İdlib Devletlerin Koridor Stratejilerinde Neyi Değiştirecek? – Halil Çelik

İdlib Savaşın Son Sahnesi mi?

Suriye Savaşı’nda yedinci yılın içerisindeyiz. Rakka’nın IŞİD’den temizlenmesinin ardından savaşın biteceğine dair yorumlar yapılmaya başlandı. Ancak IŞİD ve benzeri cihatçı çetelerin kontrolünde bulunan bölgeler varlığını sürdürüyor. İdlib bu bölgelerin en önemlileri arasında. Rejim’in Deyr-ez Zor operasyonunun ardından buraya yöneleceği düşünülürken, geçtiğimiz ay yapılan Astana-6 görüşmelerinde Rusya, TC ve İran garantörlüğünde İdlib’te çatışmasızlık bölgesi oluşturulmaya karar verildi. Çatışmasızlık bölgesi ilan edildikten sonra tartışmalar yaratsa da TC, 7-8 Ekim’de İdlib’e asker konuşlandırmak üzere ilk keşif gücünü gönderdi. İdlip’te ise kontrolü elinde bulunduran HTŞ (Heyet Tahrir -eş Şam) gerilla savaşına hazırlanıyor. Artık Suriye Savaşı’nın son sahnelerinin yaşandığı herkes tarafından kabul görürken Astana görüşmelerinde İdlib’in “gerilimi azaltma bölgesi” adı verilen çatışmasızlık bölgesi olması kısa erimde bir İdlib savaşının olmayacağını gösteriyor. Öte yandan İdlib üzerinden kurulan dengelere bakılacak olursa da bu çatışmasızlığın uzun erimde kaçınılmaz bir savaşı önleyebileceği söylenemez.

Cihatçıların Son Kalesi

4-6 Haziran 2011’de İdlib’e bağlı Cisr-el Şuğur’da cihatçılar bir karakolu kuşatarak 123 polisi öldürmüş; uzuvlarını kestikleri cesetleri Asi Nehri’ne atmıştı. Bunu 9 Mayıs 1980’de Rejim’in Müslüman Kardeşler’in başlattığı bir isyanı bastırmak için yaptığı Cisr el Şuğur Katliamı’nın intikamı olarak yapmışlardı. Bundan sonra neredeyse hiç durulmayan İdlib, Mart 2015’te Rakka’nın ardından Suriye ordusunun kontrolünden çıkan ikinci şehir olmuştu. ÖSO, çok sayıda cihatçı-selefi çete ve Nusra Cephesi’nin (El Kaide) oluşturduğu Fetih Ordusu İdlib’i almış ve savaşın cephane, insan kaynağı ve lojistik desteğini sağladığı önemli bir güzergaha dönüştürmüştü. Bugün, Fırat Kalkanı’na ve Astana Görüşmelerine katılmayı reddeden grupların Nusra Cephesi ile beraber oluşturduğu HTŞ ile TC-Katar destekli Ahrar-uş Şam’ın kontrolünde bir yere dönüşmüş durumda. HTŞ ile Ahrar geçtiğimiz Temmuz ayında şiddetli çatışmalar yaşasa da şehrin kontrolü noktasında belli anlaşmalar yaptılar. Bu çatışmalar sonunda, şehrin genel olarak kontrolünün HTŞ’de olduğunu söylemek yanlış olmaz. Rakka’nın ardından cihatçıların işgal ettiği ikinci şehir olan İdlib bugün neredeyse son kale haline gelmiş durumda.

TC İdlib’e Nasıl Girdi Ne İstiyor?

İdlib’in çatışmasızlık bölgesi ilan edilmesinin ardından TC’nin ilk keşif gücü hakkında Tayyip Erdoğan yaptığı açıklama ile operasyonun hatlarını belirginleştirdi. Erdoğan, İdlib’in ilk aşamada TSK’nın değil Fırat Kalkanı Harekatı’na katılan örgütlerin yürüttüğü bir operasyon olduğunu belirtti. Feylak eş Şam ile CIA’in eğit donat ile beslediği ve TOW füzesi verdiği Nureddin Zengi Tugayı’ndan ibaret olan bu örgütlerin şehre girmesi HTŞ kanadından gerilim yarattı. HTŞ basın sözcülüğü yapan Muhammed Nazzal 13 Ekim’deki Telegram açıklamasında TC’nin İdlib’deki askeri varlığıyla bütün şehre yayılmasını “devrimin sonu” olarak gördüğünü belirtiyor. Açıklamada ayrıca TC’nin Astana kararlarını uygulamak için gelmesinin göstermelik olduğunu, HTŞ’nin TSK güçlerini istediği zaman çıkaracağı şartı ile girdiklerini söylüyor. Astana Görüşmeleri’nin garantörü bahanesine dayanan TC’nin İdlib’teki asıl amacının Efrin olduğuna da yer veren Nazzal, Efrin’deki “ateist gruplara” karşı üç yerde mevzi oluşturmak için TC’nin izin istediğini kendilerinin de bu izni verdiklerini söyledi. Böylece TC’nin cihatçı çeteler ile ne düzeyde ilişki kurduğu bir kez daha gün yüzüne çıkmış olurken Efrin’e saldırı planladığı da bir öngörü olmaktan çıktı. Suriye Savaşı’nda tüm siyasi stratejilerini Kürt halkının örgütlülüğünün karşısına koyan TC, Efrin’in karşısına da aynı stratejilerin bir gereği olarak çıkıyor. Bunu Tayyip Erdoğan’ın “Suriye sınırlarımız boyunca bir terör koridoru oluşturulmasına da asla izin vermeyeceğiz. İdlib operasyonunun ardından bu konuda yeni inisiyatifler alma imkânı da elde edeceğiz” açıklamasında da görebiliyoruz. Tayyip Erdoğan’ın tekrar gündeme getirdiği koridor, savaşın başından beri bir tartışma konusu. Çünkü koridorlar her ne kadar etnisite veya mezhep isimleri ile lanse edilse de enerji ile olan bağları çok belirgin bir yerde duruyor.

Savaşın Enerji Koridorlarında Neler Oluyor?

Suriye Savaşı’nın ekonomik boyutu 2009 yılında Katar’ın Şam yönetimine yaptığı bir teklife kadar uzanıyor. Katar, İran’a ait Güney Pars bölgesine komşu olan kendi Kuzey Kubbesi Bölgesi’nden başlayan bir doğal gaz boru hattı inşa etmeyi planlayarak bu hat ile Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Türkiye’ye kadar uzanarak AB’ye ulaşmayı hedefliyordu. Ancak Esad yönetimi rakip proje olan İran, Irak ve Suriye’den geçecek olan İslami Boru Hattı tasarısını onayladı. Anlaşma resmi olarak savaşın başladığı yıl olan 2011’de imzalandı. Enerji merkezli, devletler arası ekonomik müzakere süreci, bölgeden ve bölge dışından çok sayıda aktörün dahil olduğu bir savaşa evrildi. Bölgeye gözünü dikmiş ve hali hazırda pazar için kaynak olarak kullananlar ile bölgeyi bir pazara dönüştürmek isteyenler de çıkarları gereği, bu savaşa dahil olmakta sakınca görmedi.

Bir ekonomik incelemeden ziyade Suriye Savaşı’nın enerji koridorlarına dönecek olursak karşımıza dört ana hat çıkıyor. Bunlardan ilki şu sıra aktörlerinin değişmeye başladığı Kerkük-Yumurtalık Koridoru. Bu hat halihazırda işleyen bir koridor. Daha önce Kürt-Türk koridoru denen bu hat, Kerkük’ün Haşd-el Şaabi tarafından işgal edilmesiyle beraber Haşd-el Şaabi ve Şii Irak-TC koridoru haline geldi. Bu hatta, halen Güney Kürdistan petrolü taşınıyor. Güney Kürdistan’da 45 milyar varil petrol ve 200 milyar metreküp doğal gaz rezervinin olduğu belirtiliyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi geçtiğimiz yıl 2 milyon varil petrol üretmeyi hedeflediğini açıklamıştı. Küresel pazarlardaki karşılığı 75 milyar dolar anlamına gelen bu üretim için halihazırdaki Kerkük-Yumurtalık boru hattı elbette yetmiyor. Bunun alternatifi olarak Kerkük’ten çıkıp Rojava üzerinden Ceyhan’a ulaştırılacak ikinci bir hat gerekiyordu. Tayyip Erdoğan’ın dilinden düşürmediği Kürt Koridoru bu hattın önemli bir parçası olarak ikinci ana koridor olarak karşımıza çıkıyor. Bu koridor Güney Kürdistan petrolünün Rojava’dan Ceyhan’a, oradan Akdeniz’e taşınmasını sağlayabilme önemi taşıyor. Öte yandan daha önce Kerkük’ten Lübnan Trablusşam şehrine uzanan boru hattı, enerji havzalarını İran’ın devreye girmesiyle Lübnan’ın etkili siyasi aktörü Hizbullah üzerinden Akdeniz’e taşıyacağı Şii Hilali ise, bölgenin ve Suriye Savaşı’nın üçüncü koridoru durumunda. Bu iki koridor Suriye Savaşı ile beraber Irak denklemlerinden de etkileniyor. Diğer koridor ise Körfez ülkelerinin Katar’a cephe almasından tutalım da İsrail’in cihatçı çeteler ile ilişkisini belirleyecek etkide olan TAP (Trans Arabian Pipeline) denilen Sünni Haifa hattıdır.

Bu boru hatları ve koridorların Suriye Savaşı’nın ekonomik nedenselliklerinin incelemesinde önemli bir yeri var. TC’nin Kürt düşmanlığının da ekonomik arka planı da yine bu koridorların küresel pazarlardaki payında gizli. Suriye Savaşı yorumlanırken salt siyasi analizlerin yanında, savaşın nedenleri olarak bu siyasi sebeplerle iç içe geçmiş ekonomik sebepleri de Deyr -ez Zor’dan Rakka’ya oradan İdlib’e uzanan bu koridorların karanlığında görmekte fayda var.


Halil Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.