Anarşizm Nedir? (12): Güç Kimin– Alexander Berkman

Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 12. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.

BÖLÜM 12: GÜÇ KİMİN?


İnsanlar ülkelerinin büyüklüğünden, devletin ve kapitalist sınıfın gücünden bahsediyor. Bakalım bu gücün gerçekte nelerden oluştuğunu, nerede ve gerçekte kimde olduğunu görelim.


Bir ülkenin devleti ne demektir? Bakanlarıyla birlikte kral veya kabinesiyle birlikte başkan, parlamento veya kongre, çeşitli eyalet ve federal bakanlıkların yetkilileridir. Nüfusun tamamına kıyasla toplamda çok az sayıda insandan bahsediyoruz.


Şimdi, devlet denen bu bir avuç insan ne zaman güçlüdür ve gücü neyi içerir?


Devlet, insanlar yanındaysa güçlüdür. Devlete bir ordu, donanma ve para sağlarlar; ona itaat ederler ve işlemesini sağlarlar. Diğer bir deyişle, bir devletin gücü tamamen aldığı desteğe bağlıdır. Peki insanlar aktif olarak ona karşı çıkarsa herhangi bir devlet var olabilir mi? En güçlü devlet bile halkın yardımı olmadan, ülkenin işçilerinin yardımı olmadan herhangi bir şey yapabilir mi? Elbette, hiçbir devletin tek başına bir şey başaramayacağı açıktır. Yalnızca insanların onayladığı veya en azından yapılmasına izin verdiği şeyi yapabilir.


Örneğin Büyük Dünya Savaşı’nı* ele alalım. Amerikalı finansörler Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa girmesini istediler çünkü muazzam karlar elde edeceklerini biliyorlardı. Ama emeğin savaştan kazanacağı hiçbir şey yoktu. Emekçiler başka topraklarda arkadaşlarının katledilmesinden nasıl fayda sağlayabilirler ki? Amerikan halkı, Avrupa karmaşasına karışmaktan yana değildi. Daha önce de belirtildiği gibi, Woodrow Wilson’ı “Bizi savaştan uzak tutun.” diyerek seçmişlerdi. Amerikan halkı bu kararlılıkta ısrar etseydi devlet bizi katliama sürükleyebilir miydi?


Wilson’u savaşa karşı seçmiş olan ABD halkı savaşa girmeye nasıl ikna oldu? Daha önceki bir bölümde açıklamıştım. Savaşa girmek isteyenler onun lehine büyük bir propaganda başlattı. Basında, okullarda ve vaaz kürsülerinde, geçit törenlerinde vatansever büyülerle, ‘demokrasi’ ve ‘savaşı bitirmek için savaş’ için denilerek propaganda yapıldı. Bu, halkı -tüm modern savaşlarda olduğu gibi- kapitalist bir kâr savaşı olmaktan çok, savaşın bir ‘ideal’ için olduğuna inandırmanın iğrenç bir yoluydu. Halkın parasından milyonlarca dolar bu propagandaya harcandı. Sonuç olarak her şeyi halk ödüyor. İşçilere savaştan kendileri için harika şeylerin ortaya çıkacağı vaat edilerek yapay bir coşku geliştirildi. Bu, en büyük sahtekarlık ve dolandırıcılıktı. Ancak Birleşik Devletler halkı bu sahtekarlığa kandı ve gönüllü olmasa da zorunlu askerlik yoluyla savaşa girdi.


Peki işçilerin sözcüleri, sendika yöneticileri? Her zaman olduğu gibi, kendilerinin en iyi ‘vatanseverler’ olduklarını kanıtlamak uğruna ve Mammon’un daha fazla şeref kazanması uğruna, sendika üyelerine gidip birbirlerini öldürmeleri için çağrı yaptılar. O zamanlar Amerikan Emek Federasyonu Başkanı merhum Samuel Gompers ne yaptı? Baş yardımcısı teğmen olan Başkan Wilson’ın sağ kolu oldu. O ve sendika yetkilileri, emeği katliam için toplama amacıyla sermayenin çavuşları oldular. Diğer ülkelerin sendika liderleri de aynısını yaptı.


‘Savaşı bitirmek için savaş’ ile gerçekten hiçbir şeyin bitmediğini herkes biliyor. Aksine, Avrupa’da hiç olmadığı kadar büyük bir politik kargaşaya neden oldu; dünyayı bir öncekinden daha yeni ve daha korkunç bir savaşa hazırladı. Ama şimdi konumuz bu değil. Konuyu sadece sana Gompers ve diğer sendika yöneticileri olmadan, emekçilerin rızası ve desteği olmadan ABD’nin finans ve sanayi patronlarının isteklerini tamamıyla yerine getiremeyeceğini göstermek için anlattım.


Sacco ve Vanzetti’nin durumunu düşün. Amerika’nın örgütlü işçileri buna karşı olsaydı, engellemek için harekete geçmiş olsalardı, Massachusetts onları idam edebilir miydi? Massachusetts işçilerinin Eyalet Hükümeti’nin bu ölümcül hareketini desteklemeyi reddettiğini varsayalım: İşçilerin Vali’yi ve yetkilileri boykot ettiğini, onlara yiyecek sağlamayı bıraktığını, iletişim araçlarını kestiğini, Boston ve Charleston hapishanelerinin elektriği kestiğini varsayalım. Devlet işlevini yerine getiremeyecek kadar güçsüz olurdu.


Bu konuya açık ve önyargısız bir şekilde bakarsan, genel olarak inanılanın aksine, insanların devlete değil devletin insanlara ihtiyacının olduğunu göreceksin.


İnsanlar devlete yardım etmeyi kestiklerinde, itaati reddedip vergi ödemediklerinde ne olur? Devlet memurlarını destekleyemez, polisine ödeme yapamaz, ordusunu ve donanmasını besleyemez. Emirlerini yerine getirme araçları olmadan parasız kalır. Felç olur. Kendilerine devlet diyen bir avuç insan çaresiz kalır, güçlerini ve otoritelerini kaybederler. Onlara yardım edecek kadar insan toplayabilirlerse, halka karşı savaşmaya çalışabilirler. Başaramazlarsa veya savaşı kaybederlerse, o zaman vazgeçmek zorunda kalırlar. Onların ‘yönetimleri’ sona erer.


Yani en güçlü devletin bile gücü tamamen halka, onların gönüllü desteğine ve itaatine bağlıdır. Bundan, devletin kendi başına hiçbir gücü olmadığı sonucu çıkar. İnsanlar otoritesine boyun eğmeyi reddettiği anda, devlet varlığını yitirir.


Peki kapitalizmin gücü nedir? Kapitalistlerin kendi başlarına bir güçleri var mıdır, yoksa güçleri nereden gelir?


Güçlerinin sermayelerinde, servetlerinde olduğu açıktır. Sanayilere, dükkanlara, fabrikalara ve arazilere sahipler. Ancak bu malların asıl gücü halkı kapitalistler için çalışmaya ve onlara haraç ödemeye istekli hale getirmesidir. İşçilerin kapitalistlere şöyle dediğini varsayalım: “Senin için kâr üretmekten bıktık. Artık sana köle olmayacağız. Araziyi sen yaratmadın; fabrikaları, atölyeleri veya dükkanları sen inşa etmedin. Onları biz inşa ettik ve bundan sonra onları çalışmak için kullanacağız, artık ürettiklerimiz senin olmayacak, insanlara ait olacak. Hiçbir şey alamayacaksın ve paran karşılığında sana yiyecek bile vermeyeceğiz. Tıpkı bizim gibi olacaksın ve bizim gibi çalışacaksın.”


Ne olur? Kapitalistler yardım için devlete başvurur. Çıkarları ve mülkleri için koruma talep ederler. Ancak insanlar devletlerin otoritesini tanımayı reddederse devletler de çaresiz kalır.


Bunun devrim olduğunu söyleyebilirsin. Belki öyledir. Ama ne dersen de bu, şu anlama gelir: Devlet ve kapitalistler -siyasi ve ekonomik yöneticiler- halk onları efendi olarak kabul etmeyi reddettiğinde, övündükleri bütün güçlerinin ve iktidarlarının ortadan kalktığını anlarlar.


Merak ediyorsun, “Bu gerçekten olabilir mi?”. Bu daha önce defalarca oldu ve çok da uzun sayılamayacak bir süre önce Rusya’da, Almanya’da, Avusturya’da oldu. Almanya’da yüce savaş lordu Kayzer, hayatını korumak için kaçmak zorunda kaldı çünkü halk onu istemediğine karar vermişti. Avusturya’da monarşi, halk onun tiranlığından ve yolsuzluğundan bıktığı için ortadan kaldırıldı. Rusya’da en güçlü Çar, başını kurtarmak için tahtından vazgeçti ve bunda bile başarısız oldu. Başkentinde onu koruyacak tek bir alay bulamadı ve halk ona boyun eğmeyi reddettiğinde tüm yüce yetkisi dumanların içinde kayboldu. İnsanlar onlar için çalışmayı bırakıp toprağı, fabrikaları, madenleri ve atölyeleri kendileri için aldığında, Rusya kapitalistleri çaresiz kaldı. Halk, düzgün bir iş yapmadıkları sürece onlara ekmek sağlamayı reddederse, Rusya’daki burjuvazinin tüm parası ve ‘gücü’ onlara yarım kilo ekmek dahi sağlayamazdı.


Bunların hepsi neyi kanıtlıyor?


Sözde siyasi, endüstriyel ve finansal gücün -hükümetin ve kapitalizmin tüm otoritesinin- gerçekte halkın elinde olduğunu kanıtlıyor. Bu gücün sadece insanların, halkların elinde olduğunun kanıtıdır.


Bu güç, halkın gücü gerçektir: Hükümdarın, politikacının veya kapitalistinki gibi elinden alınamaz. Mülkiyetten değil yetenekten kaynaklandığı için alınamaz. Bu yetenek yaratma ve üretme yeteneğidir. Dünyayı besleyen ve giydiren; bize yaşam, sağlık ve rahatlık, neşe ve zevk veren gücün kaynağı olan yetenek.


Bu gücün ne kadar büyük olduğunu kendine sorduğunda anlayacaksın:
İşçiler çalışmasaydı hayat mümkün olur muydu? Çiftçiler onlara yiyecek sağlamazsa şehirler açlıktan ölmez miydi?


Demiryolu işçileri işi askıya alırsa demiryolları çalışabilir mi? Kömür madencileri olmazsa herhangi bir fabrika, atölye veya değirmen faaliyetlerine devam edebilir mi?


Taşımacılık işçileri greve giderse ticaret veya alışveriş devam edebilir mi?
Elektrikçiler akımı sağlamazsa tiyatrolar, filmler, ofisin ve evin ışık alır mıydı?


Gerçekten şair şunları söyledi:
“Tüm çarklar sabit durur
Güçlü kolların ne zaman isterse.”
Emeğin üretken gücü budur.
Herhangi bir siyasete, krala, cumhurbaşkanına, parlamentoya veya kongreye bağlı değildir. Bu, ne polise ne de orduya ve donanmaya bağlı değildir. Çünkü bunlar yalnızca tüketir ve yok eder, hiçbir şey yaratmazlar. Yasalara ve kurallara, yasa koyuculara veya mahkemelere, politikacıya veya plütokrata da bağlı değildir. Tamamen ve özellikle; fabrikada ve tarlada, sanayi ve tarım işçisinin beyninde ve kas gücünde işçilerin emeğinde, yaratma, üretme yeteneklerinde bulunur.


Bu üretken işçilerin -çekici ve sabanıyla, kasları ve aklıyla bütün kalabalıkların, bütün işçi sınıfının- gücüdür.
Bu sebepten, her ülkede işçi sınıfı nüfusun en kalabalık kısmını oluşturur. Aslında, tek hayati kısım da budur. İnsanların geri kalanı ise toplumsal hayatta rol alır ama gerekirse onlarsız da yapabiliriz, emekçi olmadansa tek bir gün bile yaşayamazdık. En önemli ekonomik güç onundur.
Devletin ve sermayenin gücü kendilerinden gelmez.


Emeğin gücü ise dışsal değildir. O kendine içkindir, çalışmak ve yaratmak yeteneğinin kendisidir. Tek gerçek güç odur.Yine de emek, toplumsal düzende en alt seviyede tutulur.


Kapitalizm ve devletin dünyası altüst olmuş bir dünya değil midir? Bir sınıf olarak toplumun en temel parçası olan, tek başına gerçek güce sahip olan işçiler mevcut koşullarda güçsüzdür. Onlar en fakir, en az etkili ve en az saygı duyulan sınıftır. Her tür baskı ve sömürünün kurbanları, en az takdir edilenler ve en az onurlandırılanlar, en çok hor görülenlerdir. Çirkin ve sağlıksız konutlarda sefil bir şekilde yaşarlar, ölüm oranı en çok onların arasında yüksektir. Hapishaneler onlarla doludur, darağacı ve elektrikli sandalye onlar için vardır.


Bu devlet ve kapitalizm, toplumumuzda emeğin ödülüdür; “yasa ve düzen” sisteminden elde ettiğin şey budur.


Böyle bir yasa ve düzen yaşamayı hak ediyor mu? Böyle bir toplumsal sistemin devam etmesine izin verilmeli mi? Başka bir şey, daha iyi bir şey ile değiştirilmemeli mi? Yasa ve düzenin değişmesini görmekte (devrimi görmekte) işçinin herkesten fazla çıkarı yok mu? Özellikle çıkarları için inşa edilmiş kendi örgütü -sendikası- bunu yapmasına yardım etmemeli mi?


Nasıl olacak?

Çev.Burak Aktaş


*İkincisi henüz gerçekleşmediği için 1.Dünya Savaşı’ndan bahsediyor