Üç “Deli” Kadın

İktidar psikolojiyi bir silah gibi kullanarak kimin akıllı, kimin deli olduğunu söyler.

Sigmund Freud

Sürekli öksürük ve sık baş ağrısı nedeniyle terapiste giden genç bir kadın, babasına arkadaş ziyaretlerinde eşlik ettiği sırada babasının arkadaşlarından birinin ona cinsel tacizde bulunduğunu söyler. Bu söylediklerine kimse inanmaz. Babası onu terapiste götürür ve ona Dora’yı kendine getirmesini söyler. Terapist, psikanalizin kurucusu olan Freud; vaka ise, Dora’dır. Bu vaka psikanaliz literatüründe en sık atıfta bulunulan vakalardan biridir.

Babası sık sık Dora’yı K.’nin evine götürür, orada Bayan K. ile gizli bir ilişki yaşamaktadır. Bayan K.’nin eşi olan Bay K., anlaşıldığı kadarıyla Dora’nın babasından cesaret olarak Dora’ya 14 yaşından beri cinsel tacizde bulunmaktadır. Dora’nın annesi ise, o zaman Viyanalı ev kadınlarından beklenen görevleri yerine getirmektedir.

Freud, Dora’nın annesiyle hiç tanışmamış olmasına rağmen ona “ev hanımı psikozu” gibi standart kategorilere dahil olmayan bir tanıyı koymaktan geri durmamıştır. Ataerkil bakış açısıyla Freud, her genç kadının Bay K. gibi bir adamın ilgisinden hoşlanacağını ve bunu kabul edeceğini varsayar. Bu sebeple Freud, Dora’nın sorununu, onun uyarılmış ve gizlediği cinsel arzusundan kaynaklanan histeri semptomları olarak yorumlar. Dora’ya bu düşüncelerini ısrarla kabul ettirmeye çalışınca Dora’yı yalnızca ‘rahatsız’ değil, aynı zaman ‘aksi’, ‘sahtekar’ ve ‘kindar’ olmakla da suçlamasına sebep olur. Olayın içindeki yetişkinler, bir süre sonra Dora’nın Bay K. hakkındaki iddialarının gerçek olduğunu kabul ederler.

Charles Dickens

Bundan yaklaşık yüz yıl önce, ünlü ve yaşça büyük bir adam, genç bir kadın oyuncuya aşık olmuştu; ancak adam evliydi ve on çocuğu vardı. Adamın bu genç kadınla birlikte olabilmek için bulduğu çözüm, insanlara eşinin deli olduğuna inandırarak çocuklarını almak ve kadını akıl hastanesine kapattırmaktı. Yaşadığı dönemde, neredeyse her evin ve kalbin şampiyonu olan bu adam Charles Dickens’tı. Aynı dönemde pek çok kadın, ki bu gruba bazı sosyal reformistler ve yazarlar da dahildir, nevrasteni denilen ve günümüzde kronik yorgunluk sendromu, premenstürel sendrom(PMS), ve depresyon gibi bozuklukların bazı semptomlarıyla örtüşen bir akıl hastalığına sahip olmakla itham edilmişti. Charles Perkins Gilman (1899/1973) Sarı Duvarkağıdı adlı otobiyografik kısa romanında, o dönemde kadın nevrastenisinde kullanılan favori bir tedavi yönteminden bahseder. Bu tedavi, zorunlu yatak istiharatini, bu istiharat süresince ziyaretçi kabul etmemeyi ve 22 kilo ya da daha fazlasının alınmasına yol açan ağır bir diyet uygulamayı içerir. Gillman’ın kadın kahramanı iyileşmek yerine deliliğe sürüklenir.

Auguste Rodin

1864’te bir ailenin ikinci çocuğu olarak Fransa’nın küçük bir köyünde doğan Camille Claudel, çocukluğunda taş ve çamur gibi malzemelerin içinde büyümüş ve ilk heykel sergisini 1903 yılında açmıştı. 19. yüzyıl Fransa’sında, bir erkek mesleği olan heykeltıraşlığı seçerek kadınların neredeyse ‘yok’ sayıldığı bir dönemde heykeltraşlığa soyunan Claudel, yaratıcılığı ile herkesi büyülemişti. Yaşamının en verimli dönemlerinden birinde, 17 yaşında, 41 yaşındaki bir başka heykeltraşla tanıştıktan sonra ona delicesine aşık olmuş ve kendi yaratıcılığı ile bu adama ilham kaynağı olmuştu. Ancak Claudel’in bu adam tarafından uğradığı şiddet ve hakaret yıllar yılı Claudel’i ‘deli etmeye’ etmeye başlamıştı. Bir gün geçirdiği cinnet sonrasında bütün heykellerini parçalayan Claudel, bu olayın ardından abisinin de onayıyla akıl hastanesine kapatılmıştı. Kendisine konulan şizofreni tanısının en büyük destekçilerinden birisi de bir zamanlar delicesine aşık olduğu o adamdır. Bu adam, yıllar sonra Claudel’in tekniğini çalarak yaratıcılığı ile dünyaya nam salacak olan, ünlü ‘düşünen adam’ heykelinin sahibi Rodin idi.

Akıl hastanesinde yıllarca heykel bile yapılmasına izin verilmeden yaşayan Claudel, ölmeden önce kardeşine şöyle bir mektup yazar: “Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar… Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor… Yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte! Bu esaretten çok sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim?” Bu son mektubunun ardından 19 Ekim 1943’te akıl hastanesinde hayatını kaybeden Camille’in feryadı hiçbir zaman akıllardan silinmeyecektir: “Rodin! Kapitalist!”