çizildi.

Sahada oyun kurabilen değil ama, oyun bozmaya çalışan bir bölgesel güç olarak TC’nin, Fırat Kalkanı adı altındaki işgal harekatının, “sınır ötesi OHAL” uygulamalarını ise, bu işgal ile askeri nüfuzu altına aldığı 1900 km’lik Cerablus – Azez cebinde hayata geçirdi. Askeri nüfuzunu, “şimdilik” kalıcılaştırdığı üslerle, gerektiğinde yeni nüfuz alanları için garanti altına aldı. İşgalin siyasi ve sosyal yanında ise Bakur’daki koruculuk uygulamasının bir benzeri kendi eğittiği yerel polis güçleri ve okullarda verilen eğitim müfredatı gibi kolonyalvari uygulamalar yer aldı.

Savaşta Bir Serseri Mayın: Fırat Kalkanı

ABD ve Rusya başta olmak üzere, IŞİD’e karşı mücadeleyi merkezine alan uluslararası kamuoyu nezdinde “rüştünü ispatlama” yolunda, karnesi kırıklarla dolu olan TC için El-Bab’a yönelik operasyon, bir fırsata dönüştürülebilirdi. Bu amaçla, Menbiç’te yolu kapanan Fırat Kalkanı, yönünü bu kez -operasyonun varlık nedenine dair yapılan telkinler sonucu zorunlu olarak- batıya, El-Bab’a çevirdi. Ancak, IŞİD de dahil olmak üzere cihatçı çetelerle, savaşın belli dönemlerinde ilişkileri ayyuka çıkan TC için bu fırsatın ne derece kullanılabildiği tartışma götürür durumda.

Birincisi, TC’nin terörizm tanımına getirdiği ve IŞİD’i tek başına bir terör öznesi olarak anmaktan imtina eden tutumu çerçevesinde kullandığı “kokteyl terör” tanımıyla ilgili bir durum. Buna göre IŞİD’i gösterip Rojava’ya vurmak isteyen TC, “Fırat’ın batısı kırmızı çizgimizdir” söylemiyle, fiilen sahada IŞİD’e kalkan olma pratiğini sergileme eğilimi taşıyor ve fırsat buldukça da bunu hayata geçirmeye çalışıyor.

İkinci olarak ise, El-Bab’da IŞİD karşısında uğranılan yenilgi TSK-ÖSO’nun IŞİD’e karşı mücadelede yeterliliğini sorgulatır hale geldi. En nihayetinde, Halep’in bir ilçesi olan El-Bab’daki yenilgi tablosu, IŞİD’i Rakka, Musul gibi kentlerden atmak için verilecek şehir savaşlarında, kara gücüne ihtiyacı olan ABD için güven telkin etmiyordu. Bu anlamda ABD’ye yönelik “Bizi neden Rakka Operasyonu’na almıyorsunuz?” serzenişlerinden önce, El-Bab’daki pratiğe ve IŞİD de dahil olmak üzere cihatçı çetelerle ideolojik ve söylemsel “hassasiyetlere” bakmak yeterli olacaktır. Bu yanıyla da, Fırat Kalkanı’nın, IŞİDleşme eğilimi barındıran cihatçı çetelerle, IŞİD’e karşı mücadele adı altında girdiği Suriye’de, önüne ilk çıkan Rojava kazanımına saldırmak ve eline fırsat geçtiğinde bu niyetini ortaya koymak dışında bir pratiği olmadı.

OHAL sonrası Suriye Savaşı’nda TC’nin, 15 Temmuz sonrası milliyetçilik-militarizm konsepti çerçevesinde, Fırat Kalkanı ya da şu sıralar İdlip – Afrin hattı üzerinden gündeme gelmesi beklenen Fırat’ın Kılıcı benzeri operasyonlarla, bölgesel ağırlığı olan güç izlenimini devam ettirmeye çalışması beklenebilir. Her ne kadar bu güç, iç politikada Neo-Osmanlıcı söylemlerle abartılsa da, yaşadığımız coğrafyada bir yıldır varlığını sürdüren OHAL’in sınır ötesi etkisinin de bir sınırı olacaktır. Bu sınır da, söz konusu abartılı gücün, dış politikadaki gerçek ağırlığıyla paralel biçimde, ABD, Rusya gibi devletler ve sahadaki müttefiklerinin nüfuz alanlarına gerçekleşebilecek olası bir saldırısında, ama daha önemlisi TC’nin sınır ötesi OHAL ve işgaline karşı, yaşamlarını savunacaklarını ilan ederek sokağa çıkan on binlerce Afrinlinin direnişiyle yeniden tanımlanacaktır.

 

Emrah Tekin

 

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.