Çernobil’den Akkuyu’ya Nükleer’e Hayır – Ahmet Özgür Erdoğan

 

İşçiler muhtemelen yaklaşmakta olan 1 Mayıs’a hazırlanıyordu ve başlarına geleceklerden habersiz yine işlerinin başındaydı. Yaptıkları iş gereği, belki yavaş yavaş ölüme yaklaşıyorlardı ama ölüm onlar için aniden geldi.

Çernobil’deki işçilerden söz ediyorum. İki metrelik betonu bile delen ilk patlama sırasında yaşamını yitiren işçilerden.

Zamanının iki “süper gücü”nün arasındaki soğuk savaş, silahlanma ve uzay çalışmaları alanlarında sonu gelmez bir rekabete dönüşmüştü ve bu yarışta hataya yer yoktu. Her şey iyi gidiyordu(!) ya da öyle gösteriliyordu.

Eğer Çernobil Nükleer Santrali’nden sızan radyoaktif maddeler, Avrupa üzerinde bir bulut haline geldiğinde fark edilmeseydi, böyle bir “kaza”nın olduğunu bile duymayacaktık. İşçiler de “devletlerinin bekası için öldü” denilerek olay kapatılacaktı.

Gerçekten de SSCB, reaktörlerden birinde meydana gelen arızayı gizledi ve müdahale edilmesine olanak vermedi. Hoş, duyursaydı da radyoaktif sızıntıyı önlemenin çok bir gerçekliği yoktu. Aradan geçen onca yıla rağmen bugün bile radyoaktif yayılma devam ediyor ve 48 bin yıl daha böyle sürecek!

Yine de bölge boşaltılabilir, sonrasında kansere yakalanarak yaşamlarını yitiren binlerce kişi kurtarılabilirdi. Ama “süper güç” bunu yapmadı.

Aynı yıllarda, yaşadığımız topraklar üzerine de radyoaktif bulutların geldiği, yağmurlarla beraber bu maddeleri bıraktıkları bir dönem oldu. Ancak bu durum, dönemin Özal hükümetince hep inkar edildi. Fındığa, çaya ve daha pek çok ürüne bulaşan, oradan hayvanlara ve insanlara geçen radyasyon için önlem almak bir yana, eğlence malzemesi yapıldı.

Ancak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından 200 kat etkili olduğu belirtilen Çernobil’den yayılan radyasyon, Karadeniz kıyılarından itibaren yayıldığı her yerde kanser vakalarını ve kansere bağlı ölümleri arttırdı. Uzun yıllar boyunca yeni doğanlar mutasyona uğramış olarak doğdular. Kimi bölgelerde, bugün bile, ana sütünde radyoaktif maddelere rastlandığı bilgisi var.

Sovyet yetkililer radyasyonun zararsız olduğuna inandırmak için ne yaptılar, bilinmez. Ama buradakilerin işi çok kolay oldu; demli bir bardak çay içen bakan yetti de arttı.

Sonrasında “madem radyasyon zararsız, bu santralden biz de yapalım” lobisi başladı. Çok, daha çok enerjiye ihtiyacımız olduğu masalı, dışa bağımlılıktan kurtulmamız gerektiği sosuyla süslenince bir güzel yutuluverdi.

Şimdi, Çernobil’i kuran ve patlamasına seyirci kalan Rosatom şirketi ile Mersin Akkuyu’ya bir “ölüm santrali” kurmak için anlaşıldı. Üstelik hiçbir hukuksal süreç bile işletilmedi; ÇED raporu aranmadı, itirazlar dinlenmedi. Hatta denetimden kaçırmak için ihale, TC ile Rusya arasında devletlerarası bir anlaşma ile yapıldı.

Dikkat edilirse, yine “enerji ihtiyacı”, yine “dışa bağımlılıktan kurtulma” sözlerini işitiyoruz. Sormak gerek, kimin bu kadar enerjiye ihtiyacı var? Ne için?

Oysa daha bir kaç yıl önce HES saldırısı sürerken “enerji ihtiyacı için HES’leri yapmamız zorunlu” deniyordu. Pek çok nehir üzerine ve birçok irili ufaklı dere birleştirilerek HES’ler yapıldı. Peki ne oldu? Sözünü ettikleri enerji ihtiyacı bir türlü karşılanamadı. Çünkü asıl mesele enerji değildi, suyun ticarileştirilerek büyük şirketlere sunulmasıydı.

Nükleerde de amaç, enerji değil. Çünkü günümüzün sanayi ve teknoloji yatırımlarına, mantar gibi açılan AVM’lere, gece gündüz yanan aydınlatmalara bakarsak kapitalizmin enerji ihtiyacının karşılanabilmesi mümkün değil.

Üstelik birçok coğrafyada nükleer santraller kapatılırken “dünyanın en kalabalık dördüncü ordusuna” sahip olmakla övünen TC, nükleeri büyük güç olabilmenin koşulu olarak görüp nükleer silahlara sahip rakiplerine öykünmüş olabilir.

Çernobil “sabıkası” olan Rosatom’un kuracağı Akkuyu Nükleer’de ya da Sinop Nükleer’de olası “kazayı” yaşayıp ölümcül kansere yakalanmak ya da sevdiklerimizi kaybetmek istemiyoruz. Yaşadığımız toprakların ve bütününde tüm doğanın talan edilmesini, geri döndürülemeyecek hasarlar almasını, yaşamın yok edilmesini istemiyorsak yapacağımız çok şey var ve ilk iş “Nükleere Hayır” demek! 

Ahmet Özgür Erdoğan

[email protected]

 

Bu yazı  Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.