Saraylarınız Yıkılacak Kadınlar Özgürleşecek

Biz kadınlar tüketim saraylarınızda deliriyor, patronların saraylarında sömürülüyor, adalet saraylarınızdan tabutla çıkıyoruz. Gösterişiniz, sömürünüz ve adaletiniz kadının yok oluşudur. Özgürlüğümüz için saraylarınızı yıkacağız.

Saray, padişahın hem devleti yönettiği hem de özel yaşantısını geçirdiği yerdir. Sarayda padişahın özel alanı olarak tanımlanan harem ve haremin içini dolduran cariyeler vardır. Saray teşkilatı ve haremde yaşayan cariyeler padişaha hiç sorgu sual etmeden koşulsuz hizmet eder. Dürüst, ahlaklı ve itaatkâr olması koşuluyla yetiştirilen ve buna uygun hizmet etmeleri beklenen cariyeler ya satın alınmış ya da başkaca yüksek makamlı efendilerin padişaha hediye ettiği genç kadınlardı. Gösterişin ve bolluğun hüküm sürdüğü saraylardaki tutsak kadının tek arzusuysa padişahın onu fark etmesi ve kendi katına almasıdır. Neticede cariyenin kendince istediği bu geçici özgürlüğü de, sonsuz tutsaklığı da padişahın iki dudağının arasındadır.

Bugünlere gelindiğinde saraylar hükümete, padişah cumhur reisine dönüştü. Saray teşkilatının yerini millet meclisi aldı. Efendiler için gösteriş ve bolluk hüküm sürmeye devam ederken haremden çıksa da kadının konumu hiç değişmedi. Yüzyıllardır süregelen bu egemenlikte kadının özgürlüğü de, tutsaklığı da yine efendilerin iki dudağının arasında.

‘Biz kadınlar özgürlüğü doğru yerde aramalıyız.’

ADALET SARAYLARI YIKILMALI

Günümüzde erkek şiddeti tecavüz, taciz ve cinayetlerle ardı sıra kendini göstermeye devam ediyor. Her yıl yüzlerce kadın eşi, babası ya da erkek kardeşi tarafından hunharca katlediliyor. Günlük hayat içerisinde kadının her an maruz kalabileceği taciz ve tecavüz ise devlet tarafından olağanlaştırılarak kaçınılmaz hale getiriliyor. Kadının içine düşürüldüğü bu durumun sürdürücüsü sadece erkek egemen toplum ve bu şiddetin uygulayıcısı erkek değil, devletin kendisi de kadına şiddetin en önemli nedeni olarak karşımıza çıkıyor.

Tarihsel olarak incelediğimizde devlet varoluşu itibariyle her zaman şiddeti üretmiş ve kullanmıştır. Günümüzde ise bu şiddet her gün üç kadından birinin katledilmesine yol açmaktadır. Aynı zamanda kullandığı şiddeti yasalarla daha meşru hale getiren devlet, kadının kurtuluşu ve özgürlüğü önündeki yegâne engeldir de.

Bugün hükümetin Aileden Sorumlu Sosyal Politikalar Bakanı kadının yanında ve kadın erkek eşitliğini savunmak adına çalışıyorum(z) şeklinde açıklamalarda bulunuyor. Bu açıklamaları yüzsüzce yapan AKP hükümeti 2012 yılında161 kadının cinayete, 174 kadının cinsel tacize ve tecavüze maruz kaldığını ise henüz açıklayamadı. Aynı hükümet kadın cinayetlerini durduracağız diyerek çözüm olarak ürettiği yasal düzenlemelerle ise trajikomik değişikliklere imza attı. Bu düzenlemelerle kadının ev içi görünmeyen emeğini, ömür boyu bakıcılığını, kadına şiddeti ve baskıyı reva gören aile düzeninin dayatılmış tek meşru ve istenen yaşama biçimi olduğunu gösterdi. Çalışan kadınları kapsayan kreş yardımı ve erken emeklilik gibi değişiklikler ise üç çocuk politikasına indirgendi. Kadın cinayetlerinde sıkça uygulanan haksız tahrik indirimi, erkek egemenliğinin bir sonucu olarak cinayet davalarını hep sonuçsuz kıldı. Kadınların boşanmak istemesi, tartışırken kendini ifade etmesi, istediği kıyafetle gezmesi, eve geç bir saatte gitmesi gibi durumlar tahrik unsuru olarak görüldü. Anlaşıldığı üzere bunlar kadınların aile içinde erkeğe her ne olursa olsun itaat etmesinin gerektiği anlayışının bir sonucudur.

Devletin kadına karşı takındığı “adalet misyonu” yasama ve yargı süreçleriyle, kadını korumaktan çok sadece erkek egemenliğinin pekişmesini sağladı. Bugün devletin adliye saraylarında görülen yüzlerce davanın çoğu yanı başındaki bir erkek tarafından öldürülen kadınların davası. Azalmaktan ziyade artan bu davaların bitiminde ise sarayların kapılarından üzgün ve pişman olarak değil, başı dik ve sözde namuslu olarak çıkan katilleri görüyoruz. Ve her defasında kadınlar olarak bir kez daha devletin adaletine tanık oluyoruz. Kadınlar taleplerinin karşılığını ne devletten, ne de onu adaletinden beklemeli, kadınlar çözümü adalet saraylarında aramamalı. Çünkü bu saraylardan şimdiye değin kadınların öğrendiği tek bir şey oldu; Devlet ve devletin adaleti adaletsizliğin kendisi.

TÜKETİM SARAYLARI YIKILMALI

Devlet, gösterişini ve bolluğunu sürdürmek için saraylarına saray katmaya devam etmektedir. Devletin adalet saraylarından yükselen adaletsizliklerin yanı sıra kadınları benzer şekilde baskı altına alan ve kurban eden kapitalizmin tüketim saraylarından da adaletsizliğin yükseldiğini biliyoruz.

Bunlardan biri moda denilen, özellikle de kadını hedef alan, tüketim kültürünün kendisidir. Alışveriş merkezlerinde tüm gününü geçirerek ihtiyacından çok daha fazlasına sahip olabilme isteği, bu çılgın tüketme arzusudur. Kapitalizmin güzel olarak belirlediği kriterler uğruna markalar için deli gibi para harcamak, güzelleşmek uğruna çantalarımızı kozmetik depolara çevirmek, lüks yaşama imrenerek psikolojik travmalar yaşatmaktır.

Diğer taraftan her gün tüketip attığımız onlarca ürünün bedelinin ise sadece onlara ödediğimiz paralar olmadığını biliyoruz. Bir şeyi satın alırken ve işimiz bittiğinde atarken, aslında tüketip attığımız şey sadece bir ürün değildir. Aynı zamanda üretilmesi sürecine dâhil olan her şeydir. Günümüzde bu çılgın ve hızlı tüketimi karşılamak için insanların karın tokluğuna sağlıksız ve çok uzun saatler boyunca çalıştırılmasıdır. Bu ürünler daha hızlı yetişsin de bir an önce yenilsin diye bitkilere ve hayvanlara yapılan genetik müdahalelerdir. Bu, sonsuz bir yenilenme ve ilerleme arayışıdır.

Saatte 500 kilometre hız yapan bir araba, kullanan kişi 500 kilometre hız yapsın diye mi üretilir? İlerleme, bir ürünün ucuza, sağlıksız ve kötü koşullarda, kimi ise çocuk yaşta insanların sömürülerek çalıştırılması mıdır? Alışveriş merkezlerinin ucuz malları ile yarışamayacak olan Ali Bakkal’ın dükkânını kapatması mıdır? Tüm bu teknolojik gelişmeler ve ilerleme, sadece insan yararı için midir?

Bu soruları kendimize sorduğumuzda sonsuz ilerlemenin bizleri sonsuz tüketimin bir parçası haline getirdiğini görmeliyiz. Böylesi bir ilerlemeye bağlı oluşan üretimin hızıyla ortaya çıkan bu sonsuz tüketim, artık kaçınılmaz bir halde kendini dayatıyor. Markaların sloganları bize bizi anlatır oldu; güzelliğin sırrı Victoria’s Secret’ın sırrı ile, hayatın tadı Coca Cola ile, kendinden emin gülüşler ise sadece İpana ile mümkün. Artık bizi biz olmaktan çıkaran bu slogan yaşamlarla daha mutlu, huzurlu ve güvende hissedebiliyoruz. Tüm bu hislere sahip olabilmek içinse sunulan tek seçenek , tüketim saraylarının içinde akıp giden bir hayatı yaşamak.

Biz kadınlar bu tükenişin bir parçası olmak yerine ortak ekonomik ve sosyal çözümler yaratmalıyız. Yaşamlarımızı bu slogan hayatlarla kurulan sahtelikle değil, kendimiz olabilmenin özgürlüğüyle dönüştürmeliyiz. Bu sonsuz tüketimin bu sonsuz tükenişine ancak böyle son verebiliriz.

PATRONLARIN SARAYLARI YIKILMALI

Üretim

Kadınların “ücretli” üretim sürecinde aktif yer almaları Sanayi Devrimi ile başlamıştır. Ailedeki erkekle birlikte, kadın ve çocuk da kendini bu üretimin içinde bulmuştur. Kadın genellikle üretim sürecinde vasıfsız, kötü şartlarda ve ucuz iş gücü olarak çalıştırılmaktadır. Örneğin kriz gibi dönemlerde, ilk olarak “evine” geri gönderilerek, “işsiz” bırakılanlar da hep kadınlar olmuştur. Erkeklerin üretim alanlarında boşalan yerlerini doldurması gerektiği düşünülen kadınlar istihdam alanı dışında, ev içi emeklerinin de (temizlik, yemek, çocuk bakımı vb.) görünmez kılınmasıyla başka bir sömürünün parçası olmuşlardır. Toplumsal olarak kadının konumlanışı ev üzerinden tanımlandığından, kadın için hep bir erkeğe muhtaç kalma zorunluluğu yaratılmıştır. Böylece çalışma yaşamında vasıfsız ve ucuz iş gücü, ev yaşamında da emeği görünmeyen ve hiçleştirilen kadın, doğrudan sömürünün hedefinde kalmıştır.

Kadının bu durumdan çıkabilmesi, ekonomik ve sosyal olarak yer tutabilmesi ise fırsat eşitliğinin sağlanabilmesi ile açıklanır. Fırsat eşitliği, kadın ve erkeğin örneğin çalışma yaşamındaki eşit hak ve koşullardan yararlanma durumunu ifade etmektedir. Kadın bu fırsat eşitliğinden yoksundur. Yani erkekle eşit şartlarda çalışsa dahi eşitsiz tarafı temsil eder. Çünkü kapitalizmde üreten de olsa kadın asli iş gücü değildir. Bu durumda aynı zamanda potansiyel olarak işsizdir de. Bu potansiyel işsizlik de kadının her daim yoksullaşmasının ve buna bağlı olarak da erkeğe bağlı muhtaç bir yaşamın ön koşulu demektir.

Ancak yakalanması muhtemel bir fırsat eşitliği kadını içine düştüğü bu durumdan kurtarabilecek midir? Ya da bu fırsat eşitliği kadının kapitalist üretimdeki sömürüsünün önüne geçebilecek midir? Ve en önemlisi kapitalizm içerisinde sağlanacak eşitlik, kadını hem ekonomik hem de sosyal olarak sömürüye maruz kalmadan yaşatabilecek midir?

Kadını kapitalizm için üreten ve üreten kadını da erkekle eşitleyen bu tarz bir anlayış, var olan sömürünün ortadan kaldırılmasını değil, sadece sömürünün kısmen iyileştirilmesini savunur. Kapitalist üretimde sömürünün iyileştirilmesi gibi bir çözüm tek başına ekonomiktir ve yetersizdir. Ekonominin iyileştirilmesi demek, kadının ekonomik sömürüsünün bittiği anlamını da taşımaz. Kapitalizmde ekonomik iyileştirmenin yanı sıra sosyal koşulların da kadın için dönüşmüş olması gereklidir. Yani üretimi erkek bir algıdan kurtarmak, sosyal yaşamı da dönüştürmeye bağlıdır. Kadın olarak üretim koşullarını, erkekle eşitlemek yerine hem ekonomik hem de sosyal olarak yaşamlarımızı sürdüreceğimiz, kapitalizmin fırsatçılığı ve sömürüsü dışında, herkesin ihtiyacına göre üreteceği ve tüketeceği bir modeli yaratmak, böyle bir dönüşümü sağlayabilir.

Devlet ve kapitalizm, kadının özgürleşmesinin önündeki iki önemli sorundur. Erkek egemenliğinin, cinsiyetçiliğin ve tüm sömürü biçimlerinin ortadan kaldırılması bu iki sorunun ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu nedenle çözüm arayışlarımızı belirlerken de devletin ve kapitalizm alanları dışında çözümler yaratmalıyız.

Bugün biz kadınların düşünmesi gereken en önemli soru şudur; mücadeleye doğru yerden bakabiliyor muyuz ve çözümlerimizi doğru yerde arayabiliyor muyuz?