Dersim, Hasankeyf, Sur… – Vahap Güler

Devletin, kendi egemenliğine tehdit olarak gördüğü halklara yönelik yürüttüğü operasyonlar ve katliamlar yalnızca askeri alanda ve yalnızca silahlar kullanarak olmuyor. Örneklerini özellikle Dersim, Hasankeyf ve Sur’da gördüğümüz gibi, devlet, inşa ettiği barajlar ve çıkardığı orman yangınları gibi ekolojik tahribatlarla da bu bölgeleri insansızlaştırma ve kendince sorundan kurtulma planlarından vazgeçmiyor. Ama devletin tüm bu yaptıkları yalnızca insanlar üzerinde değil, çimeninden ağacına, arısından ceylanına kadar, bütün bir doğa üzerinde geri dönüşü mümkün olmayacak yıkım ve felaketleri de beraberinde getiriyor. Bu örneklerin çoğalması, devletin, ekolojiyi de bir savaş aracına dönüştürmüş olduğunu göstermesi bakımından önemli.

Dersim

Osmanlı’dan günümüze devletin sayısız katliamlarına karşı “Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz” demiş Dersimliler. 1938’de de sefer olmuş, o zaman da uçaklardan bombalar yağdırmış, binlerce kişiyi katletmişti devlet ama yine de kazanamamıştı. Devlet bu kez de 1990’larda köyleri yakarak bölgeyi insansızlaştırmaya çalışmış ama bunu da tamamen başaramamıştı. Yakın dönemde ise Munzur üzerine kurmak istediği barajlarla Dersim’i Dersim olmaktan çıkarmaya gayret ediyor.

Ama devletin saldırıları bununla da kalmıyor. Son aylarda neredeyse her ovasında, her vadisinde yangınlar çıkartılıyor Dersim’in. Bu bölgelerin askeri operasyon yapılan bölgeler olması hiç de tesadüf değil. Üstelik ilin valisi, kendisine sorulduğunda “öyle büyütülecek bir şey yok, yalnızca kuru otlar yanıyor, çatışmalar bitince söndürme çalışmalarına başlayacağız” diyerek yangınların özellikle çıkarıldığını gizlemiyor bile. Eskiden duymaya alışık olduğumuz “örgüt yaktı” gibi bir ifade kullanılmıyor bile. Bu, aslında yangının karakolların “güvenlikleri için” çıkarıldığının itirafı. Ama kimi kime şikayet edeceksin? OHAL ile birlikte belediyelere atanan kayyumların itfaiyeyi görevlendirmemesi bir yana halkın kendi imkanları ile söndürmesine de izin verilmiyor.

Dersim yanıyor, Dersim’in Merkez ilçesiyle beraber Xozat (Hozat), Qisle (Nazımiye), Pulur (Ovacık), Pilemûrîye (Pülümür) ilçeleri ile Çewlig’in (Bingöl) Xorxol (Yayladere), Gêğî (Kiğı) ve Xarpêt’in (Elazığ) Depe (Karakoçan) ilçeleri yanıyor. Bütün bir bitki örtüsü bu yangından tamamen etkilendi. Bir çok canlı varlık yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Toprak yeniden kullanılamaz halde. Sağ kalmayı başarabilen hayvanlar için yaşam bu bölgede neredeyse olanaksız. Yalnızca ekolojik bir yıkım söz konusu değil. Bu yangınla Dersimlilerin yaşam alanları, kültürel mekanları da alevlere karışıyor. Bu kez devlet hem insansızlaştırma hem de toplumsal belleği silme gayretinde.

Hasankeyf

20, bilemedin 30 yıllık enerji uğruna 12 bin yıllık yerleşim yeri Hasankeyf sular altında kalacak. Ilısu Barajı için su tutulmaya başlandı bile. Şimdi mağaralar betonla dolduruluyor, kayalar “tehlike arz ettiği” bahanesiyle dinamitle patlatılıyor. Oysa mağaralar yumuşak bir dokuya sahip olduğundan suyun sızması bu dökülen betonla engellenmesi mümkün değil. Amaç bu mağaraları tamamen kullanılamaz hale getirmek. Daha önce baraj inşaatı için dinamitlerle havaya uçurulan Darphane Kalesi’nin kalan parçaları da iş makineleriyle ortadan kaldırılıyor. Zaten hafriyat kamyonlarının geçişi için Dicle üzerine inşa edilen köprü yüzünden suyun akışı değişmiş, binlerce balık kıyıya vurmuştu. Bakan Veysel Eroğlu’nun haziran ayındaki ziyaretinden sonra hız verilen dinamitlemelerle ve barajın tamamen suyla dolmasıyla, 5 binden fazla mağara, 250’ye yakın höyük, 199 yerleşim yeri sular altında kalacak. Çok sayıda kültürel varlıkla beraber Dicle Vadisi’nin ekosistemi de tahrip edileceğinden hali hazırda bölgede yaşamlarını sürdüren canlılar da tamamen ortadan kaybolacak. Üstelik bu yıkımın etkileri yalnızca 331 km karelik baraj bölgesinde değil Dicle boyunca güneye indikçe de görülmeye devam edecek. Hasankeyf’in bütünüyle sular altında kalmasıyla 10 binden fazla insan da göç etmek zorunda kalacak.

Kalkınma ve enerji diye başlayan bu baraj macerasının ekonomik olarak çok bir şey kazandırmayacağı ortada iken bunu yapmaktaki ısrar, baraj bahanesiyle bölgedeki nüfus dağılımını değiştirmek. Ama barajda su tutulmaya başlamasıyla daha şimdiden ısı ve nem oranlarındaki değişiklik, zaten ekilmeye elverişli olmayan toprakların çölleşmesi tehlikesini de beraberinde getiriyor.

Sur

Amed deyince Sur, Sur deyince dar sokaklar, küçeler akla gelirdi iki yıl öncesine kadar. Şimdi bu sokakların bulunduğu mahalleler polis ablukası altında ve giriş çıkışa izin verilmiyor. Tahir Elçi’nin 4 ayaklı minare önünde 28 Kasım 2015 günü vurulmasının ardından başlatılan sokağa çıkma yasakları bugün hala pek çok yerde devam ediyor. Tahir Elçi, “operasyonlar durdurulsun, bu tarihi simge zarar görmesin” diye yapmıştı eylemini, ama bugün neredeyse eski Sur’dan hiç eser kalmamış durumda. 98 gün süren çatışmaların ardından polis ve jandarma ilçeden çekilmediği gibi daha da yerleşti. Üstelik devlet, direnişle karşılaştığı için giremediği Sur için “acele kamulaştırma” kararı çıkardı ve daha şimdiden 6 bin 300 parsel zorla kamulaştırıldı bile. Özellikle Alipaşa ve Lale Bey mahallelerinde “kentsel dönüşüm” adı altında yıkım sürüyor. Ama Sur halkı ne pahasına olursa olsun evlerinden çıkmamaya kararlı.

Sur’un dar sokaklarında ilerlerken eskiden karşımıza çıkan avlulu evler, kiliseler, hanlar, hamamlar artık yerle bir olmuş durumda. Pek çok camiinin de hasarlandığını, operasyonlar sürerken özel harekatçılarca taranıp “örgüt”e yıkıldığını biliyoruz.

Evlerini terk etmemekte ısrar eden halka devletin baskısı daha da ağırlaşıyor. Evlere elektrik verilmiyor, caddeden boşa akan su eve sokulmuyor. Bazen de evin içinde yaşayanlar varken yıkıma geliniyor. Yıkıntılar altında kalan fotoğrafların alınmasına bile izin verilmiyor. Unutulsun isteniyor, hatırlanmasın! Asıl yıkılmak istenen de bu.

Üstelik tüm bunlar, Sur, dünya mirası listesinde iken yapıldı. Yani korunması dünyanın ortak kültür değerleri adına da zorunluluk olan bu yerleşim gün be gün katlediliyor. Nice devletlerin nice zorba hükümdarlarına dayanan Sur, şimdi rantsal dönüşüm projeleriyle ortadan kaldırılmak isteniyor. Toledo olacağı söylenmişti Sur’un. Oysa şimdi yıkıntılara baktığımızda akla Toledo’dan çok IŞID’in havaya uçurduğu Palmira geliyor.

Devletin, kendi egemenliğine tehdit olarak gördüğü halklara yönelik yürüttüğü operasyonlar ve katliamlar yalnızca askeri alanda ve yalnızca silahlar kullanarak olmuyor. Örneklerini özellikle Dersim, Hasankeyf ve Sur’da gördüğümüz gibi, devlet, inşa ettiği barajlar ve çıkardığı orman yangınları gibi ekolojik tahribatlarla da bu bölgeleri insansızlaştırma ve kendince sorundan kurtulma planlarından vazgeçmiyor. Ama devletin tüm bu yaptıkları yalnızca insanlar üzerinde değil, çimeninden ağacına, arısından ceylanına kadar, bütün bir doğa üzerinde geri dönüşü mümkün olmayacak yıkım ve felaketleri de beraberinde getiriyor. Bu örneklerin çoğalması, devletin, ekolojiyi de bir savaş aracına dönüştürmüş olduğunu göstermesi bakımından önemli.

Vahap Güler

[email protected]

 Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.